Bulutlu bir İstanbul gününde, İstanbul’un en eski semtlerinin birinde objektifimin ardına sığınmış, bulutlardan sızan ışıkla görüntüyü hapsetmeye çalışıyorum. İşte tam o anda Edith Piaf’ın harkulade sesi çalınıyor kulağıma, gözümü vizörümden ayırıyorum. Ne tesadüftür ki işbu İstanbul hayranı kulunuz eski mahalleleri fotoğraflarken L’etranger’ı mırıldanıyor. Eski bir dükkan sesin geldiği yer, çoğunluğu ahşaptan ve ince ince işlenmiş olduğu her halinden belli eski eşyalar satıyor. Tam kapının sol yanında eski, mavi bir gramofon var, kaldırım serçesinin sesinin bu gramofondan geldiğine inanmak istiyorum bir an. Ama ses kapının tam karşısındaki masanın arkasından, görünmeyen bir CD çalardan geliyor, ne gam. O anda Edith’in bu ufak ve loş dükkanın sahipleriyle sohbete vesile olacağını bilmiyorum, gözüm antika piyanonun ahşabında, tuşlarında, işlemelerinde geziniyor. Dokunasım geliyor, vazgeçiyorum. Dokunsam bile dilinden anlayamam, nota bile bilmem. Çalınan notaları defalarca dinlemeyi, ortaya çıkan melodilerin peşine takılıp sürüklenmeyi bilirim sadece…”Edith Piaf” diyorum, “L'hymne a L'amour çalıyor!” Edith diyince bende akan sular duruyor, o anda dinlediğim El Perro Del Mar’ın “God Knows”unu durduruyorum. İstanbul’un çok başka bir köşesinden gelmiş, kapıdan içeri damdan düşercesine girmiş bir hatun kişiyi davet etmelerinde belki Edith’i tanımamın payı var, bilemiyorum. Gösterilen sandalyeye ilişiyorum, “Çay” diyorlar, “İstemem, teşekkür ederim” diyorum. Yok artık o kadar yüzsüz değilim, hem insanların işi gücü arasında tepetaklak ben geldim diye içeriye dal, hem de çay iç. “Çayla aram yok” diyorum. O esnada içeriye gençten bir adam giriyor, “Şarkı yazdım ben, bak bir abi” diyerek. Cebinde katlanmış bir kağıt parçası var, uzatıyor Doğan Bey’e…”Sen akşam gel, besteleyelim bunu” diyor Doğan Bey. Dükkanda bulunan ve adını sormadığım bey takılıyor gence:”Sezen bile istemiş bu şarkıyı, vermemişsin. Çok darılmış, gözüme görünmesin diyor.” Genç adam gülümsüyor, çay istiyor bardağını uzatarak. “Eee,” diyorum, “Nasıl bir şey Kuzguncuk’ta yaşamak?” Sesimdeki kıskançlık tınılarını saklayabildiğimi sanıyorum, anlatıyorlar, dinliyorum. Dinlerken bir yandan Kuzguncuk’ta bir evim olduğunu hayal ediyorum, tam da köşede eski bir gramofon var ve Kadıköy’ün bit pazarından veya Beyoğlu’ndan aldığım plaklar duruyor yanıbaşında. Kuzguncuk’a karşı Edith Piaf’ın bıraktığı sazı, Jaques Brel alıyor eline. Nazım’ın şiiri dolanıyor dilime: Beykoz`da oturmalı Beykoz`da çalışan adam. Fakat Kuzguncuk şirin yerdir ve gayet nefis yapar gül reçelini pansiyoncu Madam ve kızı Raşel... Aynada bir kartpostal : bir manzara Nis şehrinden. İskemle, karyola, konsol... v Denize nazırdı pencereleri... Güneşte tavana suların ışıltısı vurur, karanlık şilepler geçerdi geceleriinsanı olduğu yerde eli böğründe bırakarak... Selim`in odası havadardı. Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada. Sağda Cevdet Paşa yalısı. Yalıda bir tavus kuşu bir de Mebrure Hanım vardı. Mebrure Hanım tafta entariler giyerdi. Çok ihtiyardı ve mavi gözleri kördü. Tentene işlerdi Mebrure Hanım. Uyanır bir beyaz güle başlar, uyurken dağıtırdı gülünü... Merhum Cevdet Paşa yalısında Mebrure Hanımı unutmuşlardı... Beykoz`da oturmalı Beykoz`da çalışan adam. Fakat Kuzguncuk şirin yerdir Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan dünyayı zapta gidecek olan pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim... Kuzguncuk'ta her gördüğüm kişi Pazar günü gidip gidemeyeceğimi sordu. En sonunda Doğan Bey'e nedenini sordum, Pazar günleri Kültür Merkezi'nde Türk Sanat Müziği çalışmaları varmış. "Gelirim" demedim. "Gelemem" hiç demedim. Muallakta bıraktım, oldu ki uğradınız, selam söyleyin Kuzguncuk'un güzel insanlarına.Devamı fotoğraflarla gelecek, karşılaştığım insanların Kuzguncuk’a dair anlattıkları/öyküleri/serzenişleri var sırada daha ama yavaş yavaş gidelim istiyorum, zaman hızlı akmasın. Sizi bahsettiğim eskici dükkanının websitesiyle baş başa bırakıyorum şimdilik, yolunuz düşerse es geçmeyin isterim: http://muhayyer.com
Bulutlu bir İstanbul gününde, İstanbul’un en eski semtlerinin birinde objektifimin ardına sığınmış, bulutlardan sızan ışıkla görüntüyü hapsetmeye çalışıyorum. İşte tam o anda Edith Piaf’ın harkulade sesi çalınıyor kulağıma, gözümü vizörümden ayırıyorum. Ne tesadüftür ki işbu İstanbul hayranı kulunuz eski mahalleleri fotoğraflarken L’etranger’ı mırıldanıyor. Eski bir dükkan sesin geldiği yer, çoğunluğu ahşaptan ve ince ince işlenmiş olduğu her halinden belli eski eşyalar satıyor. Tam kapının sol yanında eski, mavi bir gramofon var, kaldırım serçesinin sesinin bu gramofondan geldiğine inanmak istiyorum bir an. Ama ses kapının tam karşısındaki masanın arkasından, görünmeyen bir CD çalardan geliyor, ne gam. O anda Edith’in bu ufak ve loş dükkanın sahipleriyle sohbete vesile olacağını bilmiyorum, gözüm antika piyanonun ahşabında, tuşlarında, işlemelerinde geziniyor. Dokunasım geliyor, vazgeçiyorum. Dokunsam bile dilinden anlayamam, nota bile bilmem. Çalınan notaları defalarca dinlemeyi, ortaya çıkan melodilerin peşine takılıp sürüklenmeyi bilirim sadece…”Edith Piaf” diyorum, “L'hymne a L'amour çalıyor!” Edith diyince bende akan sular duruyor, o anda dinlediğim El Perro Del Mar’ın “God Knows”unu durduruyorum. İstanbul’un çok başka bir köşesinden gelmiş, kapıdan içeri damdan düşercesine girmiş bir hatun kişiyi davet etmelerinde belki Edith’i tanımamın payı var, bilemiyorum. Gösterilen sandalyeye ilişiyorum, “Çay” diyorlar, “İstemem, teşekkür ederim” diyorum. Yok artık o kadar yüzsüz değilim, hem insanların işi gücü arasında tepetaklak ben geldim diye içeriye dal, hem de çay iç. “Çayla aram yok” diyorum. O esnada içeriye gençten bir adam giriyor, “Şarkı yazdım ben, bak bir abi” diyerek. Cebinde katlanmış bir kağıt parçası var, uzatıyor Doğan Bey’e…”Sen akşam gel, besteleyelim bunu” diyor Doğan Bey. Dükkanda bulunan ve adını sormadığım bey takılıyor gence:”Sezen bile istemiş bu şarkıyı, vermemişsin. Çok darılmış, gözüme görünmesin diyor.” Genç adam gülümsüyor, çay istiyor bardağını uzatarak. “Eee,” diyorum, “Nasıl bir şey Kuzguncuk’ta yaşamak?” Sesimdeki kıskançlık tınılarını saklayabildiğimi sanıyorum, anlatıyorlar, dinliyorum. Dinlerken bir yandan Kuzguncuk’ta bir evim olduğunu hayal ediyorum, tam da köşede eski bir gramofon var ve Kadıköy’ün bit pazarından veya Beyoğlu’ndan aldığım plaklar duruyor yanıbaşında. Kuzguncuk’a karşı Edith Piaf’ın bıraktığı sazı, Jaques Brel alıyor eline. Nazım’ın şiiri dolanıyor dilime:
Beykoz`da oturmalı
Beykoz`da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
ve gayet nefis yapar gül reçelini
pansiyoncu Madam
ve kızı Raşel...
Aynada bir kartpostal :
bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol... v Denize nazırdı pencereleri...
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
karanlık şilepler geçerdi geceleriinsanı olduğu yerde
eli böğründe bırakarak...
Selim`in odası havadardı.
Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada.
Sağda Cevdet Paşa yalısı.
Yalıda bir tavus kuşu
bir de Mebrure Hanım vardı.
Mebrure Hanım
tafta entariler giyerdi.
Çok ihtiyardı
ve mavi gözleri kördü.
Tentene işlerdi Mebrure Hanım.
Uyanır bir beyaz güle başlar,
uyurken dağıtırdı gülünü...
Merhum Cevdet Paşa yalısında
Mebrure Hanımı unutmuşlardı...
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan
dünyayı zapta gidecek olan
pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim...
Kuzguncuk'ta her gördüğüm kişi Pazar günü gidip gidemeyeceğimi sordu. En sonunda Doğan Bey'e nedenini sordum, Pazar günleri Kültür Merkezi'nde Türk Sanat Müziği çalışmaları varmış. "Gelirim" demedim. "Gelemem" hiç demedim. Muallakta bıraktım, oldu ki uğradınız, selam söyleyin Kuzguncuk'un güzel insanlarına.
Devamı fotoğraflarla gelecek, karşılaştığım insanların Kuzguncuk’a dair anlattıkları/öyküleri/serzenişleri var sırada daha ama yavaş yavaş gidelim istiyorum, zaman hızlı akmasın. Sizi bahsettiğim eskici dükkanının websitesiyle baş başa bırakıyorum şimdilik, yolunuz düşerse es geçmeyin isterim: http://muhayyer.com
0 yorum:
Yorum Gönder