30 Kasım 2010 Salı

Haydarpaşa Yangını En Az Wikileaks Kadar Gündemi Meşgul Etmesi Gereken Bir Konu

Bugün Wikileaks gündeme düşen en bomba haber olarak görülebilir. Haber bültenlerinin, gazetelerin, websitelerinin ve hatta webloglarının tüm sayfalarını kaplıyor da olabilir. Ancak, 28 Kasım 2010 tarihi yalnızca Wikileaks'in ardı ardına gizli belgeleri patlattığı bir tarih değil, aynı zamanda İstanbul'un, hatta dünyanın kültür mirası Haydarpaşa Garı'nın her nasılsa kendi kendine yanmaya başladığı tarih olduğunun unutulmaması gerekir. Okan Bayülgen'in aşağıdaki mesajı, dün yapılan yürüyüşte yanımızda olmayan, olamayanlar için altı çizilmesi gereken sözler içeriyor, duymak isteyene.


Haydarpaşa Yangını En Az Wikileaks Kadar Gündemi Meşgul Etmesi Gereken Bir Konu

Bugün Wikileaks gündeme düşen en bomba haber olarak görülebilir. Haber bültenlerinin, gazetelerin, websitelerinin ve hatta webloglarının tüm sayfalarını kaplıyor da olabilir. Ancak, 28 Kasım 2010 tarihi yalnızca Wikileaks'in ardı ardına gizli belgeleri patlattığı bir tarih değil, aynı zamanda İstanbul'un, hatta dünyanın kültür mirası Haydarpaşa Garı'nın her nasılsa kendi kendine yanmaya başladığı tarih olduğunun unutulmaması gerekir. Okan Bayülgen'in aşağıdaki mesajı, dün yapılan yürüyüşte yanımızda olmayan, olamayanlar için altı çizilmesi gereken sözler içeriyor, duymak isteyene.


28 Kasım 2010 Pazar

Haydarpaşa'ya Selam

Ortala
Dün Haydarpaşa Garı mı yandı, umutlarımız, hatıralarımız, yaşanmışlıklarımız mı belli değil. Aslında hepsi. Alevlerin yalazı geçti, elimizde isi kaldı. 28 Kasım 2010 Pazar günü, saat 15:20'de 'çıkarılan' yangın İstanbul'un yangın yerlerinin külünü yeniden yakıp geçti. İlk şoku atlattıysak, şimdi sivil inisiyatifi ele alma zamanı. Facebook'ta bir çağrı yayınlandı, aynen aktarıyoruz;


'28 Kasım, İstanbul'un 100 yıllık simgesi tarihinin 3. büyük yangınını geçirdi. Milyonlar ekran başında çatıdan yayılan alevleri izlerken tüm Kadıköy dumana boğuldu.


Çatı katı ve 4. kat tamamen yandı, arşivin muhtemelen hepsi yok oldu. Belirsiz bir süreliğine Haydarpaşa kullanıma kapatıldı. Belki de tekrar açılamayacak! Açılsa da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, kuşkusuz.



Uzun zamandır konuşulan dönüşüm projelerinde Haydarpaşa'nın ana hedef olduğunu, limanın ve tren garının dönüştürülerek bir "kültür vadisi"ne çevirileceği biliniyor.



Yakın tarihte dönüşümü start alacak Haydarpaşa'da bugün gerçekleşen yangının kafalarda soru işareti oluşturmaması naif olur.



Rantın "yangın"lara sebep olduğu durumlarla daha önce de karşılaşıldığı için bu olaya ihmalkarlık olarak bakabilmek oldukça zor. Kaldı ki ihmalkarlık bile, son derece yoğun kullanılan ve 1. derece tescilli bir yapı için utanç verici bir sebep. Böyle bir binanın bir ihmale kurban edilmesi, buna göz yumulması ve yapılan müdahelenin tatmin edici olmaması, tarihi korumaya ve kültürel varlıklarımıza verdiğimiz değeri tekrar sorgulamayı gerektiriyor.



Bu kentin asıl sahipleri kentin yaşayanları olarak, ne olacağı henüz belirsiz olan Haydarpaşa'ya dönüşmeden son bir kez selam etmek için. 29 Kasım 2010 saat 19:30'da toplanıyoruz.


Haldun Taner'in önünde buluşup Gar'a, yaklaşılabildiğimiz noktaya kadar yürüyüp, selamımızı veriyoruz...'


Çağrı metninde yazan 'dönüşmeden önce son defa' ifadesine itirazımız var. Hayır, son kez değil. Kabullenmeyin. Haydarpaşa dönüştürülmesin diye selam, önünde yatmak, zincirlemek ne gerekirse.

Alevler içindeki Haydarpaşa Garı görüntüsünü unutmamak adına;


Orada mıyız?

Haydarpaşa'ya Selam

Ortala
Dün Haydarpaşa Garı mı yandı, umutlarımız, hatıralarımız, yaşanmışlıklarımız mı belli değil. Aslında hepsi. Alevlerin yalazı geçti, elimizde isi kaldı. 28 Kasım 2010 Pazar günü, saat 15:20'de 'çıkarılan' yangın İstanbul'un yangın yerlerinin külünü yeniden yakıp geçti. İlk şoku atlattıysak, şimdi sivil inisiyatifi ele alma zamanı. Facebook'ta bir çağrı yayınlandı, aynen aktarıyoruz;


'28 Kasım, İstanbul'un 100 yıllık simgesi tarihinin 3. büyük yangınını geçirdi. Milyonlar ekran başında çatıdan yayılan alevleri izlerken tüm Kadıköy dumana boğuldu.


Çatı katı ve 4. kat tamamen yandı, arşivin muhtemelen hepsi yok oldu. Belirsiz bir süreliğine Haydarpaşa kullanıma kapatıldı. Belki de tekrar açılamayacak! Açılsa da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, kuşkusuz.



Uzun zamandır konuşulan dönüşüm projelerinde Haydarpaşa'nın ana hedef olduğunu, limanın ve tren garının dönüştürülerek bir "kültür vadisi"ne çevirileceği biliniyor.



Yakın tarihte dönüşümü start alacak Haydarpaşa'da bugün gerçekleşen yangının kafalarda soru işareti oluşturmaması naif olur.



Rantın "yangın"lara sebep olduğu durumlarla daha önce de karşılaşıldığı için bu olaya ihmalkarlık olarak bakabilmek oldukça zor. Kaldı ki ihmalkarlık bile, son derece yoğun kullanılan ve 1. derece tescilli bir yapı için utanç verici bir sebep. Böyle bir binanın bir ihmale kurban edilmesi, buna göz yumulması ve yapılan müdahelenin tatmin edici olmaması, tarihi korumaya ve kültürel varlıklarımıza verdiğimiz değeri tekrar sorgulamayı gerektiriyor.



Bu kentin asıl sahipleri kentin yaşayanları olarak, ne olacağı henüz belirsiz olan Haydarpaşa'ya dönüşmeden son bir kez selam etmek için. 29 Kasım 2010 saat 19:30'da toplanıyoruz.


Haldun Taner'in önünde buluşup Gar'a, yaklaşılabildiğimiz noktaya kadar yürüyüp, selamımızı veriyoruz...'


Çağrı metninde yazan 'dönüşmeden önce son defa' ifadesine itirazımız var. Hayır, son kez değil. Kabullenmeyin. Haydarpaşa dönüştürülmesin diye selam, önünde yatmak, zincirlemek ne gerekirse.

Alevler içindeki Haydarpaşa Garı görüntüsünü unutmamak adına;


Orada mıyız?

Bir Ankaralı'nın İstanbul'daki ilk aşkıdır Haydarpaşa




Haydarpaşa toplumsal tarihin bir parçası olmaktan öte kişisel tarihlerin en baş köşesindeki mekanlardandır. Hele de bir Ankaralı için.
Şu satırları yazarken gözümden hala yaşlar dökülüyor.
Haydarpaşa, bir Ankaralı’nın İstanbul’daki ilk aşkıdır.
Şehrin kucak açışıdır yabancılara..
Her gelişte kalbi küt küt attırandır.
Her gidişte ağlatan..
O ilk dokunuştur,
İlk öpüş..
İlk aldanıştır aslında..
İlk bekleyiş.
İlk kavga..
İlk ayrılık gözyaşıdır.
Meyhane mezelerine, rakıya , fasıla eşlik edendir.
Bir Ankaralı için Haydarpaşa İstanbul’daki ilk aşktır..
Ve aşk acısı hiç bu kadar can yakmamıştır.



Bir Ankaralı'nın İstanbul'daki ilk aşkıdır Haydarpaşa




Haydarpaşa toplumsal tarihin bir parçası olmaktan öte kişisel tarihlerin en baş köşesindeki mekanlardandır. Hele de bir Ankaralı için.
Şu satırları yazarken gözümden hala yaşlar dökülüyor.
Haydarpaşa, bir Ankaralı’nın İstanbul’daki ilk aşkıdır.
Şehrin kucak açışıdır yabancılara..
Her gelişte kalbi küt küt attırandır.
Her gidişte ağlatan..
O ilk dokunuştur,
İlk öpüş..
İlk aldanıştır aslında..
İlk bekleyiş.
İlk kavga..
İlk ayrılık gözyaşıdır.
Meyhane mezelerine, rakıya , fasıla eşlik edendir.
Bir Ankaralı için Haydarpaşa İstanbul’daki ilk aşktır..
Ve aşk acısı hiç bu kadar can yakmamıştır.



26 Kasım 2010 Cuma

27 Kasım Cumartesi: İstanbul Evde Oturmasın Şenliği







Yarın muhtemelen yazamayacağız. Çünkü İstanbul'daki konser bolluğunda hangisine gideceğimizi düşünmekten zamanımız kalmayacak. Duyduk ki, yarın İstanbul'da evde oturabilmeyi başaranlara kırmızı kurdaleli madalya takıyorlarmış. Bence hoş bir şey. Herkes dışarıdayken evde olmak yani, hoş.


Neyse. Biz evde oturma rehberi değiliz. Size yarın İstanbul sınırları içinde olup biteni aktarmamız içeriğimiz gereği. Öncelikle, yarın İstanbul'da özellikle Beyoğlu civarında metrekareye Türk'ten çok Avrupalı'nın düşeceğini söylemekle işe başlayalım. Üstelik, çoğu çalgıcı takımından. Yarın İstanbul semalarında yankılanacak sesleri bayraklara göre sıralamak gerekirse, Norveç, Danimarka (İsveç, Hollanda ve Belçika da gelse, İsveç-Norveç-Danimarka, Belçika Belçika Hollanda esprisi yapardık), Almanya, Kanada. Biraz açmak gerekirse; Datarock (Norveç), Jazzanova (Almanya), You Say Party (Kanada) ve Efterklang (Danimarka) yarın İstanbul sahnesine konuk olacak müzik grupları.


Konuyu daha da açalım. 27 Kasım konser takviminin ortak noktası 'farklı janrlarda iyi müzik'. Acid Jazz, indie, elektronik, dance punk ya da rock. Hepsi farklı sahnelerde aynı potada. Seçmesi zor. Şöyle bir liste var önümüzde;


Yaylılar ve vokal gücüyle destekli etkileyici müzikler ilginizi cezbediyorsa Efterklang Babylon sahnesinde.


Kıpır kıpır bir sahne ve dans ettiren melodiler arıyor, punk ve new wave ile aranızı hoş tutuyorsanız canlı performanslarının etkileyici olduğunu duyduğumuz You Say Party Bronx Pi Sahne'de.


Norveç, Bergen'den insanın içini kanırtan müzik grupları çıkar önermesini çürüten Datarock 2007'deki konserin tadı daha hala damaklardayken yine Ghetto'da.


Nu Jazz ve Acid Jazz türlerine aşinaysanız, Jazzanova aralarında Detroit’li (A.B.D) müzisyen ve Funk Jazz vokalisti Paul Randolph’un da bulunduğu 9 yetenekli müzisyenden oluşan orkestrayla Tamirane'de.


Bizden söylemesi, sizden seçmesi.


Size bir de güzellik. Şarkıları dinleyin, konserinizi seçin.


You Say Party - Lonely's Lunch




Datarock - Dance!




Jazzanova - Coffee Talk




Efterklang - Blowing Lungs Like Bubbles



27 Kasım Cumartesi: İstanbul Evde Oturmasın Şenliği







Yarın muhtemelen yazamayacağız. Çünkü İstanbul'daki konser bolluğunda hangisine gideceğimizi düşünmekten zamanımız kalmayacak. Duyduk ki, yarın İstanbul'da evde oturabilmeyi başaranlara kırmızı kurdaleli madalya takıyorlarmış. Bence hoş bir şey. Herkes dışarıdayken evde olmak yani, hoş.


Neyse. Biz evde oturma rehberi değiliz. Size yarın İstanbul sınırları içinde olup biteni aktarmamız içeriğimiz gereği. Öncelikle, yarın İstanbul'da özellikle Beyoğlu civarında metrekareye Türk'ten çok Avrupalı'nın düşeceğini söylemekle işe başlayalım. Üstelik, çoğu çalgıcı takımından. Yarın İstanbul semalarında yankılanacak sesleri bayraklara göre sıralamak gerekirse, Norveç, Danimarka (İsveç, Hollanda ve Belçika da gelse, İsveç-Norveç-Danimarka, Belçika Belçika Hollanda esprisi yapardık), Almanya, Kanada. Biraz açmak gerekirse; Datarock (Norveç), Jazzanova (Almanya), You Say Party (Kanada) ve Efterklang (Danimarka) yarın İstanbul sahnesine konuk olacak müzik grupları.


Konuyu daha da açalım. 27 Kasım konser takviminin ortak noktası 'farklı janrlarda iyi müzik'. Acid Jazz, indie, elektronik, dance punk ya da rock. Hepsi farklı sahnelerde aynı potada. Seçmesi zor. Şöyle bir liste var önümüzde;


Yaylılar ve vokal gücüyle destekli etkileyici müzikler ilginizi cezbediyorsa Efterklang Babylon sahnesinde.


Kıpır kıpır bir sahne ve dans ettiren melodiler arıyor, punk ve new wave ile aranızı hoş tutuyorsanız canlı performanslarının etkileyici olduğunu duyduğumuz You Say Party Bronx Pi Sahne'de.


Norveç, Bergen'den insanın içini kanırtan müzik grupları çıkar önermesini çürüten Datarock 2007'deki konserin tadı daha hala damaklardayken yine Ghetto'da.


Nu Jazz ve Acid Jazz türlerine aşinaysanız, Jazzanova aralarında Detroit’li (A.B.D) müzisyen ve Funk Jazz vokalisti Paul Randolph’un da bulunduğu 9 yetenekli müzisyenden oluşan orkestrayla Tamirane'de.


Bizden söylemesi, sizden seçmesi.


Size bir de güzellik. Şarkıları dinleyin, konserinizi seçin.


You Say Party - Lonely's Lunch




Datarock - Dance!




Jazzanova - Coffee Talk




Efterklang - Blowing Lungs Like Bubbles



24 Kasım 2010 Çarşamba

Bugün Unutulmaması Gereken Çok Şey Var


Yasemin
Ortala
11. İstanbul Bienali'nden bir yerleştirme


Bugün 25 Kasım. Nam-ı diğer Kadına Karşı Şiddete Hayır Günü. Radikal Gazetesi bir haber yapmış. Haberde 'Türkiye’deki kadınların, yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor. Kadınların yüzde 48’i uğradığı şiddeti kimseye anlatamıyor. Şiddet ne ekonomik düzey dinliyor ne de eğitim seviyesi. Ve araştırmalara göre, şiddet kadının hayatına bir kere girmişse mutlaka devamı geliyor. ' deniyor. Bu bilgiler, Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve AB’nin desteği ile Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırmadan. Araştırmada yer alan şu bilgi çarpıcı: 'Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.' Lütfen okuyun bu haberi. Hatta gün boyunca haberin olduğu gazete sayfası ya da internet ekranı önünüzde olsun. Açık olması ne işime yarar demeyin. Kadına, erkeğe, eşcinsele, hayvana, çocuğa yapılan ayrımcılığı, istismarı, sömürünün aslında aynı kapıya çıktığını unutmamak, unutturmamak gerek.





Unutulmaması gereken başka şeyler de var. Hıncal Uluç'un 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' dizisinin üzerinde dönen tartışmalar üzerinden tecavüze uğrayan kadınları güya savunurmuş gibi yapıp tecavüzün sıradanlaşmasını, one night stand bile kabul edilebilmesini filan savunduğu o korkunç yazı mesela. Böylece herkes tecavüzü konuşurmuş meğer. Herkes tecavüzü konuşursa kadınlar o kadar utanmazlarmış. Öyle dedi ya Uluç. Yani bir kadının uğradığı tecavüz ne kadar çok mahallenin diline düşerse, ne kadar çok gazetelerde yazılıp çizilirse, 'Gerçek Kesit' türevi programların diline ne kadar çok dolanırsa o kadar normalleşirmiş. Kadın kendini daha güçlü hisseder, yalnızlık duygusunu yenermiş. Tecavüz 'tek gecelik ilişki' statüsüne inermiş. Miş miş miş. Çok seksist, saçma ve her kadının fantezisi tecavüz saçmalığından yola çıkmış bir yazıydı, unutmayın.






Pınar Selek'i unutmayın bir de.
Cihangir'deki Ülker Sokak'ta travestilere ve transseksüellere karşı uygulanan şiddeti anlatan 'Maskeler, Süvariler, Gacılar' kitabıyla anımsayın Pınar'ı. Sosyoloji alanındaki çalışmalarıyla parıltılar saçan bir bilim insanını çatır çatır yiyen, sindirmeye çalışan, onlarca insanın ölümünün günah keçisi yapan otoriteye rağmen, Pınar'ın 'hala umudumuz var' deyişini yazın aklınıza. Pınar'ı onun makalelerini, kitaplarını ve araştırmalarını okuyarak tanımaya çalışın. Hukukun, devlet otoritesinin yapamadığını siz yapın. Pınar'ın müebbeti vicdanınıza bir başka yük olsun. Pınar'ı okuyun, tanıyın, o zaman hak mücadelecisi bu güzel insanın bir yerlere bomba koyup cinayet işlemek bir yana, karıncayı bile incitemeyeceğine olan inancınız tazelensin.



Bugün 25 Kasım. Kadına Karşı Şiddet ile birlikte hatırlanması gereken çok şey var. Kendini erk sahibi sananın aşağı gördüğü üzerinde uyguladığı şiddeti ne kadar tartışırsak, o kadar iyi.


Ek; Açık Radyo'da Hikayenin Kadin Hali programında Yasemin Oz ve Nil Mutluer Pınar Selek davasını konu ediyor. Pinarın da telefonla katılacağı program 15.30'da 94.9 frekansında. Zamanınızı esirgemeyin ve Pınar'a kulak verin lütfen.





Bugün Unutulmaması Gereken Çok Şey Var


Yasemin
Ortala
11. İstanbul Bienali'nden bir yerleştirme


Bugün 25 Kasım. Nam-ı diğer Kadına Karşı Şiddete Hayır Günü. Radikal Gazetesi bir haber yapmış. Haberde 'Türkiye’deki kadınların, yüzde 41.9’u fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor. Kadınların yüzde 48’i uğradığı şiddeti kimseye anlatamıyor. Şiddet ne ekonomik düzey dinliyor ne de eğitim seviyesi. Ve araştırmalara göre, şiddet kadının hayatına bir kere girmişse mutlaka devamı geliyor. ' deniyor. Bu bilgiler, Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve AB’nin desteği ile Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce 24 bin 48 hane ziyareti ve 12 binden fazla kadınla yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirilen bir araştırmadan. Araştırmada yer alan şu bilgi çarpıcı: 'Şiddet yaşamış kadınların yüzde 33.7’si ‘hayatına son vermeyi düşündüğünü’ söylüyor. Düşük ve yüksek gelir grubunda bu fikri aklından geçiren kadın oranı aynı, yani yüzde 34.6.' Lütfen okuyun bu haberi. Hatta gün boyunca haberin olduğu gazete sayfası ya da internet ekranı önünüzde olsun. Açık olması ne işime yarar demeyin. Kadına, erkeğe, eşcinsele, hayvana, çocuğa yapılan ayrımcılığı, istismarı, sömürünün aslında aynı kapıya çıktığını unutmamak, unutturmamak gerek.





Unutulmaması gereken başka şeyler de var. Hıncal Uluç'un 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' dizisinin üzerinde dönen tartışmalar üzerinden tecavüze uğrayan kadınları güya savunurmuş gibi yapıp tecavüzün sıradanlaşmasını, one night stand bile kabul edilebilmesini filan savunduğu o korkunç yazı mesela. Böylece herkes tecavüzü konuşurmuş meğer. Herkes tecavüzü konuşursa kadınlar o kadar utanmazlarmış. Öyle dedi ya Uluç. Yani bir kadının uğradığı tecavüz ne kadar çok mahallenin diline düşerse, ne kadar çok gazetelerde yazılıp çizilirse, 'Gerçek Kesit' türevi programların diline ne kadar çok dolanırsa o kadar normalleşirmiş. Kadın kendini daha güçlü hisseder, yalnızlık duygusunu yenermiş. Tecavüz 'tek gecelik ilişki' statüsüne inermiş. Miş miş miş. Çok seksist, saçma ve her kadının fantezisi tecavüz saçmalığından yola çıkmış bir yazıydı, unutmayın.






Pınar Selek'i unutmayın bir de.
Cihangir'deki Ülker Sokak'ta travestilere ve transseksüellere karşı uygulanan şiddeti anlatan 'Maskeler, Süvariler, Gacılar' kitabıyla anımsayın Pınar'ı. Sosyoloji alanındaki çalışmalarıyla parıltılar saçan bir bilim insanını çatır çatır yiyen, sindirmeye çalışan, onlarca insanın ölümünün günah keçisi yapan otoriteye rağmen, Pınar'ın 'hala umudumuz var' deyişini yazın aklınıza. Pınar'ı onun makalelerini, kitaplarını ve araştırmalarını okuyarak tanımaya çalışın. Hukukun, devlet otoritesinin yapamadığını siz yapın. Pınar'ın müebbeti vicdanınıza bir başka yük olsun. Pınar'ı okuyun, tanıyın, o zaman hak mücadelecisi bu güzel insanın bir yerlere bomba koyup cinayet işlemek bir yana, karıncayı bile incitemeyeceğine olan inancınız tazelensin.



Bugün 25 Kasım. Kadına Karşı Şiddet ile birlikte hatırlanması gereken çok şey var. Kendini erk sahibi sananın aşağı gördüğü üzerinde uyguladığı şiddeti ne kadar tartışırsak, o kadar iyi.


Ek; Açık Radyo'da Hikayenin Kadin Hali programında Yasemin Oz ve Nil Mutluer Pınar Selek davasını konu ediyor. Pinarın da telefonla katılacağı program 15.30'da 94.9 frekansında. Zamanınızı esirgemeyin ve Pınar'a kulak verin lütfen.





23 Kasım 2010 Salı

Cirque Du Soleil Özlemi Diniyor




Eskişehir'de, şehrin tam ortasında iki tatlı kızla aynı evi paylaşıyorum. Birbirimizin odasına girip kitap, CD ve dergi karıştırma kredimiz sınırsız. Bir gün arka odaya misafir oluyorum. Masanın üzerinde Cirque Du Soleil'in Varekai gösterisinin soundtrack albümü duruyor. El koyuyorum. Uzun bir süre, nereye gidersem gideyim benimle geliyor. Natacha Atlas'ın vokaline, Hint, Mısır, çingene müziğinin kaynaşmasına kaptırıyorum. Varekai DVD'im tekrar tekrar izlemekten yıpranıyor.


Öyle bir dünya ki bu Cirque Du Soleil, herbiri ayrı bir alemden gelen sanatçılar sebebiyle birbirinden farklı dillerin karışımından kendi dillerini yaratmışlar. Bu dilin adına da 'Imaginary Language' demişler. Gösterilerinde bu dili kullanıyorlar. Peri masallarından, eski Yunan mitlerinden, sinemadan, evrenin varoluşundan, farklı kültürlerin binbir çeşit dilinden öyküler yaratıyorlar. Müzikleri, kostümleri, akrobatların saltoları, trapezcilerin uçup yere usulca konmaları, ateş dansçıları, ip cambazları, jonglörleri, rüya aleminden fırlamış ışık oyunları, aklın ve kasların sınırlarını zorlayan figürleriyle dansçıları ile Cirque Du Soleil'in anlattığı bu öykülere kayıtsız kalmak için kör olmak gerek. Kör olmak bile yetmiyor aslında kapılıp gitmek için, çünkü Alegria'da
"if you have no voice: scream. if you have no legs: run. if you have no hope: invent / sesin çıkmıyorsa; bağır. bacakların yoksa; koş. Umudun yoksa; yarat." diyerek tüm bahanelerinizi elinizden alıyorlar.


Cirque Du Soleil'i benim için özel kılan bir diğer özelliği ise, gösterilerinde asla hayvanları kullanmamaları. Bugün canlı istismarının en acımasızlarından birinin sirklerde gösteri yapması için eğitilen, eğitilirken türlü acımasız yöntemlere maruz bırakılan sirk hayvanlarına reva görüldüğünü biliyoruz. Cirque Du Soleil, bu duyarlılığıyla dahi dünyadaki pek çok gösteri grubundan ayrı bir yerde duruyor.


Ve şimdi iyi bir haber: Bunca zaman yayınlanan DVD'lerle, albümlerle ve videolarla Cirque Du Soleil'i şöyle bir ucundan tadan bizlerin özlemi Şubat 2011'de sona eriyor. Çok uzun zamandır bu vuslatı bekleyenler sevinecektir, eminim. Pozitif gösterinin tarihini açıkladı ama Cirque Du Soleil'in hangi gösteriyle ilk kucaklaşmayı gerçekleştireceğini önümüzdeki haftaya bırakmışlar. Sizin için titiz bir araştırma yaptık (websitelerine şöyle bir baktık demek daha doğru), Cirque Du Soleil İstanbul'a Saltimbanco gösterisiyle geliyor.


Takipte kalırken, bir yandan da Cirque Du Soleil videolarını seyrederek masala kendinizi hazırlayabilirsiniz.


Cirque Du Soleil Özlemi Diniyor




Eskişehir'de, şehrin tam ortasında iki tatlı kızla aynı evi paylaşıyorum. Birbirimizin odasına girip kitap, CD ve dergi karıştırma kredimiz sınırsız. Bir gün arka odaya misafir oluyorum. Masanın üzerinde Cirque Du Soleil'in Varekai gösterisinin soundtrack albümü duruyor. El koyuyorum. Uzun bir süre, nereye gidersem gideyim benimle geliyor. Natacha Atlas'ın vokaline, Hint, Mısır, çingene müziğinin kaynaşmasına kaptırıyorum. Varekai DVD'im tekrar tekrar izlemekten yıpranıyor.


Öyle bir dünya ki bu Cirque Du Soleil, herbiri ayrı bir alemden gelen sanatçılar sebebiyle birbirinden farklı dillerin karışımından kendi dillerini yaratmışlar. Bu dilin adına da 'Imaginary Language' demişler. Gösterilerinde bu dili kullanıyorlar. Peri masallarından, eski Yunan mitlerinden, sinemadan, evrenin varoluşundan, farklı kültürlerin binbir çeşit dilinden öyküler yaratıyorlar. Müzikleri, kostümleri, akrobatların saltoları, trapezcilerin uçup yere usulca konmaları, ateş dansçıları, ip cambazları, jonglörleri, rüya aleminden fırlamış ışık oyunları, aklın ve kasların sınırlarını zorlayan figürleriyle dansçıları ile Cirque Du Soleil'in anlattığı bu öykülere kayıtsız kalmak için kör olmak gerek. Kör olmak bile yetmiyor aslında kapılıp gitmek için, çünkü Alegria'da
"if you have no voice: scream. if you have no legs: run. if you have no hope: invent / sesin çıkmıyorsa; bağır. bacakların yoksa; koş. Umudun yoksa; yarat." diyerek tüm bahanelerinizi elinizden alıyorlar.


Cirque Du Soleil'i benim için özel kılan bir diğer özelliği ise, gösterilerinde asla hayvanları kullanmamaları. Bugün canlı istismarının en acımasızlarından birinin sirklerde gösteri yapması için eğitilen, eğitilirken türlü acımasız yöntemlere maruz bırakılan sirk hayvanlarına reva görüldüğünü biliyoruz. Cirque Du Soleil, bu duyarlılığıyla dahi dünyadaki pek çok gösteri grubundan ayrı bir yerde duruyor.


Ve şimdi iyi bir haber: Bunca zaman yayınlanan DVD'lerle, albümlerle ve videolarla Cirque Du Soleil'i şöyle bir ucundan tadan bizlerin özlemi Şubat 2011'de sona eriyor. Çok uzun zamandır bu vuslatı bekleyenler sevinecektir, eminim. Pozitif gösterinin tarihini açıkladı ama Cirque Du Soleil'in hangi gösteriyle ilk kucaklaşmayı gerçekleştireceğini önümüzdeki haftaya bırakmışlar. Sizin için titiz bir araştırma yaptık (websitelerine şöyle bir baktık demek daha doğru), Cirque Du Soleil İstanbul'a Saltimbanco gösterisiyle geliyor.


Takipte kalırken, bir yandan da Cirque Du Soleil videolarını seyrederek masala kendinizi hazırlayabilirsiniz.


İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğimiz Gruplar: Noah and the Whale

Bir şarkıyı dinlemekten bitap düşürdüğünüz oldu mu hiç ? Şarkı bitap düşer mi demeyin!

An itibariyle İngiliz indie folk grubu Noah and The Whale’in 2009 yılında piyasaya çıkan ve

albümle aynı adı taşıyan First Days of Spring isimli şarkısını fazla dinlemekten bozdum sanıyorum. Albümde bir tek o şarkı çalışmıyor artık.

Hal böyle olunca şarkıyı ve tüm albümlerini kanlı canlı dinlemek için grubu İstanbul sahnelerinde görmeyi istemenin zamanı geldi diye düşündüm.

“Noah And The Whale” adı grubun en sevdiği film “The Squid And The Whale” ile filmin yönetmeni Noah Baumbach’ın isimlerini bir araya gelmesiyle oluşuyor. Charlie (vokal, gitar, ukulele) , Fred Abbott (gitar/klavye 2009 sonrası) ,Doug Fink (davul 2006-2009 arası) kardeşlere çocukluk arkadaşları Matt Owens (öncesinde Urby Whale- bas) ile Tom Hobden eşlik ediyor.

Grubun elemanlarından biri de 2008 ortalarına kadar Londra folk camiasının yere bakan yürek yakan kızı Laura Marling oluyor ve tam da düşünüldüğü gibi grup elemanlarından biriyle, hem de vokali ve gitaristi Charlie’yle işi pişiriyor.

2008’in en başarılı debut albümlerinden biri olarak yorumlanan “Peaceful,The World Lays Me Down” ardından grup 2009’da First Days of Spring’i piyasaya sürüyor.

Albüm rivayete göre Charlie Fink’in Laura Marling (Bu kızımızın adı ikidir geçiyor yazılarımda, ayrı bir vaka olarak incelemek farz oldu) tarafından terk edilmesinin bir ürünü. Albümle yetinilmeyip ardından yaşadıklarını kırk beş dakikalık bir filmle de anlatıyor zavallı Charlie.

Albümün adına inat insanın ömrünü tüketen , bahar şöyle dursun, kış soğuklarında sizi kar fırtınasına sokan ve çıkmaya çabaladıkça karlar içinde nefessiz kalmanıza neden olan bir albüm bu.

En klişe aşk sözcüklerinin, tümcelerinin havalarda uçuştuğu amma velakin dinleyenleri asla klişe hissettirmeyen bir albüm çıkarmışlar.

Aşk ve ayrılık acısının müzikle ve sözle nasıl da güzel bütünleştiğini özellikle The First Days of Spring’den ve My Broken Heart’tan anlayabilirsiniz.

2011 Mart’ında yeni albümleriyle bizlerin karşısına çıkacak olan Noah and the Whale’i Avrupa turu kapsamında İstanbul sahnelerinde de görelim istiyorum.

Çok mu şey istiyorum?

Websiteleri ve daha fazla bilgi için buyrunuz..

İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğimiz Gruplar: Noah and the Whale

Bir şarkıyı dinlemekten bitap düşürdüğünüz oldu mu hiç ? Şarkı bitap düşer mi demeyin!

An itibariyle İngiliz indie folk grubu Noah and The Whale’in 2009 yılında piyasaya çıkan ve

albümle aynı adı taşıyan First Days of Spring isimli şarkısını fazla dinlemekten bozdum sanıyorum. Albümde bir tek o şarkı çalışmıyor artık.

Hal böyle olunca şarkıyı ve tüm albümlerini kanlı canlı dinlemek için grubu İstanbul sahnelerinde görmeyi istemenin zamanı geldi diye düşündüm.

“Noah And The Whale” adı grubun en sevdiği film “The Squid And The Whale” ile filmin yönetmeni Noah Baumbach’ın isimlerini bir araya gelmesiyle oluşuyor. Charlie (vokal, gitar, ukulele) , Fred Abbott (gitar/klavye 2009 sonrası) ,Doug Fink (davul 2006-2009 arası) kardeşlere çocukluk arkadaşları Matt Owens (öncesinde Urby Whale- bas) ile Tom Hobden eşlik ediyor.

Grubun elemanlarından biri de 2008 ortalarına kadar Londra folk camiasının yere bakan yürek yakan kızı Laura Marling oluyor ve tam da düşünüldüğü gibi grup elemanlarından biriyle, hem de vokali ve gitaristi Charlie’yle işi pişiriyor.

2008’in en başarılı debut albümlerinden biri olarak yorumlanan “Peaceful,The World Lays Me Down” ardından grup 2009’da First Days of Spring’i piyasaya sürüyor.

Albüm rivayete göre Charlie Fink’in Laura Marling (Bu kızımızın adı ikidir geçiyor yazılarımda, ayrı bir vaka olarak incelemek farz oldu) tarafından terk edilmesinin bir ürünü. Albümle yetinilmeyip ardından yaşadıklarını kırk beş dakikalık bir filmle de anlatıyor zavallı Charlie.

Albümün adına inat insanın ömrünü tüketen , bahar şöyle dursun, kış soğuklarında sizi kar fırtınasına sokan ve çıkmaya çabaladıkça karlar içinde nefessiz kalmanıza neden olan bir albüm bu.

En klişe aşk sözcüklerinin, tümcelerinin havalarda uçuştuğu amma velakin dinleyenleri asla klişe hissettirmeyen bir albüm çıkarmışlar.

Aşk ve ayrılık acısının müzikle ve sözle nasıl da güzel bütünleştiğini özellikle The First Days of Spring’den ve My Broken Heart’tan anlayabilirsiniz.

2011 Mart’ında yeni albümleriyle bizlerin karşısına çıkacak olan Noah and the Whale’i Avrupa turu kapsamında İstanbul sahnelerinde de görelim istiyorum.

Çok mu şey istiyorum?

Websiteleri ve daha fazla bilgi için buyrunuz..

İstanbul'u İstanbul Bienali'yle Hatırlamak


Alternatif-İstanbul'u 'bienal' etiketiyle takip edenler bilirler, enstelasyonları elde rehberle şöyle bir gezmektense, bienalin şehir ve mekanlarla kurduğu bağla ilgiliyim. Geçen sene 30 küsür insanın bok yolunda niyazi olmasıyla sonuçlanan sel sonrası yazdığım bir yazıda bienalleri algılama biçimimi şöyle anlatmışım: 'Dün akşam ellerinde haritaları ve rehberleri ile İstanbul'un en "dokunulmaz", en "keyfe keder" caddesinde bir aşağı, bir yukarı dolanan turistlere baktım ve arka sokaklarda ne olup bittiğine dair bir "umurları" olup olmadığını düşündüm. Eğer varsa, çoğu 11. İstanbul Bienali için gelmiş bu güruhun kent -mekan ilişkisini irdelerken İstanbul'un sular altında tüm boyaları akıveren tarafını da tartışmasını dilerim. Bu tartışmanın iki yıl önceki o tepeden inme "Kemalist" tartışmalarından çok daha aydınlatacı olacağı kanaatindeyim.'


Bienallerin şehirlerle kurduğu, kurmaya çabaladığı bağı önemsiyorum. Bu kimi zaman temalar üzerinden yürüyen, kimi zamansa spontane gelişen bir durum. Örneğin; 11. İstanbul Bienali zamanında çektiğim şu fotoğraflar bienalle eş zamanlı gerçekleşen ama hiçbir sanatçının işiyle organik bağlantısı bulunmayan bir tesadüf. Böyle tesadüfler sadece bienal metinleri üzerinde dönen tartışmalardan çok daha önem arzediyor benim için.


IKSV de şehir-bienal bağını önemsiyor olsa gerek ki, İstanbul ve İstanbul Bienali arasında 20 yıl önce başlayan birlikteliği konuşmak adına 26-27 Kasım'da 'İstanbul'u Hatırlamak' başlığı altında bir konferans düzenliyor. Konferansa katılacak katılımcılar, geçmişten bugüne gerçekleştirilen enstelasyonlar üzerinden İstanbul Bienali'nin şehirle kurduğu ilişkiyi aşama aşama algılama ve hatırlama imkanı bulacak.


İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü BS1-BS2 Salonları'nda gerçekleştirilecek konferansa katılım ücretsiz. pazarlama@iksv.org adresine bir e-posta atarak katılım isteğinizi bildirmeniz gerekiyor. Konferans hakkında daha detaylı bilgi bu adreste yer alıyor. Konferans programına ise bu linkten ulaşabilirsiniz.


İstanbul'u İstanbul Bienali'yle Hatırlamak


Alternatif-İstanbul'u 'bienal' etiketiyle takip edenler bilirler, enstelasyonları elde rehberle şöyle bir gezmektense, bienalin şehir ve mekanlarla kurduğu bağla ilgiliyim. Geçen sene 30 küsür insanın bok yolunda niyazi olmasıyla sonuçlanan sel sonrası yazdığım bir yazıda bienalleri algılama biçimimi şöyle anlatmışım: 'Dün akşam ellerinde haritaları ve rehberleri ile İstanbul'un en "dokunulmaz", en "keyfe keder" caddesinde bir aşağı, bir yukarı dolanan turistlere baktım ve arka sokaklarda ne olup bittiğine dair bir "umurları" olup olmadığını düşündüm. Eğer varsa, çoğu 11. İstanbul Bienali için gelmiş bu güruhun kent -mekan ilişkisini irdelerken İstanbul'un sular altında tüm boyaları akıveren tarafını da tartışmasını dilerim. Bu tartışmanın iki yıl önceki o tepeden inme "Kemalist" tartışmalarından çok daha aydınlatacı olacağı kanaatindeyim.'


Bienallerin şehirlerle kurduğu, kurmaya çabaladığı bağı önemsiyorum. Bu kimi zaman temalar üzerinden yürüyen, kimi zamansa spontane gelişen bir durum. Örneğin; 11. İstanbul Bienali zamanında çektiğim şu fotoğraflar bienalle eş zamanlı gerçekleşen ama hiçbir sanatçının işiyle organik bağlantısı bulunmayan bir tesadüf. Böyle tesadüfler sadece bienal metinleri üzerinde dönen tartışmalardan çok daha önem arzediyor benim için.


IKSV de şehir-bienal bağını önemsiyor olsa gerek ki, İstanbul ve İstanbul Bienali arasında 20 yıl önce başlayan birlikteliği konuşmak adına 26-27 Kasım'da 'İstanbul'u Hatırlamak' başlığı altında bir konferans düzenliyor. Konferansa katılacak katılımcılar, geçmişten bugüne gerçekleştirilen enstelasyonlar üzerinden İstanbul Bienali'nin şehirle kurduğu ilişkiyi aşama aşama algılama ve hatırlama imkanı bulacak.


İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü BS1-BS2 Salonları'nda gerçekleştirilecek konferansa katılım ücretsiz. pazarlama@iksv.org adresine bir e-posta atarak katılım isteğinizi bildirmeniz gerekiyor. Konferans hakkında daha detaylı bilgi bu adreste yer alıyor. Konferans programına ise bu linkten ulaşabilirsiniz.


Orta Dünya'nın Gölünden Gerçek Dünyaya


Midlake 'Winter Dies'la aklımı başımdan alıyor. (Video: Gökşen Çalışkan)


Dün gece Midlake konserinde sizi izledim. Müziğin etkisiyle kendinden geçmiştiniz. Gözlerinizi dumanlı sahneye dikmiş, kimbilir ne düşünüyordunuz? Kiminizin kafası güzeldi, Midlake basslarla salonu iyice hipnotize ettikçe, siz birbirinizin sırtını göğsünü yumrukluyordunuz. Bazılarınız şarkılara eşlik ettiniz. Yukarıdan en güzel görünen sizdiniz. 'Winter Dies'ın sözlerine dalıp gideniniz, Ian Anderson'ın flütüne kapılanınız oldu. 'Act of Man'de yaşamınızın bir parçası gözünüzün önünden aktı gitti. Sıra Van Occupanther'ın 'Let me not be too consumed with this world / Sometimes I want to go home / and stay out of sight for a long time' bölümüne geldiğinde 'Me, too!' diye sahneye bağırmak istediniz. Boğaziçi'ne 'River' dedikleri için içerlediniz. Midlake afacan bir tavırla işi espriye vurunca affettiniz. En çok 'Roscoe' diye bağırdınız sahneye doğru. Müzik bitip de pembe ışıklar ve sisler yerini spotlara bırakınca 'keşke bu kadar son albüm ağırlıklı olarak çalmasalardı' diyenleriniz de oldu, 'acaba yarın yine gelip dinlesek mi?' diye içinizden geçireniniz de.


Sonra belki yürürken İstiklal'de oyun havasıyla kendinden geçen Romanları gördünüz. Müzikle kendilerinden geçişlerine imrendiniz. Ed Harcourt afişleri gözünüze çarpınca bu akşam Babylon'da performansı olduğunu hatırladınız. Malatyalı midyeciden bol limonlu midyeleri afiyetle yediniz. 100 gr. kestane, bir paket Beyoğlu çikolatası, Bambi'de tost, Lale'de bir kase çorba, belki geceyi cilalayacak bir kadeh bir şey. Sabahı karşılamaya hazırlanan Beyoğlu ritüellerinden herhangi birini yaptınız işte. Sonra ev, uyku.


Sabah: Savaş. Kuzey Kore, Güney Kore'yi bombalamış.


Bazen yorganı başınıza çekip orada öylece kalasınız geliyor.


Yaşam sevincini elde tutmak zor zanaat.

Orta Dünya'nın Gölünden Gerçek Dünyaya


Midlake 'Winter Dies'la aklımı başımdan alıyor. (Video: Gökşen Çalışkan)


Dün gece Midlake konserinde sizi izledim. Müziğin etkisiyle kendinden geçmiştiniz. Gözlerinizi dumanlı sahneye dikmiş, kimbilir ne düşünüyordunuz? Kiminizin kafası güzeldi, Midlake basslarla salonu iyice hipnotize ettikçe, siz birbirinizin sırtını göğsünü yumrukluyordunuz. Bazılarınız şarkılara eşlik ettiniz. Yukarıdan en güzel görünen sizdiniz. 'Winter Dies'ın sözlerine dalıp gideniniz, Ian Anderson'ın flütüne kapılanınız oldu. 'Act of Man'de yaşamınızın bir parçası gözünüzün önünden aktı gitti. Sıra Van Occupanther'ın 'Let me not be too consumed with this world / Sometimes I want to go home / and stay out of sight for a long time' bölümüne geldiğinde 'Me, too!' diye sahneye bağırmak istediniz. Boğaziçi'ne 'River' dedikleri için içerlediniz. Midlake afacan bir tavırla işi espriye vurunca affettiniz. En çok 'Roscoe' diye bağırdınız sahneye doğru. Müzik bitip de pembe ışıklar ve sisler yerini spotlara bırakınca 'keşke bu kadar son albüm ağırlıklı olarak çalmasalardı' diyenleriniz de oldu, 'acaba yarın yine gelip dinlesek mi?' diye içinizden geçireniniz de.


Sonra belki yürürken İstiklal'de oyun havasıyla kendinden geçen Romanları gördünüz. Müzikle kendilerinden geçişlerine imrendiniz. Ed Harcourt afişleri gözünüze çarpınca bu akşam Babylon'da performansı olduğunu hatırladınız. Malatyalı midyeciden bol limonlu midyeleri afiyetle yediniz. 100 gr. kestane, bir paket Beyoğlu çikolatası, Bambi'de tost, Lale'de bir kase çorba, belki geceyi cilalayacak bir kadeh bir şey. Sabahı karşılamaya hazırlanan Beyoğlu ritüellerinden herhangi birini yaptınız işte. Sonra ev, uyku.


Sabah: Savaş. Kuzey Kore, Güney Kore'yi bombalamış.


Bazen yorganı başınıza çekip orada öylece kalasınız geliyor.


Yaşam sevincini elde tutmak zor zanaat.

21 Kasım 2010 Pazar

Bu Yaşlı Şehirde Bir Başka Sisli Gün Daha...

iskemble3

İstanbul'da plastik sandalyeler değil de, eski sahil ve kır kahvelerindeki gibi tahta iskemble bulmak artık zor. Her yer beyaz ve petrol yeşili, çekince gıcırdayan, hiç müşteri yokken masa üzerine kapatılınca rüzgarda uçuveren o kötü sandalyelerle doldu. Bundan sebep; bir sahil kahvesi beyaz badanalı ve mavi pencereliyse, plastiğe değil, tahta iskemblelere oturulup hasbıhal ediliyorsa, üzerinde uyuklayan bir kedi varsa, çayında karbonat acılığı değil, kendi deminden kaynaklı o güzel burukluk hissediliyorsa ve derin bir 'oh' çekilip günlük gazeteleri kıraat edilebiliyorsa, o sahil kahvesi candır. 'Nerede öylesi?' diyorsanız, kulak verin: Salacak Sahili'nde böyle bir yer var. Hemen yanıbaşında Doğancılar - Üsküdar'a doğru giden yolun tabelası görünüyor. Kapısında ise Su Ürünleri Kooperatifi Lokali yazıyor. Deniz kıyısında minderlere oturup çayına 2,5 tl. bayılınan yerlerle aynı manzarayı, yani Kızkulesi'nden bir kuş uçumu mesafedeki Topkapı Sarayı'nı görüyor. Üstelik, bir 'Merhaba' esirgenmiyor ve çay 1 lira. Uyuklayan kedi, gazete hışırtısı, çayın burukluğu, gelen geçenlerin selam alıp vermesi; kısa bir İstanbul sabahı öyküsü gibi. Gibi değil, öyle.



Öykü demişken, hep merak etmişimdir: 'Neden hangi tür kitapları okursun?' sorusunun yanıtı çoğunlukla romandır? Çetrefilli ve uzun olay örgüsü olan bir şeylerle uğraştığımızı karşımızdakine hissettirmek hoşumuza mı gidiyor acaba? Su gibi akan, dupduru yazılmış öykülerinin; sözgelimi bir Katherine Mansfield ya da Salinger ya da Sait Faik'in okur dimağında 'Rus edebiyatına takıldım' kadar olamamasının, öykünün hakkının verilmeyişinin nedeni ne olabilir?


Iskemble1


Günler delirmiş gibi akıyor. Dokuz günlük o karmaşa sokaklarda kemikler bırakarak geldi geçti. Sisli ve nefes almayı zorlaştıracak kadar kötü kokan bir havaya karışıyor kalabalık. Zor bir gün, zorlaştırılacak bir gün. Denizyolu ulaşımı iptal, dolmuş-otobüs duraklarında metrelerce kuyruk, köprüler şimdiden içine inşaat artığı girmiş lavabo gibi. Bankalar en kalabalık günlerinden birini yaşayacak, devlet dairelerinde sistem çökecek, hastanelerde iniltiler yankılanacak, trafik birbirine girecek, kaotik bir şehir insanından ne bedbahlıklar istiyorsa hepsi olacak. Bilmem ki nasıl başetmeli? Müzikçalarda Midlake dönse, akşamına da Salon IKSV'de Winter Dies şarkısı bir de canlı canlı dinlense? Gün akşama dönüp de kapı karanlığın üzerine kapatılınca bir Fellini filmi izlense? Sadece metrodan metroya okunan kitap bu seferlik kanepede yerini alsa ve bu kitap bir öykü kitabı olsa?


Sis bulutu en azından yarına kadar dağılıp gider mi dersiniz?


Bu Yaşlı Şehirde Bir Başka Sisli Gün Daha...

iskemble3

İstanbul'da plastik sandalyeler değil de, eski sahil ve kır kahvelerindeki gibi tahta iskemble bulmak artık zor. Her yer beyaz ve petrol yeşili, çekince gıcırdayan, hiç müşteri yokken masa üzerine kapatılınca rüzgarda uçuveren o kötü sandalyelerle doldu. Bundan sebep; bir sahil kahvesi beyaz badanalı ve mavi pencereliyse, plastiğe değil, tahta iskemblelere oturulup hasbıhal ediliyorsa, üzerinde uyuklayan bir kedi varsa, çayında karbonat acılığı değil, kendi deminden kaynaklı o güzel burukluk hissediliyorsa ve derin bir 'oh' çekilip günlük gazeteleri kıraat edilebiliyorsa, o sahil kahvesi candır. 'Nerede öylesi?' diyorsanız, kulak verin: Salacak Sahili'nde böyle bir yer var. Hemen yanıbaşında Doğancılar - Üsküdar'a doğru giden yolun tabelası görünüyor. Kapısında ise Su Ürünleri Kooperatifi Lokali yazıyor. Deniz kıyısında minderlere oturup çayına 2,5 tl. bayılınan yerlerle aynı manzarayı, yani Kızkulesi'nden bir kuş uçumu mesafedeki Topkapı Sarayı'nı görüyor. Üstelik, bir 'Merhaba' esirgenmiyor ve çay 1 lira. Uyuklayan kedi, gazete hışırtısı, çayın burukluğu, gelen geçenlerin selam alıp vermesi; kısa bir İstanbul sabahı öyküsü gibi. Gibi değil, öyle.



Öykü demişken, hep merak etmişimdir: 'Neden hangi tür kitapları okursun?' sorusunun yanıtı çoğunlukla romandır? Çetrefilli ve uzun olay örgüsü olan bir şeylerle uğraştığımızı karşımızdakine hissettirmek hoşumuza mı gidiyor acaba? Su gibi akan, dupduru yazılmış öykülerinin; sözgelimi bir Katherine Mansfield ya da Salinger ya da Sait Faik'in okur dimağında 'Rus edebiyatına takıldım' kadar olamamasının, öykünün hakkının verilmeyişinin nedeni ne olabilir?


Iskemble1


Günler delirmiş gibi akıyor. Dokuz günlük o karmaşa sokaklarda kemikler bırakarak geldi geçti. Sisli ve nefes almayı zorlaştıracak kadar kötü kokan bir havaya karışıyor kalabalık. Zor bir gün, zorlaştırılacak bir gün. Denizyolu ulaşımı iptal, dolmuş-otobüs duraklarında metrelerce kuyruk, köprüler şimdiden içine inşaat artığı girmiş lavabo gibi. Bankalar en kalabalık günlerinden birini yaşayacak, devlet dairelerinde sistem çökecek, hastanelerde iniltiler yankılanacak, trafik birbirine girecek, kaotik bir şehir insanından ne bedbahlıklar istiyorsa hepsi olacak. Bilmem ki nasıl başetmeli? Müzikçalarda Midlake dönse, akşamına da Salon IKSV'de Winter Dies şarkısı bir de canlı canlı dinlense? Gün akşama dönüp de kapı karanlığın üzerine kapatılınca bir Fellini filmi izlense? Sadece metrodan metroya okunan kitap bu seferlik kanepede yerini alsa ve bu kitap bir öykü kitabı olsa?


Sis bulutu en azından yarına kadar dağılıp gider mi dersiniz?


İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğimiz Gruplar : Mumford & Sons


Sevdiğim insanlara verdiğim sözleri tutmamakla nam saldım şu sıralar. Şahsıma münhasır medcezirlerin etkisiyle kendi kendime verdiğim sözleri bile tutamaz oldum. Ama buna bir son vermek gerek.

Hayatın sarıp sarmaladığı akıntı bizi bazen berrak sular içinde yüzdürürken, bazen kayalarla dolu sular içinde birinden diğerine çarpıp kan revan içinde kalmamıza neden oluyor. Akıntının sonunda nereye akacağımızsa herkes için bir muamma..

Böyle depresif sözler gevelediğime bakmayın,Kuzey rüzgarlarının sersemlettiği 9 günlük tatilin ardından kürkçü dükkanıma dönüp vakti zamanında önce kendime, ardından Ezgi’ye verdiğim bir sözün ufacık bir bölümünü gerçekleştirmek üzere huzurlarınızdayım.

Dersimiz: İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğim Gruplar 101

Konumuz: Mumford and Sons

Mumford and Sons da ne ya da kim dediğinizi duyar gibiyim. Fotoğraflarda gördüğünüz delikanlılar 2007 Aralık ayında güzeller güzeli “Londra’mın” Batısı’ndan tek bir amaç uğruna yola çıktılar:

“Kendi kendilerini çok ciddiye almadan fark yaratan müzik yapmak”

Birçok kişi grubu "Stargate Universe" ‘un "Intervention" bölümünde çalan “After the Storm” şarkısıyla keşfetmiş durumda. Halbuki bu, grubun farklı TV dizi ve programlarında duyulan ilk şarkısı değil. Dahası için aşağıdaki linkleri inceleyin.

20’lerinin başındaki bu dört delikanlı (Marcus Mumford-vokal,gitar,davul,mandolin- Country Winston-vokal,banjo,dobro-, Ben Lovett –vokal,keyboard,akordeon- ve Ted Dwane-vokal,bas)2007 yılı yazını Londra folk müzik camiasında farklı gruplar için çalıp söyleyerek geçirirken Marcus’un önerisi üzerine grup olmaya karar verdiler . İlk kurulduklarında yakın arkadaşları İngiliz Laura Marlingle-bir başka yazımın konusunu oluşturacak kendisi- birlikte St. Paul’s School, Barnes , King’s College ve Wimbledon’da performanslar sergileyen Mumford and Sons, zamanla önce şehir ve sonra da bendenizin de keşfine imkan sağlayan ülke sınırlarını da aşarak dünya çapında dinlenen bir kitleye ulaştılar. Çok da abartmayayım, bu yazıyı okuyan sizler grubu Türkiye’de tanıyan ender kişilerden olacaksınız muhtemelen..



Müziği kategorize etmekte hep zorlandım ancak illa ne müzik yapar bu delikanlılar derseniz folk rock diye özetleyebilirim ancak bunun aynı zamanda gençlere yapılan bir haksızlık olduğunu da ekleyebilirim. Grubun ilk albümü Sigh No More Ekim 2009’da İngiltere’de, Şubat 2010’da ise ABD’de piyasaya çıktı.

Az önce söylediğim gibi kısaca folk rock olarak tanımlanmasa da grubun müziği, dinlediğinizde sizi zaman zaman berrak sularda yüzüyormuş gibi huzur içinde hissettirirken, kimi zaman da şarkıların kendi içindeki iniş çıkışlarla kayalara çarpıyormuşsunuz gibi bir oraya bir buraya savuruyor. Ve bu da üstünüzden bir post rock fırtınası geçmiş gibi hissettirebiliyor.

Sizden ricam, yazının sonunda paylaşacaklarımı dinleyip bu delikanlıların gerçekten hakettikleri yere gelmelerine katkıda bulunmak. Hem kimbilir, tıpkı Şirinler gibi böylece Avrupa turnesine çıktıklarında İstanbul mekanlarında da Mumford and Sons’ı kanlı canlı görme fırsatımız olur.
Grubun en sevdiğim iki parçası için buyrunuz:

I gave you all

Sigh No More

Daha Fazla Bilgi İçin ise:

Websitesi

Myspace

Diskografi


İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğimiz Gruplar : Mumford & Sons


Sevdiğim insanlara verdiğim sözleri tutmamakla nam saldım şu sıralar. Şahsıma münhasır medcezirlerin etkisiyle kendi kendime verdiğim sözleri bile tutamaz oldum. Ama buna bir son vermek gerek.

Hayatın sarıp sarmaladığı akıntı bizi bazen berrak sular içinde yüzdürürken, bazen kayalarla dolu sular içinde birinden diğerine çarpıp kan revan içinde kalmamıza neden oluyor. Akıntının sonunda nereye akacağımızsa herkes için bir muamma..

Böyle depresif sözler gevelediğime bakmayın,Kuzey rüzgarlarının sersemlettiği 9 günlük tatilin ardından kürkçü dükkanıma dönüp vakti zamanında önce kendime, ardından Ezgi’ye verdiğim bir sözün ufacık bir bölümünü gerçekleştirmek üzere huzurlarınızdayım.

Dersimiz: İstanbul Sahnelerinde Görmek İstediğim Gruplar 101

Konumuz: Mumford and Sons

Mumford and Sons da ne ya da kim dediğinizi duyar gibiyim. Fotoğraflarda gördüğünüz delikanlılar 2007 Aralık ayında güzeller güzeli “Londra’mın” Batısı’ndan tek bir amaç uğruna yola çıktılar:

“Kendi kendilerini çok ciddiye almadan fark yaratan müzik yapmak”

Birçok kişi grubu "Stargate Universe" ‘un "Intervention" bölümünde çalan “After the Storm” şarkısıyla keşfetmiş durumda. Halbuki bu, grubun farklı TV dizi ve programlarında duyulan ilk şarkısı değil. Dahası için aşağıdaki linkleri inceleyin.

20’lerinin başındaki bu dört delikanlı (Marcus Mumford-vokal,gitar,davul,mandolin- Country Winston-vokal,banjo,dobro-, Ben Lovett –vokal,keyboard,akordeon- ve Ted Dwane-vokal,bas)2007 yılı yazını Londra folk müzik camiasında farklı gruplar için çalıp söyleyerek geçirirken Marcus’un önerisi üzerine grup olmaya karar verdiler . İlk kurulduklarında yakın arkadaşları İngiliz Laura Marlingle-bir başka yazımın konusunu oluşturacak kendisi- birlikte St. Paul’s School, Barnes , King’s College ve Wimbledon’da performanslar sergileyen Mumford and Sons, zamanla önce şehir ve sonra da bendenizin de keşfine imkan sağlayan ülke sınırlarını da aşarak dünya çapında dinlenen bir kitleye ulaştılar. Çok da abartmayayım, bu yazıyı okuyan sizler grubu Türkiye’de tanıyan ender kişilerden olacaksınız muhtemelen..



Müziği kategorize etmekte hep zorlandım ancak illa ne müzik yapar bu delikanlılar derseniz folk rock diye özetleyebilirim ancak bunun aynı zamanda gençlere yapılan bir haksızlık olduğunu da ekleyebilirim. Grubun ilk albümü Sigh No More Ekim 2009’da İngiltere’de, Şubat 2010’da ise ABD’de piyasaya çıktı.

Az önce söylediğim gibi kısaca folk rock olarak tanımlanmasa da grubun müziği, dinlediğinizde sizi zaman zaman berrak sularda yüzüyormuş gibi huzur içinde hissettirirken, kimi zaman da şarkıların kendi içindeki iniş çıkışlarla kayalara çarpıyormuşsunuz gibi bir oraya bir buraya savuruyor. Ve bu da üstünüzden bir post rock fırtınası geçmiş gibi hissettirebiliyor.

Sizden ricam, yazının sonunda paylaşacaklarımı dinleyip bu delikanlıların gerçekten hakettikleri yere gelmelerine katkıda bulunmak. Hem kimbilir, tıpkı Şirinler gibi böylece Avrupa turnesine çıktıklarında İstanbul mekanlarında da Mumford and Sons’ı kanlı canlı görme fırsatımız olur.
Grubun en sevdiğim iki parçası için buyrunuz:

I gave you all

Sigh No More

Daha Fazla Bilgi İçin ise:

Websitesi

Myspace

Diskografi


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons