27 Mayıs 2008 Salı

Şişme Kadın Yoksa Tava ile İdare...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/9030061.asp?gid=233&sz=49011

Şebeke üyeleri, gazetelere penis büyütücü ve şişme kadın gibi çeşitli erotik ürünleri pazarladığını bildiren hayali bir "erotik shop" ilanı verdi. İlanı gören vatandaşlar, sipariş için telefonla aradıklarında, kendilerine, açılan banka hesaplarına 100 ile 300 YTL arasında para yatırmaları söylendi. Ancak siparişlerini bekleyen vatandaşlar, kendilerine erotik ürün yerine tava, tencere, kavanoz ve şişe gönderilince neye uğradıklarını şaşırdılar. İstediği ürünün adresine gelmediğini söyleyen kişilerden de bankaya tekrar para yatırmaları istenerek, "Şimdilik bununla idare edin. İstediğiniz ürün yakında kapınızda" denildi.



Şişme Kadın Yoksa Tava ile İdare...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/9030061.asp?gid=233&sz=49011

Şebeke üyeleri, gazetelere penis büyütücü ve şişme kadın gibi çeşitli erotik ürünleri pazarladığını bildiren hayali bir "erotik shop" ilanı verdi. İlanı gören vatandaşlar, sipariş için telefonla aradıklarında, kendilerine, açılan banka hesaplarına 100 ile 300 YTL arasında para yatırmaları söylendi. Ancak siparişlerini bekleyen vatandaşlar, kendilerine erotik ürün yerine tava, tencere, kavanoz ve şişe gönderilince neye uğradıklarını şaşırdılar. İstediği ürünün adresine gelmediğini söyleyen kişilerden de bankaya tekrar para yatırmaları istenerek, "Şimdilik bununla idare edin. İstediğiniz ürün yakında kapınızda" denildi.



Şişme Kadın Yoksa Tava ile İdare...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/9030061.asp?gid=233&sz=49011

Şebeke üyeleri, gazetelere penis büyütücü ve şişme kadın gibi çeşitli erotik ürünleri pazarladığını bildiren hayali bir "erotik shop" ilanı verdi. İlanı gören vatandaşlar, sipariş için telefonla aradıklarında, kendilerine, açılan banka hesaplarına 100 ile 300 YTL arasında para yatırmaları söylendi. Ancak siparişlerini bekleyen vatandaşlar, kendilerine erotik ürün yerine tava, tencere, kavanoz ve şişe gönderilince neye uğradıklarını şaşırdılar. İstediği ürünün adresine gelmediğini söyleyen kişilerden de bankaya tekrar para yatırmaları istenerek, "Şimdilik bununla idare edin. İstediğiniz ürün yakında kapınızda" denildi.



26 Mayıs 2008 Pazartesi

Birşeyler Kıpırdanıyor...

Geçen sene bu zamanlar sabahları okula gitmeden önce Dandy Warhols'dan "We Used To Be Friends" i ya da The Beatles'dan "Twist and Shout"u dinleyerek uykumu açıyordum. Şimdi ise bir Cohen bestesi olan "First We Take Manhattan"ın Joe Cocker yorumu ile açıyorum gözümü. Şarkı seçimlerim bile uyum sağlamaya çalıştığım yeni hayata göre şekillenmiş.



Patrick Wolf'ün "Augustine" şarkısı... "Thinking, why does love leave me so damn cold?" Sabah-akşam gece-gündüz başa sarıp sarıp dinle dur...


Birşeyler Kıpırdanıyor...

Geçen sene bu zamanlar sabahları okula gitmeden önce Dandy Warhols'dan "We Used To Be Friends" i ya da The Beatles'dan "Twist and Shout"u dinleyerek uykumu açıyordum. Şimdi ise bir Cohen bestesi olan "First We Take Manhattan"ın Joe Cocker yorumu ile açıyorum gözümü. Şarkı seçimlerim bile uyum sağlamaya çalıştığım yeni hayata göre şekillenmiş.



Patrick Wolf'ün "Augustine" şarkısı... "Thinking, why does love leave me so damn cold?" Sabah-akşam gece-gündüz başa sarıp sarıp dinle dur...


Birşeyler Kıpırdanıyor...

Geçen sene bu zamanlar sabahları okula gitmeden önce Dandy Warhols'dan "We Used To Be Friends" i ya da The Beatles'dan "Twist and Shout"u dinleyerek uykumu açıyordum. Şimdi ise bir Cohen bestesi olan "First We Take Manhattan"ın Joe Cocker yorumu ile açıyorum gözümü. Şarkı seçimlerim bile uyum sağlamaya çalıştığım yeni hayata göre şekillenmiş.



Patrick Wolf'ün "Augustine" şarkısı... "Thinking, why does love leave me so damn cold?" Sabah-akşam gece-gündüz başa sarıp sarıp dinle dur...


24 Mayıs 2008 Cumartesi

Kusur...

Standartlarla aram hiç hoş değil. Bu nedenle son derece ciddi takım elbisemin üzerine karikatürlü çantamı takıp işe gidebiliyorum. Ciddiyetinden katiyen sual olunmaz bir toplantıda içinde cep telefonum ve not defterimin olduğu köpekli kalem kutumu çıkarıp masanın üzerine koyuyorum. Kurbağalı cüzdanımla, saçma sapan renklerdeki not defterlerimle ve envai çeşit ıvır-zıvırımla kurumsallığı hedeflemiş bir şirket için kabus gibi bir çalışanım.


Gittiğim hiçbir yerde sesinin ve kahkahasının tonunu ayarlayabilen bir kadın olamadım. Eski Türk filmlerinin en vazgeçilmez prototipi olan dolgun ve de olgun pavyon kadını kahkahasının bir benzerini atıyorum gülerken. Beni iyi tanıyanlar "şttt, yavaş biraz" demenin anlamsızlığını bilirler. Uyarmaya kalkanlar ise "ben gürültü yapmıyorum, etraf sessiz" cevabını alırlar ve asla kahkahamla uğraşılmaması gerektiğini öğrenirler.


Kusurlu bir kadın olarak abuk subuk ölçü dayatmalarına, tek tiplileştirilmeye, "sus söyleme, dur eyleme" çıkışmalarına, uzun lafın kısası kendime yabancılaştırılmaya, olmadığım bir gibi davranmaya ya da görünmeye zorlanmaya gelemiyorum. Herhangi bir ast-üst ilişkisi ya da başka bir sebeple bu yönde baskılamaya çalışanlara karşı umursamazlık zırhımı kuşanıyorum. Gerçek dostlarım kusurlarla dolu kusursuz insanlar olduğundan standart dışı ne yaparsam yapayım duygularıma ket vurmak zorunda bırakılmıyorum. Hatalı/defolu giysileri, çatlak seslerin söylediği şarkıları, gıcırtılı kapıları, rengi solmuş mobilyaları, zamanla aşınmış yüzleri, kopup duran filmleri ve kusurlarını güzel kılmayı başaran insanları seviyor ve yaşamımın bana ait olan kısmını bütün bu parçalarla tamamlıyorum.


Dün akşam Linda'nın evinde kurduğumuz rakı masasına çok lezzetli hazırlanmış deniz börülcesinden kocaman bir çatal almışken Fellini'nin kusurları ile güzelleşen kadınları geldi aklıma. Eğri burunlu, çarpık bacaklı, göbeği çıkmış ya da saçları dağılmış ama dansıyla ortalığı ateşe veren, kocaman siyah gözleri ile baktığında söze gerek bırakmayan ya da gülüşüyle ortalığı yangın yerine çeviren kadınlar... Gerçek kadınlar!


Bu kadar kusur kadı kızında da olur:


Saraghina'nın Rumbası


Şişko-lezzo feministo Beth Ditto ile Jarvis Cocker ile birlikte Temptation'ı yorumluyor

Kusur...

Standartlarla aram hiç hoş değil. Bu nedenle son derece ciddi takım elbisemin üzerine karikatürlü çantamı takıp işe gidebiliyorum. Ciddiyetinden katiyen sual olunmaz bir toplantıda içinde cep telefonum ve not defterimin olduğu köpekli kalem kutumu çıkarıp masanın üzerine koyuyorum. Kurbağalı cüzdanımla, saçma sapan renklerdeki not defterlerimle ve envai çeşit ıvır-zıvırımla kurumsallığı hedeflemiş bir şirket için kabus gibi bir çalışanım.


Gittiğim hiçbir yerde sesinin ve kahkahasının tonunu ayarlayabilen bir kadın olamadım. Eski Türk filmlerinin en vazgeçilmez prototipi olan dolgun ve de olgun pavyon kadını kahkahasının bir benzerini atıyorum gülerken. Beni iyi tanıyanlar "şttt, yavaş biraz" demenin anlamsızlığını bilirler. Uyarmaya kalkanlar ise "ben gürültü yapmıyorum, etraf sessiz" cevabını alırlar ve asla kahkahamla uğraşılmaması gerektiğini öğrenirler.


Kusurlu bir kadın olarak abuk subuk ölçü dayatmalarına, tek tiplileştirilmeye, "sus söyleme, dur eyleme" çıkışmalarına, uzun lafın kısası kendime yabancılaştırılmaya, olmadığım bir gibi davranmaya ya da görünmeye zorlanmaya gelemiyorum. Herhangi bir ast-üst ilişkisi ya da başka bir sebeple bu yönde baskılamaya çalışanlara karşı umursamazlık zırhımı kuşanıyorum. Gerçek dostlarım kusurlarla dolu kusursuz insanlar olduğundan standart dışı ne yaparsam yapayım duygularıma ket vurmak zorunda bırakılmıyorum. Hatalı/defolu giysileri, çatlak seslerin söylediği şarkıları, gıcırtılı kapıları, rengi solmuş mobilyaları, zamanla aşınmış yüzleri, kopup duran filmleri ve kusurlarını güzel kılmayı başaran insanları seviyor ve yaşamımın bana ait olan kısmını bütün bu parçalarla tamamlıyorum.


Dün akşam Linda'nın evinde kurduğumuz rakı masasına çok lezzetli hazırlanmış deniz börülcesinden kocaman bir çatal almışken Fellini'nin kusurları ile güzelleşen kadınları geldi aklıma. Eğri burunlu, çarpık bacaklı, göbeği çıkmış ya da saçları dağılmış ama dansıyla ortalığı ateşe veren, kocaman siyah gözleri ile baktığında söze gerek bırakmayan ya da gülüşüyle ortalığı yangın yerine çeviren kadınlar... Gerçek kadınlar!


Bu kadar kusur kadı kızında da olur:


Saraghina'nın Rumbası


Şişko-lezzo feministo Beth Ditto ile Jarvis Cocker ile birlikte Temptation'ı yorumluyor

Kusur...

Standartlarla aram hiç hoş değil. Bu nedenle son derece ciddi takım elbisemin üzerine karikatürlü çantamı takıp işe gidebiliyorum. Ciddiyetinden katiyen sual olunmaz bir toplantıda içinde cep telefonum ve not defterimin olduğu köpekli kalem kutumu çıkarıp masanın üzerine koyuyorum. Kurbağalı cüzdanımla, saçma sapan renklerdeki not defterlerimle ve envai çeşit ıvır-zıvırımla kurumsallığı hedeflemiş bir şirket için kabus gibi bir çalışanım.


Gittiğim hiçbir yerde sesinin ve kahkahasının tonunu ayarlayabilen bir kadın olamadım. Eski Türk filmlerinin en vazgeçilmez prototipi olan dolgun ve de olgun pavyon kadını kahkahasının bir benzerini atıyorum gülerken. Beni iyi tanıyanlar "şttt, yavaş biraz" demenin anlamsızlığını bilirler. Uyarmaya kalkanlar ise "ben gürültü yapmıyorum, etraf sessiz" cevabını alırlar ve asla kahkahamla uğraşılmaması gerektiğini öğrenirler.


Kusurlu bir kadın olarak abuk subuk ölçü dayatmalarına, tek tiplileştirilmeye, "sus söyleme, dur eyleme" çıkışmalarına, uzun lafın kısası kendime yabancılaştırılmaya, olmadığım bir gibi davranmaya ya da görünmeye zorlanmaya gelemiyorum. Herhangi bir ast-üst ilişkisi ya da başka bir sebeple bu yönde baskılamaya çalışanlara karşı umursamazlık zırhımı kuşanıyorum. Gerçek dostlarım kusurlarla dolu kusursuz insanlar olduğundan standart dışı ne yaparsam yapayım duygularıma ket vurmak zorunda bırakılmıyorum. Hatalı/defolu giysileri, çatlak seslerin söylediği şarkıları, gıcırtılı kapıları, rengi solmuş mobilyaları, zamanla aşınmış yüzleri, kopup duran filmleri ve kusurlarını güzel kılmayı başaran insanları seviyor ve yaşamımın bana ait olan kısmını bütün bu parçalarla tamamlıyorum.


Dün akşam Linda'nın evinde kurduğumuz rakı masasına çok lezzetli hazırlanmış deniz börülcesinden kocaman bir çatal almışken Fellini'nin kusurları ile güzelleşen kadınları geldi aklıma. Eğri burunlu, çarpık bacaklı, göbeği çıkmış ya da saçları dağılmış ama dansıyla ortalığı ateşe veren, kocaman siyah gözleri ile baktığında söze gerek bırakmayan ya da gülüşüyle ortalığı yangın yerine çeviren kadınlar... Gerçek kadınlar!


Bu kadar kusur kadı kızında da olur:


Saraghina'nın Rumbası


Şişko-lezzo feministo Beth Ditto ile Jarvis Cocker ile birlikte Temptation'ı yorumluyor

21 Mayıs 2008 Çarşamba

15. Uluslararası İstanbul Caz Festival'inden Seçmeler

Şu 8 Temmuz denen tarihin bir kerameti olduğunu düşünüyor ve hatta "kulaklardaki pası silme bayramı" ilan edilmesini öneriyorum. Geçen sene Antony and The Johnsons'un Şan Tiyatrosu'nda Nina Simone'dan, Bryan Ferry'den ve Scott Walker'dan aldığı ilham ile yarattığı, sonra da özgürce uçmaları için saldığı kız kuşlar şakımıştı Şan Tiyatrosu'nun yıkıntıları arasında. Bu sene ise aynı tarihte Rufus Wainwright Aya İrini'den seslenecek. Bana da bir yandan müziği dinlerken bir yandan da bu güzelim kilisenin küçük parmaklıklı pencerelerine dalıp gitmek düşecek. 8 Temmuz akşamı gökyüzü açıktan koyuya değişirken Rufus'un bir Judy Garland, bir Leonard Cohen ve elbette kendisi olmasını izlemek güzel olacaktır eminim ki.


Sanat etliye sütlüye dokunmalı mıdır yoksa yalnızca bireylerin haz duyusuna hitap etmek için mi vardır? Sanatçı politik tavrını ortaya koymalı mıdır, yoksa sanat yalnızca taşan egosunu tatmin etmek isteyen yaratıcı insanların işi midir? Siz bu sorular üzerinde fikir yürütedurun, ben cevabımı buldum: Caetano Veloso. Açık Radyo'da birkaç saat boyunca Veloso anlatan Uğur Yücel'in kulakları çınlasın: Rakı masamın baş tacı akşamcılarından olan Veloso, 10 Temmuz akşamı İstanbul'da ilk defa sahne alacak ve bana göre kendisi Caz Festivali'nin assolisti.


Geçtiğimiz aylarda İstanbul'a gelen Dee Dee Bridgewater, Nina Simone anısına verilecek özel bir konser için 15 Temmuz'da yeniden İstanbul'da. Bridgewater'a Stacy Kent, Raul MidÓn ve Sibel Köse & Schackman Band eşlik edecek. Nina Simone ve İstanbul birarada nasıl bir etki bırakacak, doğrusu merak ediyorum.




Kış boyunca dört duvar arasında kapalıyken dinlediğimiz müzisyenleri canlı canlı dinlemek İstanbul'un nemden yapış yapış yaz gecelerini biraz olsun çekilir kılacağa benziyor. 14 Temmuz gecesi şehrin bunaltılarından biraz olsun kurtulmak isteyenlerin derdine Yasmin Levy'nin harcını Anadolu'nun, Balkanlar'ın, Ortadoğu'nun ve İspanya'nın ağıtlarından, sefarad alemlerinden ya da çingenelerinden karan müziği derman olabilir.



Evet, 15. Uluslararası İstanbul Caz Festivali programı açıklandı, duymayan kalmasın. Kimse bilet almakta geç kalmasın, ortalık değerbilmez jet sosyeteye kalmasın.


Miuuuuuvvvv:


Rufus'tan Everybody Knows yorumu


Tadımlık Rufus


Yasmin Levy'den İrma Kero yorumu

15. Uluslararası İstanbul Caz Festival'inden Seçmeler

Şu 8 Temmuz denen tarihin bir kerameti olduğunu düşünüyor ve hatta "kulaklardaki pası silme bayramı" ilan edilmesini öneriyorum. Geçen sene Antony and The Johnsons'un Şan Tiyatrosu'nda Nina Simone'dan, Bryan Ferry'den ve Scott Walker'dan aldığı ilham ile yarattığı, sonra da özgürce uçmaları için saldığı kız kuşlar şakımıştı Şan Tiyatrosu'nun yıkıntıları arasında. Bu sene ise aynı tarihte Rufus Wainwright Aya İrini'den seslenecek. Bana da bir yandan müziği dinlerken bir yandan da bu güzelim kilisenin küçük parmaklıklı pencerelerine dalıp gitmek düşecek. 8 Temmuz akşamı gökyüzü açıktan koyuya değişirken Rufus'un bir Judy Garland, bir Leonard Cohen ve elbette kendisi olmasını izlemek güzel olacaktır eminim ki.


Sanat etliye sütlüye dokunmalı mıdır yoksa yalnızca bireylerin haz duyusuna hitap etmek için mi vardır? Sanatçı politik tavrını ortaya koymalı mıdır, yoksa sanat yalnızca taşan egosunu tatmin etmek isteyen yaratıcı insanların işi midir? Siz bu sorular üzerinde fikir yürütedurun, ben cevabımı buldum: Caetano Veloso. Açık Radyo'da birkaç saat boyunca Veloso anlatan Uğur Yücel'in kulakları çınlasın: Rakı masamın baş tacı akşamcılarından olan Veloso, 10 Temmuz akşamı İstanbul'da ilk defa sahne alacak ve bana göre kendisi Caz Festivali'nin assolisti.


Geçtiğimiz aylarda İstanbul'a gelen Dee Dee Bridgewater, Nina Simone anısına verilecek özel bir konser için 15 Temmuz'da yeniden İstanbul'da. Bridgewater'a Stacy Kent, Raul MidÓn ve Sibel Köse & Schackman Band eşlik edecek. Nina Simone ve İstanbul birarada nasıl bir etki bırakacak, doğrusu merak ediyorum.




Kış boyunca dört duvar arasında kapalıyken dinlediğimiz müzisyenleri canlı canlı dinlemek İstanbul'un nemden yapış yapış yaz gecelerini biraz olsun çekilir kılacağa benziyor. 14 Temmuz gecesi şehrin bunaltılarından biraz olsun kurtulmak isteyenlerin derdine Yasmin Levy'nin harcını Anadolu'nun, Balkanlar'ın, Ortadoğu'nun ve İspanya'nın ağıtlarından, sefarad alemlerinden ya da çingenelerinden karan müziği derman olabilir.



Evet, 15. Uluslararası İstanbul Caz Festivali programı açıklandı, duymayan kalmasın. Kimse bilet almakta geç kalmasın, ortalık değerbilmez jet sosyeteye kalmasın.


Miuuuuuvvvv:


Rufus'tan Everybody Knows yorumu


Tadımlık Rufus


Yasmin Levy'den İrma Kero yorumu

15. Uluslararası İstanbul Caz Festival'inden Seçmeler

Şu 8 Temmuz denen tarihin bir kerameti olduğunu düşünüyor ve hatta "kulaklardaki pası silme bayramı" ilan edilmesini öneriyorum. Geçen sene Antony and The Johnsons'un Şan Tiyatrosu'nda Nina Simone'dan, Bryan Ferry'den ve Scott Walker'dan aldığı ilham ile yarattığı, sonra da özgürce uçmaları için saldığı kız kuşlar şakımıştı Şan Tiyatrosu'nun yıkıntıları arasında. Bu sene ise aynı tarihte Rufus Wainwright Aya İrini'den seslenecek. Bana da bir yandan müziği dinlerken bir yandan da bu güzelim kilisenin küçük parmaklıklı pencerelerine dalıp gitmek düşecek. 8 Temmuz akşamı gökyüzü açıktan koyuya değişirken Rufus'un bir Judy Garland, bir Leonard Cohen ve elbette kendisi olmasını izlemek güzel olacaktır eminim ki.


Sanat etliye sütlüye dokunmalı mıdır yoksa yalnızca bireylerin haz duyusuna hitap etmek için mi vardır? Sanatçı politik tavrını ortaya koymalı mıdır, yoksa sanat yalnızca taşan egosunu tatmin etmek isteyen yaratıcı insanların işi midir? Siz bu sorular üzerinde fikir yürütedurun, ben cevabımı buldum: Caetano Veloso. Açık Radyo'da birkaç saat boyunca Veloso anlatan Uğur Yücel'in kulakları çınlasın: Rakı masamın baş tacı akşamcılarından olan Veloso, 10 Temmuz akşamı İstanbul'da ilk defa sahne alacak ve bana göre kendisi Caz Festivali'nin assolisti.


Geçtiğimiz aylarda İstanbul'a gelen Dee Dee Bridgewater, Nina Simone anısına verilecek özel bir konser için 15 Temmuz'da yeniden İstanbul'da. Bridgewater'a Stacy Kent, Raul MidÓn ve Sibel Köse & Schackman Band eşlik edecek. Nina Simone ve İstanbul birarada nasıl bir etki bırakacak, doğrusu merak ediyorum.




Kış boyunca dört duvar arasında kapalıyken dinlediğimiz müzisyenleri canlı canlı dinlemek İstanbul'un nemden yapış yapış yaz gecelerini biraz olsun çekilir kılacağa benziyor. 14 Temmuz gecesi şehrin bunaltılarından biraz olsun kurtulmak isteyenlerin derdine Yasmin Levy'nin harcını Anadolu'nun, Balkanlar'ın, Ortadoğu'nun ve İspanya'nın ağıtlarından, sefarad alemlerinden ya da çingenelerinden karan müziği derman olabilir.



Evet, 15. Uluslararası İstanbul Caz Festivali programı açıklandı, duymayan kalmasın. Kimse bilet almakta geç kalmasın, ortalık değerbilmez jet sosyeteye kalmasın.


Miuuuuuvvvv:


Rufus'tan Everybody Knows yorumu


Tadımlık Rufus


Yasmin Levy'den İrma Kero yorumu

15 Mayıs 2008 Perşembe

Asıl Başbelası...



Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber, atmosferdeki sera gazlarının son 800.000 yılın en yüksek seviyesine ulaştığını belirten araştırmaları işaret ediyor. Atmosferdeki sera gazlarının %30'u ise karayolu taşıtları tarafından salınıyor.



Yukarıdaki haberi gördükten sonra geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen F1 organizasyonu hakkında okuduklarım aklıma geldi. F1 Türkiye'nin tanıtımı ve pazarlanması açısından önemli bir organizasyon olarak görüldüğünden hakkında olumsuz konuşmak neredeyse vatan hainliğiyle eş değer tutuluyor. İşin şaşalı ambalajını kaldırdığınızda ise İstanbul'un elinde kalmış birkaç su havzasından biri olan Ömerli'nin F1 pisti inşa etmek için katledildiği gerçeği ortaya çıkıyor. Alınan bu kararın yalnızca bu bölgeye özgü endemik türleri yok edileceği uzmanlar tarafından hazırlanan raporlarda belirtilse de bu veriler günkurtarma derdindeki yetkililer tarafından gözardı ediliyor ve su havzasından bozma F1 pistimiz allanıp pullanarak dedikodu programlarının gediklisi ünlülerimizin boy göstermek için yarıştıkları bir podyum, ana haber bültenlerine iyi bir malzeme ya da çevrede yaşayanların 3-5 kuruş kazanacağı bir gelir kapısı olarak hizmete giriveriyor.


Peki ya sonra? Doğal yaşam alanının tam ortasına kurdukları F1 pistine tavşanlar ve sokak köpekleri fırlıyor diye birilerinin aklı gidiyor. Kimse canlıların yaşam alanlarının gaspedildiği gerçeğin umursamıyor ve piste fırlayan aptal sokak köpeğinin FIA adlı kuruluşa rapor edileceğinin derdine düşüyor. Piste çıkan köpeğin giden canı için değil, F1 arabasının parçalanmış ön süspansiyonu için ağlaşılıyor. Nasıl ki Pippa'ya tecavüz edildikten sonra dökülen timsah gözyaşları ile birlikte imaj cilalama ve kıç kurtarma derdine düşüldüyse, aynı aymazlık ve iki yüzlülükle saatte bilmemkaç kilometre giden metal yığınlarının altında parça pinçik olan canlılardan değil, kızgın F1 pilotlarından özürler dileniyor. Nasıl haber yaptıklarını artık anlamakta zorluk çektiğim komedya, attığı tahrik edici ve duyarsız başlıklarla sokakta yaşayan canlıların ölüm fermanını imzalayacak olanlar için dayanak oluyor. Neyse ki doğa neyin gerçek baş belası, neyin gerçekten gerekli olduğunu pekala ayırt ediyor. Tarih doğal kaynaklarını yokeden her toplum için hazırladığı sonu tekerrür ettirmeye hazırlanıyor ve bunun sinyallerini artık gizliden gizliye değil, borazan çala çala veriyor. Anlayana tabi.

Asıl Başbelası...



Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber, atmosferdeki sera gazlarının son 800.000 yılın en yüksek seviyesine ulaştığını belirten araştırmaları işaret ediyor. Atmosferdeki sera gazlarının %30'u ise karayolu taşıtları tarafından salınıyor.



Yukarıdaki haberi gördükten sonra geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen F1 organizasyonu hakkında okuduklarım aklıma geldi. F1 Türkiye'nin tanıtımı ve pazarlanması açısından önemli bir organizasyon olarak görüldüğünden hakkında olumsuz konuşmak neredeyse vatan hainliğiyle eş değer tutuluyor. İşin şaşalı ambalajını kaldırdığınızda ise İstanbul'un elinde kalmış birkaç su havzasından biri olan Ömerli'nin F1 pisti inşa etmek için katledildiği gerçeği ortaya çıkıyor. Alınan bu kararın yalnızca bu bölgeye özgü endemik türleri yok edileceği uzmanlar tarafından hazırlanan raporlarda belirtilse de bu veriler günkurtarma derdindeki yetkililer tarafından gözardı ediliyor ve su havzasından bozma F1 pistimiz allanıp pullanarak dedikodu programlarının gediklisi ünlülerimizin boy göstermek için yarıştıkları bir podyum, ana haber bültenlerine iyi bir malzeme ya da çevrede yaşayanların 3-5 kuruş kazanacağı bir gelir kapısı olarak hizmete giriveriyor.


Peki ya sonra? Doğal yaşam alanının tam ortasına kurdukları F1 pistine tavşanlar ve sokak köpekleri fırlıyor diye birilerinin aklı gidiyor. Kimse canlıların yaşam alanlarının gaspedildiği gerçeğin umursamıyor ve piste fırlayan aptal sokak köpeğinin FIA adlı kuruluşa rapor edileceğinin derdine düşüyor. Piste çıkan köpeğin giden canı için değil, F1 arabasının parçalanmış ön süspansiyonu için ağlaşılıyor. Nasıl ki Pippa'ya tecavüz edildikten sonra dökülen timsah gözyaşları ile birlikte imaj cilalama ve kıç kurtarma derdine düşüldüyse, aynı aymazlık ve iki yüzlülükle saatte bilmemkaç kilometre giden metal yığınlarının altında parça pinçik olan canlılardan değil, kızgın F1 pilotlarından özürler dileniyor. Nasıl haber yaptıklarını artık anlamakta zorluk çektiğim komedya, attığı tahrik edici ve duyarsız başlıklarla sokakta yaşayan canlıların ölüm fermanını imzalayacak olanlar için dayanak oluyor. Neyse ki doğa neyin gerçek baş belası, neyin gerçekten gerekli olduğunu pekala ayırt ediyor. Tarih doğal kaynaklarını yokeden her toplum için hazırladığı sonu tekerrür ettirmeye hazırlanıyor ve bunun sinyallerini artık gizliden gizliye değil, borazan çala çala veriyor. Anlayana tabi.

Asıl Başbelası...



Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber, atmosferdeki sera gazlarının son 800.000 yılın en yüksek seviyesine ulaştığını belirten araştırmaları işaret ediyor. Atmosferdeki sera gazlarının %30'u ise karayolu taşıtları tarafından salınıyor.



Yukarıdaki haberi gördükten sonra geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen F1 organizasyonu hakkında okuduklarım aklıma geldi. F1 Türkiye'nin tanıtımı ve pazarlanması açısından önemli bir organizasyon olarak görüldüğünden hakkında olumsuz konuşmak neredeyse vatan hainliğiyle eş değer tutuluyor. İşin şaşalı ambalajını kaldırdığınızda ise İstanbul'un elinde kalmış birkaç su havzasından biri olan Ömerli'nin F1 pisti inşa etmek için katledildiği gerçeği ortaya çıkıyor. Alınan bu kararın yalnızca bu bölgeye özgü endemik türleri yok edileceği uzmanlar tarafından hazırlanan raporlarda belirtilse de bu veriler günkurtarma derdindeki yetkililer tarafından gözardı ediliyor ve su havzasından bozma F1 pistimiz allanıp pullanarak dedikodu programlarının gediklisi ünlülerimizin boy göstermek için yarıştıkları bir podyum, ana haber bültenlerine iyi bir malzeme ya da çevrede yaşayanların 3-5 kuruş kazanacağı bir gelir kapısı olarak hizmete giriveriyor.


Peki ya sonra? Doğal yaşam alanının tam ortasına kurdukları F1 pistine tavşanlar ve sokak köpekleri fırlıyor diye birilerinin aklı gidiyor. Kimse canlıların yaşam alanlarının gaspedildiği gerçeğin umursamıyor ve piste fırlayan aptal sokak köpeğinin FIA adlı kuruluşa rapor edileceğinin derdine düşüyor. Piste çıkan köpeğin giden canı için değil, F1 arabasının parçalanmış ön süspansiyonu için ağlaşılıyor. Nasıl ki Pippa'ya tecavüz edildikten sonra dökülen timsah gözyaşları ile birlikte imaj cilalama ve kıç kurtarma derdine düşüldüyse, aynı aymazlık ve iki yüzlülükle saatte bilmemkaç kilometre giden metal yığınlarının altında parça pinçik olan canlılardan değil, kızgın F1 pilotlarından özürler dileniyor. Nasıl haber yaptıklarını artık anlamakta zorluk çektiğim komedya, attığı tahrik edici ve duyarsız başlıklarla sokakta yaşayan canlıların ölüm fermanını imzalayacak olanlar için dayanak oluyor. Neyse ki doğa neyin gerçek baş belası, neyin gerçekten gerekli olduğunu pekala ayırt ediyor. Tarih doğal kaynaklarını yokeden her toplum için hazırladığı sonu tekerrür ettirmeye hazırlanıyor ve bunun sinyallerini artık gizliden gizliye değil, borazan çala çala veriyor. Anlayana tabi.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Anasının Gözü

Akşam kanalın birinde 19 Mayıs'ta başlayacak olan sigara yasağı ile ilgili olarak yapılan sokak röportajlarını izlerken 10 gün sonra sigara izmaritini yere atarsa 20 YTL ceza ödeyeceğini söyleyen muhabire vatandaşın birinin verdiği cevap: "10 gün daha atabiliriz yani..."

"İşi bilicen, işe gitmicen" vurdumduymazlığında debelenip giden bir ülkede ancak çevreci kredi kartı çıkarıp smslerle panda kurtarmakla yetinebilirsiniz. Otomobil camından atılan pet şişelere, duvar diplerinde çitlenip kabukları savrulan çekirdeklere ve de yerlere atılan sigara izmaritlerine karışmaya kalktığınızda ise ulusal bilinç uyanıverir, birdenbire kısıtlanan haklar-özgürlükler falan akla gelir, "hay tüküreyim AB standartlarının içine" serzenişleri dört bir yanı sarar. Halbuki attığı her pet şişe ile kendi suyunu kirletir, kestiği her ağaç ile kendi ekinini kurutur ve en sonunda bir bakmış ki başkasının icazetine muhtaç hale gelmiş. Cin zekası ile övünen ve hikmetinden sual olunmaz yurdum insanı bu basit mantığı nedense bilmez/görmez/bilmezlikten gelir/görmezlikten gelir.


Böyle bir memlekette orman arazilerinin turizme açılmasını sağlayacak olan yasa tasarısının yangından mal kaçırır gibi meclisten geçirilmesine şaşmamak gerekir. Memleketin ormanlarına artık Kültür ve Turizm Bakanlığı sahip çıkacaktır, böylece gelsin ultra-lüküs hepsibirarada turizm tesisleri, gitsin yalnızca birinin harcadığı su miktarı 12.000 nüfuslu bir kasabaya eş golf sahaları. Hem zaten kesilen/kesilecek ağaçların yerine nasılsa ağaç dikilecektir, korkmaya lüzum ve mahal yoktur. "Nası ossa yerine koyacaağık, ne gerek var gürültü yapmağa anlamıyos valla?" şeklinde vücut bulan şark kurnazı anlayış ile 10 gün daha sigara izmaritini yere atacağına sevinen aymaz düşünce arasında bir fark olmadığını düşünebilirsiniz haklı olarak. Türkçe'de "anasının gözü olmak" diye bir deyim vardır, yukarıdaki satırlarda bahsi geçen fırsatçıların topunun suretine pek yaraşır. Ha, bir de "senin anan güzel mi?" derler ama onun konumuzla alakası yoktur, Demet Akalın'ın pek güzide bir şarkısıdır. İçine anaların karıştığı bol argo ve bol deyim içeren Türkçe'nin konuşulduğu bu topraklarda sesini biraz yükselten "anasını da alıp gider", kafası onlarca veriye takılmış kalmış Ezgi de hepinizin topunuzun analar gününü kutlar, bu yazıyı da böylece bağlar.

Anasının Gözü

Akşam kanalın birinde 19 Mayıs'ta başlayacak olan sigara yasağı ile ilgili olarak yapılan sokak röportajlarını izlerken 10 gün sonra sigara izmaritini yere atarsa 20 YTL ceza ödeyeceğini söyleyen muhabire vatandaşın birinin verdiği cevap: "10 gün daha atabiliriz yani..."

"İşi bilicen, işe gitmicen" vurdumduymazlığında debelenip giden bir ülkede ancak çevreci kredi kartı çıkarıp smslerle panda kurtarmakla yetinebilirsiniz. Otomobil camından atılan pet şişelere, duvar diplerinde çitlenip kabukları savrulan çekirdeklere ve de yerlere atılan sigara izmaritlerine karışmaya kalktığınızda ise ulusal bilinç uyanıverir, birdenbire kısıtlanan haklar-özgürlükler falan akla gelir, "hay tüküreyim AB standartlarının içine" serzenişleri dört bir yanı sarar. Halbuki attığı her pet şişe ile kendi suyunu kirletir, kestiği her ağaç ile kendi ekinini kurutur ve en sonunda bir bakmış ki başkasının icazetine muhtaç hale gelmiş. Cin zekası ile övünen ve hikmetinden sual olunmaz yurdum insanı bu basit mantığı nedense bilmez/görmez/bilmezlikten gelir/görmezlikten gelir.


Böyle bir memlekette orman arazilerinin turizme açılmasını sağlayacak olan yasa tasarısının yangından mal kaçırır gibi meclisten geçirilmesine şaşmamak gerekir. Memleketin ormanlarına artık Kültür ve Turizm Bakanlığı sahip çıkacaktır, böylece gelsin ultra-lüküs hepsibirarada turizm tesisleri, gitsin yalnızca birinin harcadığı su miktarı 12.000 nüfuslu bir kasabaya eş golf sahaları. Hem zaten kesilen/kesilecek ağaçların yerine nasılsa ağaç dikilecektir, korkmaya lüzum ve mahal yoktur. "Nası ossa yerine koyacaağık, ne gerek var gürültü yapmağa anlamıyos valla?" şeklinde vücut bulan şark kurnazı anlayış ile 10 gün daha sigara izmaritini yere atacağına sevinen aymaz düşünce arasında bir fark olmadığını düşünebilirsiniz haklı olarak. Türkçe'de "anasının gözü olmak" diye bir deyim vardır, yukarıdaki satırlarda bahsi geçen fırsatçıların topunun suretine pek yaraşır. Ha, bir de "senin anan güzel mi?" derler ama onun konumuzla alakası yoktur, Demet Akalın'ın pek güzide bir şarkısıdır. İçine anaların karıştığı bol argo ve bol deyim içeren Türkçe'nin konuşulduğu bu topraklarda sesini biraz yükselten "anasını da alıp gider", kafası onlarca veriye takılmış kalmış Ezgi de hepinizin topunuzun analar gününü kutlar, bu yazıyı da böylece bağlar.

Anasının Gözü

Akşam kanalın birinde 19 Mayıs'ta başlayacak olan sigara yasağı ile ilgili olarak yapılan sokak röportajlarını izlerken 10 gün sonra sigara izmaritini yere atarsa 20 YTL ceza ödeyeceğini söyleyen muhabire vatandaşın birinin verdiği cevap: "10 gün daha atabiliriz yani..."

"İşi bilicen, işe gitmicen" vurdumduymazlığında debelenip giden bir ülkede ancak çevreci kredi kartı çıkarıp smslerle panda kurtarmakla yetinebilirsiniz. Otomobil camından atılan pet şişelere, duvar diplerinde çitlenip kabukları savrulan çekirdeklere ve de yerlere atılan sigara izmaritlerine karışmaya kalktığınızda ise ulusal bilinç uyanıverir, birdenbire kısıtlanan haklar-özgürlükler falan akla gelir, "hay tüküreyim AB standartlarının içine" serzenişleri dört bir yanı sarar. Halbuki attığı her pet şişe ile kendi suyunu kirletir, kestiği her ağaç ile kendi ekinini kurutur ve en sonunda bir bakmış ki başkasının icazetine muhtaç hale gelmiş. Cin zekası ile övünen ve hikmetinden sual olunmaz yurdum insanı bu basit mantığı nedense bilmez/görmez/bilmezlikten gelir/görmezlikten gelir.


Böyle bir memlekette orman arazilerinin turizme açılmasını sağlayacak olan yasa tasarısının yangından mal kaçırır gibi meclisten geçirilmesine şaşmamak gerekir. Memleketin ormanlarına artık Kültür ve Turizm Bakanlığı sahip çıkacaktır, böylece gelsin ultra-lüküs hepsibirarada turizm tesisleri, gitsin yalnızca birinin harcadığı su miktarı 12.000 nüfuslu bir kasabaya eş golf sahaları. Hem zaten kesilen/kesilecek ağaçların yerine nasılsa ağaç dikilecektir, korkmaya lüzum ve mahal yoktur. "Nası ossa yerine koyacaağık, ne gerek var gürültü yapmağa anlamıyos valla?" şeklinde vücut bulan şark kurnazı anlayış ile 10 gün daha sigara izmaritini yere atacağına sevinen aymaz düşünce arasında bir fark olmadığını düşünebilirsiniz haklı olarak. Türkçe'de "anasının gözü olmak" diye bir deyim vardır, yukarıdaki satırlarda bahsi geçen fırsatçıların topunun suretine pek yaraşır. Ha, bir de "senin anan güzel mi?" derler ama onun konumuzla alakası yoktur, Demet Akalın'ın pek güzide bir şarkısıdır. İçine anaların karıştığı bol argo ve bol deyim içeren Türkçe'nin konuşulduğu bu topraklarda sesini biraz yükselten "anasını da alıp gider", kafası onlarca veriye takılmış kalmış Ezgi de hepinizin topunuzun analar gününü kutlar, bu yazıyı da böylece bağlar.

İnsan Yazıyor



İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ “İNSAN YAZIYOR” İLE SANATSEVERLERİ İNSAN HAKLARI ÜZERİNE DÜŞÜNMEYE VE HAREKET ETMEYE DAVET EDİYOR

İKSV tarafından Aygaz ve Opet sponsorluğunda gerçekleştirilen 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında dünyaca ünlü koreograf Wiliam Forsyhte’ın projesi “İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi günleri saat 20.30’da Antrepo No.3‘te sahnelenecek.

Dünyaca ünlü dansçı ve koreograf William Forsyhte’ın Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Kendall Thomas ile birlikte oluşturduğu ve “İnsan Hakları”na (Human Rights) bir gönderme yaparak “Human Writes / İnsan Yazıyor” adını verdiği bu çalışması sahnelendiği her ülkede büyük ses getirdi.

Çarpıcı çalışmalarıyla tanınan William Forsyhte bu projesinde politik kimliğini ön plana çıkarıyor ve çağımızın en önemli ve güncel konusu olan “İnsan Hakları”nı ele alıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 60. yılına adadığı bu projesinde Forsythe, İnsan Hakları Bildirgesi’nin dünyanın her yanında sürekli ihlal edildiği gerçeğini vurguluyor ve kağıt üzerine sıralanmış maddelerin yazılı sözcükler olmaktan öteye geçemediğinin altını çiziyor.

Tophane’deki Antrepo No.3’te gerçekleşecek bu etkileyici performansta The Forsythe Company’nin kırk beş dansçısı, büyük beyaz kağıt tabakalarıyla kaplanmış masaların etrafında toplanıyor. Her bir dansçı, kömür kalemlerle masaların üzerlerine İnsan Hakları Bildirisi’nden harfler, kelimeler ve cümleler yazmaya çalışırken sürekli engellerle karşılaşıyor. Bu basit fikrin uygulanması pratikte zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyor, çünkü dansçıların görevi kendi hareketlerini mümkün olduğunca engellemek! Her bir çizik neredeyse dayanılamayacak bir güçlük sonucunda atılabiliyor. Kimi dansçılar birbirlerini engellemeye çalışırken, kimileri ters çevirdiği bir masanın altına girerek, kimileri kendini iplerle bağlayarak yazmaya çalışıyorlar.

Klasik anlamda bir tiyatro oyunundan çok farklı bir ortamda kurgulanmış olan bu koreografide dansçılar insan hakları ihlalleri ve insan haklarının hayata geçirme konusunda yaşanan sıkıntıları güçlü bir beden diliyle aktarıyor.

İzleyiciler insan haklarını dansçılarla beraber yazıyor!

“İnsan Yazıyor”un bir diğer çarpıcı yanı ise dansçıların yanı sıra insan hakları üzerine düşünmek ve hareket etmek isteyen izleyicilerin de koreografiye aktif olarak katılabilmesi… İzleyiciler de, kimi zaman dansçıların yazmalarına yardım ederek, kimi zaman onları engellerinden kurtararak, kimi zaman da kendi yaratıcılıklarını konuşturarak bu etkileyici performansa dahil olabilecekler…

The Forsythe Company’nin İstanbul Tiyatro Festivali kapsamındaki gösterilerinde Avrupa Dans Stajyerleri Ağı (D.A.N.C.E.) dansçılarının yanı sıra İstanbul’dan da 7 dansçı yer alıyor: Candaş Baş, Maral Ceranoğlu, Bedirhan Dehmen, Duygu Güngör, Aslı Öztürk, Mihran Tomasyan ve Şafak Uysal.


Yaklaşık üç saat sürecek performansta izleyiciler mekâna diledikleri gibi girip-çıkabilme, oturup dinlenebilme ya da performansla ilgili sohbet edebilme özgürlüğüne de sahip

“İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi tarihlerinde Festivalin ilk kez kullanacağı Salıpazarı’ndaki Antrepo No.3’te saat 20.30’da izleyiciyle buluşacak. Biletix satış sistemi ile IKSV Binası’ndan satılan biletlerin bilet fiyatları tam 60 YTL, öğrenci 20 YTL.



Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/tiyatro

İnsan Yazıyor



İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ “İNSAN YAZIYOR” İLE SANATSEVERLERİ İNSAN HAKLARI ÜZERİNE DÜŞÜNMEYE VE HAREKET ETMEYE DAVET EDİYOR

İKSV tarafından Aygaz ve Opet sponsorluğunda gerçekleştirilen 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında dünyaca ünlü koreograf Wiliam Forsyhte’ın projesi “İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi günleri saat 20.30’da Antrepo No.3‘te sahnelenecek.

Dünyaca ünlü dansçı ve koreograf William Forsyhte’ın Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Kendall Thomas ile birlikte oluşturduğu ve “İnsan Hakları”na (Human Rights) bir gönderme yaparak “Human Writes / İnsan Yazıyor” adını verdiği bu çalışması sahnelendiği her ülkede büyük ses getirdi.

Çarpıcı çalışmalarıyla tanınan William Forsyhte bu projesinde politik kimliğini ön plana çıkarıyor ve çağımızın en önemli ve güncel konusu olan “İnsan Hakları”nı ele alıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 60. yılına adadığı bu projesinde Forsythe, İnsan Hakları Bildirgesi’nin dünyanın her yanında sürekli ihlal edildiği gerçeğini vurguluyor ve kağıt üzerine sıralanmış maddelerin yazılı sözcükler olmaktan öteye geçemediğinin altını çiziyor.

Tophane’deki Antrepo No.3’te gerçekleşecek bu etkileyici performansta The Forsythe Company’nin kırk beş dansçısı, büyük beyaz kağıt tabakalarıyla kaplanmış masaların etrafında toplanıyor. Her bir dansçı, kömür kalemlerle masaların üzerlerine İnsan Hakları Bildirisi’nden harfler, kelimeler ve cümleler yazmaya çalışırken sürekli engellerle karşılaşıyor. Bu basit fikrin uygulanması pratikte zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyor, çünkü dansçıların görevi kendi hareketlerini mümkün olduğunca engellemek! Her bir çizik neredeyse dayanılamayacak bir güçlük sonucunda atılabiliyor. Kimi dansçılar birbirlerini engellemeye çalışırken, kimileri ters çevirdiği bir masanın altına girerek, kimileri kendini iplerle bağlayarak yazmaya çalışıyorlar.

Klasik anlamda bir tiyatro oyunundan çok farklı bir ortamda kurgulanmış olan bu koreografide dansçılar insan hakları ihlalleri ve insan haklarının hayata geçirme konusunda yaşanan sıkıntıları güçlü bir beden diliyle aktarıyor.

İzleyiciler insan haklarını dansçılarla beraber yazıyor!

“İnsan Yazıyor”un bir diğer çarpıcı yanı ise dansçıların yanı sıra insan hakları üzerine düşünmek ve hareket etmek isteyen izleyicilerin de koreografiye aktif olarak katılabilmesi… İzleyiciler de, kimi zaman dansçıların yazmalarına yardım ederek, kimi zaman onları engellerinden kurtararak, kimi zaman da kendi yaratıcılıklarını konuşturarak bu etkileyici performansa dahil olabilecekler…

The Forsythe Company’nin İstanbul Tiyatro Festivali kapsamındaki gösterilerinde Avrupa Dans Stajyerleri Ağı (D.A.N.C.E.) dansçılarının yanı sıra İstanbul’dan da 7 dansçı yer alıyor: Candaş Baş, Maral Ceranoğlu, Bedirhan Dehmen, Duygu Güngör, Aslı Öztürk, Mihran Tomasyan ve Şafak Uysal.


Yaklaşık üç saat sürecek performansta izleyiciler mekâna diledikleri gibi girip-çıkabilme, oturup dinlenebilme ya da performansla ilgili sohbet edebilme özgürlüğüne de sahip

“İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi tarihlerinde Festivalin ilk kez kullanacağı Salıpazarı’ndaki Antrepo No.3’te saat 20.30’da izleyiciyle buluşacak. Biletix satış sistemi ile IKSV Binası’ndan satılan biletlerin bilet fiyatları tam 60 YTL, öğrenci 20 YTL.



Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/tiyatro

İnsan Yazıyor



İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ “İNSAN YAZIYOR” İLE SANATSEVERLERİ İNSAN HAKLARI ÜZERİNE DÜŞÜNMEYE VE HAREKET ETMEYE DAVET EDİYOR

İKSV tarafından Aygaz ve Opet sponsorluğunda gerçekleştirilen 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında dünyaca ünlü koreograf Wiliam Forsyhte’ın projesi “İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi günleri saat 20.30’da Antrepo No.3‘te sahnelenecek.

Dünyaca ünlü dansçı ve koreograf William Forsyhte’ın Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Kendall Thomas ile birlikte oluşturduğu ve “İnsan Hakları”na (Human Rights) bir gönderme yaparak “Human Writes / İnsan Yazıyor” adını verdiği bu çalışması sahnelendiği her ülkede büyük ses getirdi.

Çarpıcı çalışmalarıyla tanınan William Forsyhte bu projesinde politik kimliğini ön plana çıkarıyor ve çağımızın en önemli ve güncel konusu olan “İnsan Hakları”nı ele alıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 60. yılına adadığı bu projesinde Forsythe, İnsan Hakları Bildirgesi’nin dünyanın her yanında sürekli ihlal edildiği gerçeğini vurguluyor ve kağıt üzerine sıralanmış maddelerin yazılı sözcükler olmaktan öteye geçemediğinin altını çiziyor.

Tophane’deki Antrepo No.3’te gerçekleşecek bu etkileyici performansta The Forsythe Company’nin kırk beş dansçısı, büyük beyaz kağıt tabakalarıyla kaplanmış masaların etrafında toplanıyor. Her bir dansçı, kömür kalemlerle masaların üzerlerine İnsan Hakları Bildirisi’nden harfler, kelimeler ve cümleler yazmaya çalışırken sürekli engellerle karşılaşıyor. Bu basit fikrin uygulanması pratikte zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyor, çünkü dansçıların görevi kendi hareketlerini mümkün olduğunca engellemek! Her bir çizik neredeyse dayanılamayacak bir güçlük sonucunda atılabiliyor. Kimi dansçılar birbirlerini engellemeye çalışırken, kimileri ters çevirdiği bir masanın altına girerek, kimileri kendini iplerle bağlayarak yazmaya çalışıyorlar.

Klasik anlamda bir tiyatro oyunundan çok farklı bir ortamda kurgulanmış olan bu koreografide dansçılar insan hakları ihlalleri ve insan haklarının hayata geçirme konusunda yaşanan sıkıntıları güçlü bir beden diliyle aktarıyor.

İzleyiciler insan haklarını dansçılarla beraber yazıyor!

“İnsan Yazıyor”un bir diğer çarpıcı yanı ise dansçıların yanı sıra insan hakları üzerine düşünmek ve hareket etmek isteyen izleyicilerin de koreografiye aktif olarak katılabilmesi… İzleyiciler de, kimi zaman dansçıların yazmalarına yardım ederek, kimi zaman onları engellerinden kurtararak, kimi zaman da kendi yaratıcılıklarını konuşturarak bu etkileyici performansa dahil olabilecekler…

The Forsythe Company’nin İstanbul Tiyatro Festivali kapsamındaki gösterilerinde Avrupa Dans Stajyerleri Ağı (D.A.N.C.E.) dansçılarının yanı sıra İstanbul’dan da 7 dansçı yer alıyor: Candaş Baş, Maral Ceranoğlu, Bedirhan Dehmen, Duygu Güngör, Aslı Öztürk, Mihran Tomasyan ve Şafak Uysal.


Yaklaşık üç saat sürecek performansta izleyiciler mekâna diledikleri gibi girip-çıkabilme, oturup dinlenebilme ya da performansla ilgili sohbet edebilme özgürlüğüne de sahip

“İnsan Yazıyor”, 23 Mayıs Cuma ve 24 Mayıs Cumartesi tarihlerinde Festivalin ilk kez kullanacağı Salıpazarı’ndaki Antrepo No.3’te saat 20.30’da izleyiciyle buluşacak. Biletix satış sistemi ile IKSV Binası’ndan satılan biletlerin bilet fiyatları tam 60 YTL, öğrenci 20 YTL.



Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/tiyatro

8 Mayıs 2008 Perşembe

Ciguli Bizi Diskoya Götür!



Rüyamda Ciguli'nin konserine gittiğimi gördüm. Bu adamı canlı canlı dinlemeden ölürsem gözüm açık giderim. Benim gibi düşünen 20 kişi tanıyorum. Herkes 20 kişi taksa peşine, ohooo... Organizatörlere duyurulur.

Ciguli Bizi Diskoya Götür!



Rüyamda Ciguli'nin konserine gittiğimi gördüm. Bu adamı canlı canlı dinlemeden ölürsem gözüm açık giderim. Benim gibi düşünen 20 kişi tanıyorum. Herkes 20 kişi taksa peşine, ohooo... Organizatörlere duyurulur.

Ciguli Bizi Diskoya Götür!



Rüyamda Ciguli'nin konserine gittiğimi gördüm. Bu adamı canlı canlı dinlemeden ölürsem gözüm açık giderim. Benim gibi düşünen 20 kişi tanıyorum. Herkes 20 kişi taksa peşine, ohooo... Organizatörlere duyurulur.

6 Mayıs 2008 Salı

Evim olurmusun?


Arkadaşlar Cihangir'de bir anne kedi apartmanlardan birini kendine yer edinmiş , 3 çiçek ve 1 böcek olmak üzere 4 yavru dünyaya getirmiştir.Apartman sakinleri bu durumdan hoşnut olmadığı için Nuray Hanım bu ufaklıkları evine almış ancak balkonunda bakabilmekte. Bu nedenle acilen yavrularımıza ev aramaktayız. Bu ufaklıklara ömürlerinin sonuna kadar bakıcak onları terk etmiycek aileler arıyoruz. İletişim için Nuray Hanıma n_arar@yahoo.com adresinden veya 0532 5686275 nolu telefondan ulaşabilirsiniz. İlginize şimdiden teşekkür ederiz.

Evim olurmusun?


Arkadaşlar Cihangir'de bir anne kedi apartmanlardan birini kendine yer edinmiş , 3 çiçek ve 1 böcek olmak üzere 4 yavru dünyaya getirmiştir.Apartman sakinleri bu durumdan hoşnut olmadığı için Nuray Hanım bu ufaklıkları evine almış ancak balkonunda bakabilmekte. Bu nedenle acilen yavrularımıza ev aramaktayız. Bu ufaklıklara ömürlerinin sonuna kadar bakıcak onları terk etmiycek aileler arıyoruz. İletişim için Nuray Hanıma n_arar@yahoo.com adresinden veya 0532 5686275 nolu telefondan ulaşabilirsiniz. İlginize şimdiden teşekkür ederiz.

Evim olurmusun?


Arkadaşlar Cihangir'de bir anne kedi apartmanlardan birini kendine yer edinmiş , 3 çiçek ve 1 böcek olmak üzere 4 yavru dünyaya getirmiştir.Apartman sakinleri bu durumdan hoşnut olmadığı için Nuray Hanım bu ufaklıkları evine almış ancak balkonunda bakabilmekte. Bu nedenle acilen yavrularımıza ev aramaktayız. Bu ufaklıklara ömürlerinin sonuna kadar bakıcak onları terk etmiycek aileler arıyoruz. İletişim için Nuray Hanıma n_arar@yahoo.com adresinden veya 0532 5686275 nolu telefondan ulaşabilirsiniz. İlginize şimdiden teşekkür ederiz.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Dilek kağıtlarınızı akansuya bırakın ya da gül ağacının altına gömün...

Bugün Hıdrellez. Geçen sene bir kağıda dileklerimizi yazıp Porsuk çayına atmıştık. Bu sene ise ancak camın önüne koyabilecek kadar zaman var. Denizi ancak akşamları, deniz otobüsünün içinden görüyorum.



Geçen sene Hıdrellez günü hava ne güzeldi Eskişehir'de... Bahar bahar, ferah ferah. Burası asık suratlı. İstanbul bugünlerde otobüste müzik dinlerken müzikçaların şarjının aniden bitmesi gibi. Bir anda motor, insan, trafik gürültüsü ile karmakarışıveriyorsun.



Geçen sene yazdığım hıdrellez yazısını dönüp dönüp okuyorum. Daha güzeli için bu sene mecalim pek yok. Neyse ki dün gece camın önüne bıraktığım dilek kağıdım sabah kalktığımda yoktu. Güzel bir başlangıç.


Keşke dilek kağıdıma "Youtube'lar kapatılmasın, şeker de yiyebilsin." diye de yazsaydım. Henüz sansürümüz bile iki arada bir derede herşeyde olduğu gibi. Yani Youtube'a hala şu adresten ulaşılabiliyor.


Baharınız mutlu olsun. Bugün adete uyup kırmızı giyin.



Dilek kağıtlarınızı akansuya bırakın ya da gül ağacının altına gömün...

Bugün Hıdrellez. Geçen sene bir kağıda dileklerimizi yazıp Porsuk çayına atmıştık. Bu sene ise ancak camın önüne koyabilecek kadar zaman var. Denizi ancak akşamları, deniz otobüsünün içinden görüyorum.



Geçen sene Hıdrellez günü hava ne güzeldi Eskişehir'de... Bahar bahar, ferah ferah. Burası asık suratlı. İstanbul bugünlerde otobüste müzik dinlerken müzikçaların şarjının aniden bitmesi gibi. Bir anda motor, insan, trafik gürültüsü ile karmakarışıveriyorsun.



Geçen sene yazdığım hıdrellez yazısını dönüp dönüp okuyorum. Daha güzeli için bu sene mecalim pek yok. Neyse ki dün gece camın önüne bıraktığım dilek kağıdım sabah kalktığımda yoktu. Güzel bir başlangıç.


Keşke dilek kağıdıma "Youtube'lar kapatılmasın, şeker de yiyebilsin." diye de yazsaydım. Henüz sansürümüz bile iki arada bir derede herşeyde olduğu gibi. Yani Youtube'a hala şu adresten ulaşılabiliyor.


Baharınız mutlu olsun. Bugün adete uyup kırmızı giyin.



Dilek kağıtlarınızı akansuya bırakın ya da gül ağacının altına gömün...

Bugün Hıdrellez. Geçen sene bir kağıda dileklerimizi yazıp Porsuk çayına atmıştık. Bu sene ise ancak camın önüne koyabilecek kadar zaman var. Denizi ancak akşamları, deniz otobüsünün içinden görüyorum.



Geçen sene Hıdrellez günü hava ne güzeldi Eskişehir'de... Bahar bahar, ferah ferah. Burası asık suratlı. İstanbul bugünlerde otobüste müzik dinlerken müzikçaların şarjının aniden bitmesi gibi. Bir anda motor, insan, trafik gürültüsü ile karmakarışıveriyorsun.



Geçen sene yazdığım hıdrellez yazısını dönüp dönüp okuyorum. Daha güzeli için bu sene mecalim pek yok. Neyse ki dün gece camın önüne bıraktığım dilek kağıdım sabah kalktığımda yoktu. Güzel bir başlangıç.


Keşke dilek kağıdıma "Youtube'lar kapatılmasın, şeker de yiyebilsin." diye de yazsaydım. Henüz sansürümüz bile iki arada bir derede herşeyde olduğu gibi. Yani Youtube'a hala şu adresten ulaşılabiliyor.


Baharınız mutlu olsun. Bugün adete uyup kırmızı giyin.



2 Mayıs 2008 Cuma

Yeni Melek Düğün Salonu'nda Fanfare Ciocarlia Şoparları

Yıllaaaaar yıllar önce, hadi tamam abartıyorum, bundan iki yıl kadar önce tam da doğumgünümde Linda "Fallen Art" ve "Cathedral" diye iki kısa animasyon film yollamıştı izlemem için. "Fallen Art", askerlikten kaçmak için mimarlık okuyan Tomek Baginski'nin ikinci animasyon filmi. Verdiği bir röportajda, müziğin bu film için ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatıyor: "Kullanmayı istediğimiz müzikler oldukça pahalıydı. Müzik filmin önemli parçalarından biri olmalıydı, bu nedenle biz de başka yerlere bakmaya devam ettik. Kardeşim Vojtek, Ortadoğu, Türkiye, Hindistan, Çin ve Afrika başta olmak üzere dünyanın her yerinden yüzlerce farklı müzik dinledikten üç hafta sonra elinde "Asphalt Tango" ile çıkageldi. Dinlediklerinin en iyisi olduğunu söylüyordu ve gördük ki gerçekten öyleymiş. Bunun üzerine yapımcımız parçanın sahibi ile bağlantıya geçerek telif haklarını satın aldı."




Burada bir parantez açmak gerek. İnsanlar filmde çalan müziğin kime ait olduğunu merak edip araştırınca Fanfare Ciocarlia adına ulaştılar. Yani
"Fallen Art", Fanfare Ciocarlia için bir dönüm noktası oldu. 9/8'liklere alışık olan biz gibiler kadar, soğuk ülkelerin bet benizli insanlarına da göbek atmayı öğrettiler ve "müziğin hızlı şeytanları" lakabını kaptılar. Öğrendik ki 36 saat kesintisiz çalma potansiyeline de sahipler ancak bizde o kadar dayanacak hal kalır mıydı, bilemiyorum. Aslında dün akşam Fanfare Ciocarlia İstanbul'daydı ve bir anlamda fingirdek ritimlere ne kadar dayanabileceğimizi test ettiler. Kendi adıma, 3 hafta önce yine göbek atarken tendon bağlarını kopardığım sol ayağımdaki alçıyı 2 gün önce atmış olmama rağmen, iyi bir sınav verdiğimi düşünüyorum. Linda da ona keza.


Fanfare Ciocarlia 36 saat olmasa da 3 saat sahnede kaldı. Yalnızca 5 dakikalık bir aranın haricinde ne onlar nefes aldı, ne dinleyenler. Bir an dönüp arkamıza baktığımızda, Yeni Melek'in bir düğün salonuna dönmüş olduğunu görüp pek eğlendik. Fanfare Ciocarlia gibi bir grubu üst balkonda ve klasik müzik konseri dinler gibi oturarak dinleyen tiplere gözümüz kaydığında ise kahkahadan yıkılıyorduk. "Nasıl dayanıyorlar yahu?" dedi Linda, hakikaten nasıl nasıl nasıl?


Bir ara göbek atmaya kaptırmış giderken sahnedeki elemanlardan biri -en parlak gömleği giymiş olanı- sahneden salona doğru "ohhhh, yandan yandan, iyi kıvırtıyorsun" babında bir işaret çaktı. Ben de "ayağım sakat olmasa gör sen beni" babında ayağımdaki sargıyı gösterdim. Konserin sonlarına doğru aynı tip yüzük parmağını gösterip zat-ı alime izdivaç teklif etti. Fanfare Ciocarlia gelini olma fikri bir an için cazip gelse de rüyamdan Linda uyandırdı: "Bunların onlarca çoluğu çocuğu vardır, karıları da bütün gün boklu bez yıkayıp turneden dönsünler diye bekliyordur." CD'lerini alıp dinlerim, arasıra da konser için gelirler buralara, fazlası zarar, diye düşünüp parlak çizgili gömlekli talibimi refüze ettim.(!)



Konser, seyirci arasında icra edilen "Ederlezi" ve akabindeki 2 parça ile sona erdi. Gördük ki 3 saat hiç oturmadan göbek atılıyormuş, gördük ki Fanfare Ciocarlia'yı 2 sene beklemeye değmiş, gördük ki anlatılanlar efsane değil, gerçekmiş.


Yeni Melek Düğün Salonu'nda Fanfare Ciocarlia Şoparları

Yıllaaaaar yıllar önce, hadi tamam abartıyorum, bundan iki yıl kadar önce tam da doğumgünümde Linda "Fallen Art" ve "Cathedral" diye iki kısa animasyon film yollamıştı izlemem için. "Fallen Art", askerlikten kaçmak için mimarlık okuyan Tomek Baginski'nin ikinci animasyon filmi. Verdiği bir röportajda, müziğin bu film için ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatıyor: "Kullanmayı istediğimiz müzikler oldukça pahalıydı. Müzik filmin önemli parçalarından biri olmalıydı, bu nedenle biz de başka yerlere bakmaya devam ettik. Kardeşim Vojtek, Ortadoğu, Türkiye, Hindistan, Çin ve Afrika başta olmak üzere dünyanın her yerinden yüzlerce farklı müzik dinledikten üç hafta sonra elinde "Asphalt Tango" ile çıkageldi. Dinlediklerinin en iyisi olduğunu söylüyordu ve gördük ki gerçekten öyleymiş. Bunun üzerine yapımcımız parçanın sahibi ile bağlantıya geçerek telif haklarını satın aldı."




Burada bir parantez açmak gerek. İnsanlar filmde çalan müziğin kime ait olduğunu merak edip araştırınca Fanfare Ciocarlia adına ulaştılar. Yani
"Fallen Art", Fanfare Ciocarlia için bir dönüm noktası oldu. 9/8'liklere alışık olan biz gibiler kadar, soğuk ülkelerin bet benizli insanlarına da göbek atmayı öğrettiler ve "müziğin hızlı şeytanları" lakabını kaptılar. Öğrendik ki 36 saat kesintisiz çalma potansiyeline de sahipler ancak bizde o kadar dayanacak hal kalır mıydı, bilemiyorum. Aslında dün akşam Fanfare Ciocarlia İstanbul'daydı ve bir anlamda fingirdek ritimlere ne kadar dayanabileceğimizi test ettiler. Kendi adıma, 3 hafta önce yine göbek atarken tendon bağlarını kopardığım sol ayağımdaki alçıyı 2 gün önce atmış olmama rağmen, iyi bir sınav verdiğimi düşünüyorum. Linda da ona keza.


Fanfare Ciocarlia 36 saat olmasa da 3 saat sahnede kaldı. Yalnızca 5 dakikalık bir aranın haricinde ne onlar nefes aldı, ne dinleyenler. Bir an dönüp arkamıza baktığımızda, Yeni Melek'in bir düğün salonuna dönmüş olduğunu görüp pek eğlendik. Fanfare Ciocarlia gibi bir grubu üst balkonda ve klasik müzik konseri dinler gibi oturarak dinleyen tiplere gözümüz kaydığında ise kahkahadan yıkılıyorduk. "Nasıl dayanıyorlar yahu?" dedi Linda, hakikaten nasıl nasıl nasıl?


Bir ara göbek atmaya kaptırmış giderken sahnedeki elemanlardan biri -en parlak gömleği giymiş olanı- sahneden salona doğru "ohhhh, yandan yandan, iyi kıvırtıyorsun" babında bir işaret çaktı. Ben de "ayağım sakat olmasa gör sen beni" babında ayağımdaki sargıyı gösterdim. Konserin sonlarına doğru aynı tip yüzük parmağını gösterip zat-ı alime izdivaç teklif etti. Fanfare Ciocarlia gelini olma fikri bir an için cazip gelse de rüyamdan Linda uyandırdı: "Bunların onlarca çoluğu çocuğu vardır, karıları da bütün gün boklu bez yıkayıp turneden dönsünler diye bekliyordur." CD'lerini alıp dinlerim, arasıra da konser için gelirler buralara, fazlası zarar, diye düşünüp parlak çizgili gömlekli talibimi refüze ettim.(!)



Konser, seyirci arasında icra edilen "Ederlezi" ve akabindeki 2 parça ile sona erdi. Gördük ki 3 saat hiç oturmadan göbek atılıyormuş, gördük ki Fanfare Ciocarlia'yı 2 sene beklemeye değmiş, gördük ki anlatılanlar efsane değil, gerçekmiş.


Yeni Melek Düğün Salonu'nda Fanfare Ciocarlia Şoparları

Yıllaaaaar yıllar önce, hadi tamam abartıyorum, bundan iki yıl kadar önce tam da doğumgünümde Linda "Fallen Art" ve "Cathedral" diye iki kısa animasyon film yollamıştı izlemem için. "Fallen Art", askerlikten kaçmak için mimarlık okuyan Tomek Baginski'nin ikinci animasyon filmi. Verdiği bir röportajda, müziğin bu film için ne kadar önemli olduğunu şöyle anlatıyor: "Kullanmayı istediğimiz müzikler oldukça pahalıydı. Müzik filmin önemli parçalarından biri olmalıydı, bu nedenle biz de başka yerlere bakmaya devam ettik. Kardeşim Vojtek, Ortadoğu, Türkiye, Hindistan, Çin ve Afrika başta olmak üzere dünyanın her yerinden yüzlerce farklı müzik dinledikten üç hafta sonra elinde "Asphalt Tango" ile çıkageldi. Dinlediklerinin en iyisi olduğunu söylüyordu ve gördük ki gerçekten öyleymiş. Bunun üzerine yapımcımız parçanın sahibi ile bağlantıya geçerek telif haklarını satın aldı."




Burada bir parantez açmak gerek. İnsanlar filmde çalan müziğin kime ait olduğunu merak edip araştırınca Fanfare Ciocarlia adına ulaştılar. Yani
"Fallen Art", Fanfare Ciocarlia için bir dönüm noktası oldu. 9/8'liklere alışık olan biz gibiler kadar, soğuk ülkelerin bet benizli insanlarına da göbek atmayı öğrettiler ve "müziğin hızlı şeytanları" lakabını kaptılar. Öğrendik ki 36 saat kesintisiz çalma potansiyeline de sahipler ancak bizde o kadar dayanacak hal kalır mıydı, bilemiyorum. Aslında dün akşam Fanfare Ciocarlia İstanbul'daydı ve bir anlamda fingirdek ritimlere ne kadar dayanabileceğimizi test ettiler. Kendi adıma, 3 hafta önce yine göbek atarken tendon bağlarını kopardığım sol ayağımdaki alçıyı 2 gün önce atmış olmama rağmen, iyi bir sınav verdiğimi düşünüyorum. Linda da ona keza.


Fanfare Ciocarlia 36 saat olmasa da 3 saat sahnede kaldı. Yalnızca 5 dakikalık bir aranın haricinde ne onlar nefes aldı, ne dinleyenler. Bir an dönüp arkamıza baktığımızda, Yeni Melek'in bir düğün salonuna dönmüş olduğunu görüp pek eğlendik. Fanfare Ciocarlia gibi bir grubu üst balkonda ve klasik müzik konseri dinler gibi oturarak dinleyen tiplere gözümüz kaydığında ise kahkahadan yıkılıyorduk. "Nasıl dayanıyorlar yahu?" dedi Linda, hakikaten nasıl nasıl nasıl?


Bir ara göbek atmaya kaptırmış giderken sahnedeki elemanlardan biri -en parlak gömleği giymiş olanı- sahneden salona doğru "ohhhh, yandan yandan, iyi kıvırtıyorsun" babında bir işaret çaktı. Ben de "ayağım sakat olmasa gör sen beni" babında ayağımdaki sargıyı gösterdim. Konserin sonlarına doğru aynı tip yüzük parmağını gösterip zat-ı alime izdivaç teklif etti. Fanfare Ciocarlia gelini olma fikri bir an için cazip gelse de rüyamdan Linda uyandırdı: "Bunların onlarca çoluğu çocuğu vardır, karıları da bütün gün boklu bez yıkayıp turneden dönsünler diye bekliyordur." CD'lerini alıp dinlerim, arasıra da konser için gelirler buralara, fazlası zarar, diye düşünüp parlak çizgili gömlekli talibimi refüze ettim.(!)



Konser, seyirci arasında icra edilen "Ederlezi" ve akabindeki 2 parça ile sona erdi. Gördük ki 3 saat hiç oturmadan göbek atılıyormuş, gördük ki Fanfare Ciocarlia'yı 2 sene beklemeye değmiş, gördük ki anlatılanlar efsane değil, gerçekmiş.


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons