30 Ekim 2007 Salı

Söz



BeirutCarousels

zeyrek-3-1

Carousels twirl all around exited youth,
 
I do not mind at all.
 
We’re tonight in a world full of thrills - it can (come) carry me up,
 
far above it all.
 
 ***
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.

zeyrek-5-1


Ferris wheels carried us away
 
not so long ago.
 
Times I’ve betrayed.
 
Where would we be now if I had taken your hand?
 
Well the years they pass by slow, don’t they?
 
 ***
 
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.


(Carousels- Beirut)


Kendi kendime karar vermiştim. Tutamayacağım sözler vermeyecektim.Söz verdiğim gibi, fotoğrafları Zeyrek'in çocuklarına götüreceğim.

Söz



BeirutCarousels

zeyrek-3-1

Carousels twirl all around exited youth,
 
I do not mind at all.
 
We’re tonight in a world full of thrills - it can (come) carry me up,
 
far above it all.
 
 ***
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.

zeyrek-5-1


Ferris wheels carried us away
 
not so long ago.
 
Times I’ve betrayed.
 
Where would we be now if I had taken your hand?
 
Well the years they pass by slow, don’t they?
 
 ***
 
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.


(Carousels- Beirut)


Kendi kendime karar vermiştim. Tutamayacağım sözler vermeyecektim.Söz verdiğim gibi, fotoğrafları Zeyrek'in çocuklarına götüreceğim.

Söz



BeirutCarousels

zeyrek-3-1

Carousels twirl all around exited youth,
 
I do not mind at all.
 
We’re tonight in a world full of thrills - it can (come) carry me up,
 
far above it all.
 
 ***
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.

zeyrek-5-1


Ferris wheels carried us away
 
not so long ago.
 
Times I’ve betrayed.
 
Where would we be now if I had taken your hand?
 
Well the years they pass by slow, don’t they?
 
 ***
 
It’s a long way down from here to the sound.
 
Watch the faces go ‘round
 
to the stars
 
then the ground.


(Carousels- Beirut)


Kendi kendime karar vermiştim. Tutamayacağım sözler vermeyecektim.Söz verdiğim gibi, fotoğrafları Zeyrek'in çocuklarına götüreceğim.

Zeyrenkler-Devam


Günümün geri kalanını;

zeyrek-6-1

zeyrek-12-1




zeyrek-kızlar-1



rengarenk çocuklara boyadım.

Zeyrenkler-Devam


Günümün geri kalanını;

zeyrek-6-1

zeyrek-12-1




zeyrek-kızlar-1



rengarenk çocuklara boyadım.

Zeyrenkler-Devam


Günümün geri kalanını;

zeyrek-6-1

zeyrek-12-1




zeyrek-kızlar-1



rengarenk çocuklara boyadım.

Zeyrenkler

zeyrek evler-1

Aradan koca bir yıl geçti... Yine Zeyrek'teyim. Zeyrek'in otantik, turistik, fantastik oluşu değil derdim. Herşeyi çok bilenlerden, kültür kumkumalarından, önyargılılardan ve okumuş cahillerden sıkılmıştım. Bulunduğum yer, kötü bir maviye boyanmıştı, başka renklere ihtiyacım vardı.



zeyrek-1-1


Buldum.

Zeyrenkler

zeyrek evler-1

Aradan koca bir yıl geçti... Yine Zeyrek'teyim. Zeyrek'in otantik, turistik, fantastik oluşu değil derdim. Herşeyi çok bilenlerden, kültür kumkumalarından, önyargılılardan ve okumuş cahillerden sıkılmıştım. Bulunduğum yer, kötü bir maviye boyanmıştı, başka renklere ihtiyacım vardı.



zeyrek-1-1


Buldum.

Zeyrenkler

zeyrek evler-1

Aradan koca bir yıl geçti... Yine Zeyrek'teyim. Zeyrek'in otantik, turistik, fantastik oluşu değil derdim. Herşeyi çok bilenlerden, kültür kumkumalarından, önyargılılardan ve okumuş cahillerden sıkılmıştım. Bulunduğum yer, kötü bir maviye boyanmıştı, başka renklere ihtiyacım vardı.



zeyrek-1-1


Buldum.

Hazret

cami+bayrak-1

hazret

Hazret

cami+bayrak-1

hazret

Hazret

cami+bayrak-1

hazret

28 Ekim 2007 Pazar

Yürüyüş

yürüyüş


Cumhuriyet'in kuruluşunun 84. yıldönümünde, Boğaz'da çok görkemli bir havai fişek gösterisi yapılacakmış. Türkiye Cumhuriyeti'nde herşey tıkır tıkır tıkır tıkırında olduğundan görkemli ve gösterişli kutlamaları elbette hakediyoruz. Ne de olsa artık Türkiye'nin Güneydoğusu'nda savaş çanları çalmıyor, aydınlar sokak ortasında güpegündüz katledilmiyor, her gün onlarca ölü çocuğun cenazesi kalkmıyor memleketin her köşesinden. Yürüyor, slogan atıyor, marş söylüyor, güya gelişiyoruz ama Türkiye Cumhuriyeti kurulalı 84 koca yıl geçti, hala 10. Yıl Marşı'nı aşamadık. Boğaz'da havai fişek gösterileri, Taksim'de kadınların pandiklendiği halk konserleri, en büyük, en kocaman bayrak, en gürültülü sloganlar...Bütün bunlar sonsuza kadar yaşayacak Türkiye Cumhuriyeti için. Hepsini hakediyoruz. Ya da kendimizi rahatlatmaya, Can Baba'nın dediği gibi aklanmaya, paklanmaya ihtiyacımız var. Ondan bu kadar çok gürültü patırtı çıkarıyoruz, bundan dolayı bu gösteriş merakımız...

Milletçe


Aklanmaya da


Paklanmaya da

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

ÇİVİT MAVİSİ


(Taksim Mitingi’nden İzlenimler , Can Yücel)


Yürüyüş

yürüyüş


Cumhuriyet'in kuruluşunun 84. yıldönümünde, Boğaz'da çok görkemli bir havai fişek gösterisi yapılacakmış. Türkiye Cumhuriyeti'nde herşey tıkır tıkır tıkır tıkırında olduğundan görkemli ve gösterişli kutlamaları elbette hakediyoruz. Ne de olsa artık Türkiye'nin Güneydoğusu'nda savaş çanları çalmıyor, aydınlar sokak ortasında güpegündüz katledilmiyor, her gün onlarca ölü çocuğun cenazesi kalkmıyor memleketin her köşesinden. Yürüyor, slogan atıyor, marş söylüyor, güya gelişiyoruz ama Türkiye Cumhuriyeti kurulalı 84 koca yıl geçti, hala 10. Yıl Marşı'nı aşamadık. Boğaz'da havai fişek gösterileri, Taksim'de kadınların pandiklendiği halk konserleri, en büyük, en kocaman bayrak, en gürültülü sloganlar...Bütün bunlar sonsuza kadar yaşayacak Türkiye Cumhuriyeti için. Hepsini hakediyoruz. Ya da kendimizi rahatlatmaya, Can Baba'nın dediği gibi aklanmaya, paklanmaya ihtiyacımız var. Ondan bu kadar çok gürültü patırtı çıkarıyoruz, bundan dolayı bu gösteriş merakımız...

Milletçe


Aklanmaya da


Paklanmaya da

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

ÇİVİT MAVİSİ


(Taksim Mitingi’nden İzlenimler , Can Yücel)


Yürüyüş

yürüyüş


Cumhuriyet'in kuruluşunun 84. yıldönümünde, Boğaz'da çok görkemli bir havai fişek gösterisi yapılacakmış. Türkiye Cumhuriyeti'nde herşey tıkır tıkır tıkır tıkırında olduğundan görkemli ve gösterişli kutlamaları elbette hakediyoruz. Ne de olsa artık Türkiye'nin Güneydoğusu'nda savaş çanları çalmıyor, aydınlar sokak ortasında güpegündüz katledilmiyor, her gün onlarca ölü çocuğun cenazesi kalkmıyor memleketin her köşesinden. Yürüyor, slogan atıyor, marş söylüyor, güya gelişiyoruz ama Türkiye Cumhuriyeti kurulalı 84 koca yıl geçti, hala 10. Yıl Marşı'nı aşamadık. Boğaz'da havai fişek gösterileri, Taksim'de kadınların pandiklendiği halk konserleri, en büyük, en kocaman bayrak, en gürültülü sloganlar...Bütün bunlar sonsuza kadar yaşayacak Türkiye Cumhuriyeti için. Hepsini hakediyoruz. Ya da kendimizi rahatlatmaya, Can Baba'nın dediği gibi aklanmaya, paklanmaya ihtiyacımız var. Ondan bu kadar çok gürültü patırtı çıkarıyoruz, bundan dolayı bu gösteriş merakımız...

Milletçe


Aklanmaya da


Paklanmaya da

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

Çivit

ÇİVİT MAVİSİ


(Taksim Mitingi’nden İzlenimler , Can Yücel)


ÇareSiz(sin)İz...

çaresizsiniz-1

ÇareSiz(sin)İz...

çaresizsiniz-1

ÇareSiz(sin)İz...

çaresizsiniz-1

27 Ekim 2007 Cumartesi

*

istanbul


İstanbul’da, vapur ve deniz otobüsü iskelelerinin yanına konuşlanmış çay bahçeleriyle ilişkiyi güzel deniz manzarası ve kablosuz internet ile sınırlamakta fayda var. Aksi taktirde küçük bir bardak çayı ve içinde peynirin esamesi okunmayan kaşarlı tostu 5 ytl gibi bir fiyata satmaları yetmezmiş gibi garsona günaydın demenizle potansiyel “iş atan fingirdek hatun” görülmeniz bir olur. Tabi bay garsonun müstakbel zamazingosu olarak işletmede gördüğünüz muamele de fevkaladedir. Hesap istemek için garsonu çağırdığınızda yanındakiler size çaktırmadıklarını sanarak “Ştt, oğlum bak, seninki çağırıyor…” derler. 5 lirayı paşa paşa ödeyip kafanız önde, yürür gidersiniz. Geviş getirir gibi bir sesle “hanfendi, iyi günler!” dediklerini duyarsınız.

Derin bir nefes, sonra yola devam.

Ama bu İstanbul denen memleketin bütün sahillerindeki çay bahçeleri de mi böyle olmak zorundadır?

Bari şu tostu adam gibi yapsalar…



*

istanbul


İstanbul’da, vapur ve deniz otobüsü iskelelerinin yanına konuşlanmış çay bahçeleriyle ilişkiyi güzel deniz manzarası ve kablosuz internet ile sınırlamakta fayda var. Aksi taktirde küçük bir bardak çayı ve içinde peynirin esamesi okunmayan kaşarlı tostu 5 ytl gibi bir fiyata satmaları yetmezmiş gibi garsona günaydın demenizle potansiyel “iş atan fingirdek hatun” görülmeniz bir olur. Tabi bay garsonun müstakbel zamazingosu olarak işletmede gördüğünüz muamele de fevkaladedir. Hesap istemek için garsonu çağırdığınızda yanındakiler size çaktırmadıklarını sanarak “Ştt, oğlum bak, seninki çağırıyor…” derler. 5 lirayı paşa paşa ödeyip kafanız önde, yürür gidersiniz. Geviş getirir gibi bir sesle “hanfendi, iyi günler!” dediklerini duyarsınız.

Derin bir nefes, sonra yola devam.

Ama bu İstanbul denen memleketin bütün sahillerindeki çay bahçeleri de mi böyle olmak zorundadır?

Bari şu tostu adam gibi yapsalar…



*

istanbul


İstanbul’da, vapur ve deniz otobüsü iskelelerinin yanına konuşlanmış çay bahçeleriyle ilişkiyi güzel deniz manzarası ve kablosuz internet ile sınırlamakta fayda var. Aksi taktirde küçük bir bardak çayı ve içinde peynirin esamesi okunmayan kaşarlı tostu 5 ytl gibi bir fiyata satmaları yetmezmiş gibi garsona günaydın demenizle potansiyel “iş atan fingirdek hatun” görülmeniz bir olur. Tabi bay garsonun müstakbel zamazingosu olarak işletmede gördüğünüz muamele de fevkaladedir. Hesap istemek için garsonu çağırdığınızda yanındakiler size çaktırmadıklarını sanarak “Ştt, oğlum bak, seninki çağırıyor…” derler. 5 lirayı paşa paşa ödeyip kafanız önde, yürür gidersiniz. Geviş getirir gibi bir sesle “hanfendi, iyi günler!” dediklerini duyarsınız.

Derin bir nefes, sonra yola devam.

Ama bu İstanbul denen memleketin bütün sahillerindeki çay bahçeleri de mi böyle olmak zorundadır?

Bari şu tostu adam gibi yapsalar…



22 Ekim 2007 Pazartesi

Ian Tanrı Değil...




1 saat kadar önce, sağanak yağmurun altında hızla giden bir araçta cam kenarına oturmuş, son ses “She’s Lost Control”ü dinliyordum. Yağan yağmur, hele de sağanak halindeyse, melankoliden çok bir rahatlama duygusu yaratır üzerimde. Hava sanki saatler boyunca tuttuğu gözyaşlarını salıvermiş ve rahatlamıştır, ortalık temizlenmiş ve tenhalaşmış gibidir. Çoğu kişinin, yapay ya da gerçek, içine düştükleri bunalımların eşlikçisi Joy Division yağmurla aynı etkiyi bırakır üzerimde. Genelin aksine, melankoli duygusundan ziyade, gerçeklerle yüzleşmek, gerektiğinde hıçkırarak ağlamak ama sonunda rahatlayarak her şeye yeniden başlama gücünü toplamak gibi bir duygudur bu.

Son günlerde izlediğim en iyi filmlerden biri olan Control/ Kontrol, adı itibariyle hem Ian Curtis’in kimilerince sahne show’u (!) sanılan epilepsi hastalığına, hem de kendi gibi epilepsi hastası bir kız için yazdığı “She’s Lost Control” adlı muhteşem şarkıya atıfta bulunarak daha başlamadan kendini sevdiriyor. Ian’ın bir bakıştan, bir duruştan ya da pozdan ibaret olmadığını sürekli vurgulayan filmin en iyi tarafı, Ian’ı bir rock yıldızından öte hatalarıyla sevaplarıyla, çelişkileriyle ve bunalımlarıyla, yani insan yönüyle anlatması. Joy Division’dan 16 yaşından beri vazgeçememiş ve hayatının önemli dönüm noktalarının fonunu Joy Division şarkılarıyla kurmuş biri olarak Anton Corbijn’in filminin öncelikle Ian Curtis’in basit birer taklidi olmaktan öteye gidememiş “fucker loser” edalı yeni yetmelere sert bir tokat çarptığını da söylemem gerek. Kabul, o meşhur konserde Sex Pistols'lı kızıl şeytan "bu geceden sonra ananızın mutfak parasıyla kendinize gitar alıp bir grup kurun" demişti ama safi pozdan, siyah göz kaleminden ve modadan ibaret olun, idolünüz olan grupların 3.sınıf kopyası olup gerisini koyverin önerisinde bulunmamıştı. Joy Division da bu konserden sonra kendilerini sahnelere atan gruplardan biriydi ama kendilerine özgüydüler. Kontrol, Joy Division'un özgünlüğünde payı olan o arada almışlık duygusunu ve Ian'ın kaleminden dökülen çelişkileri gerektiği gibi izleyicisine aktardığı için bir tam puan daha alıyor benden.

Film süresince birbirinden güzel konser sahneleri ve Joy Division şarkıları akıp gidiyor. Ian’ı oynayan Sam Riley, 80’lerin kült ozanını başarıyla canlandırmış. Bu rol için Jude Law’in seçilmediğine ne kadar sevinsek azdır doğrusu. (Law, tipi itibariyle Curtis'den ziyade Justin Timberlake'i hatırlatıyor bana yoksa kendisiyle bir alıp veremediğim yok.) Diğer oyuncular da rollerinin hakkından başarıyla gelmişler. 80’lere dair pek çok ayrıntı filmde hakkıyla kullanılmış. Anton Corbijn, Ian Curtis’in ve Joy Division’un bütün plak görsellerinin ve fotoğraflarının siyah beyaz olmasını göz önüne alarak filmi de baştan sona siyah beyaz olarak çekmiş. Bunun yerinde bir karar olduğunu filmin üzerinizde bıraktığı etkiden anlıyorsunuz. Filmin olay örgüsü kurulurken büyük ölçüde Ian'ın eşi Deborah'ın "Touching From A Distance" adlı kitabından yararlanılmış.


Kontrol, elbette Ian’ın 18 Mayıs 1980’de hayatına son vermesiyle bitiyor. Karısı Deborah “Yardım edecek kimse yok mu?” diyerek çırpınırken, Ian’ın yalnızlığı daha da artıyor. Filmde anlatılana göre Ian, Joy Division'un bu kadar ünlenmesini asla istememişti zaten.Tanrı ya da ilah olmak yerine gözden uzak olmayı yeğlediğini hep söylüyordu. Bu açıdan bakıldığına, aynı yeni yetmeliğinde plaklarını elinden düşürmediği Bowie'nin bir şarkısında söylediği gibi 30'una gelmeden, kendisi için en uygun bulduğu sonla çekip gitti hayatımızdan.

Ian Tanrı Değil...




1 saat kadar önce, sağanak yağmurun altında hızla giden bir araçta cam kenarına oturmuş, son ses “She’s Lost Control”ü dinliyordum. Yağan yağmur, hele de sağanak halindeyse, melankoliden çok bir rahatlama duygusu yaratır üzerimde. Hava sanki saatler boyunca tuttuğu gözyaşlarını salıvermiş ve rahatlamıştır, ortalık temizlenmiş ve tenhalaşmış gibidir. Çoğu kişinin, yapay ya da gerçek, içine düştükleri bunalımların eşlikçisi Joy Division yağmurla aynı etkiyi bırakır üzerimde. Genelin aksine, melankoli duygusundan ziyade, gerçeklerle yüzleşmek, gerektiğinde hıçkırarak ağlamak ama sonunda rahatlayarak her şeye yeniden başlama gücünü toplamak gibi bir duygudur bu.

Son günlerde izlediğim en iyi filmlerden biri olan Control/ Kontrol, adı itibariyle hem Ian Curtis’in kimilerince sahne show’u (!) sanılan epilepsi hastalığına, hem de kendi gibi epilepsi hastası bir kız için yazdığı “She’s Lost Control” adlı muhteşem şarkıya atıfta bulunarak daha başlamadan kendini sevdiriyor. Ian’ın bir bakıştan, bir duruştan ya da pozdan ibaret olmadığını sürekli vurgulayan filmin en iyi tarafı, Ian’ı bir rock yıldızından öte hatalarıyla sevaplarıyla, çelişkileriyle ve bunalımlarıyla, yani insan yönüyle anlatması. Joy Division’dan 16 yaşından beri vazgeçememiş ve hayatının önemli dönüm noktalarının fonunu Joy Division şarkılarıyla kurmuş biri olarak Anton Corbijn’in filminin öncelikle Ian Curtis’in basit birer taklidi olmaktan öteye gidememiş “fucker loser” edalı yeni yetmelere sert bir tokat çarptığını da söylemem gerek. Kabul, o meşhur konserde Sex Pistols'lı kızıl şeytan "bu geceden sonra ananızın mutfak parasıyla kendinize gitar alıp bir grup kurun" demişti ama safi pozdan, siyah göz kaleminden ve modadan ibaret olun, idolünüz olan grupların 3.sınıf kopyası olup gerisini koyverin önerisinde bulunmamıştı. Joy Division da bu konserden sonra kendilerini sahnelere atan gruplardan biriydi ama kendilerine özgüydüler. Kontrol, Joy Division'un özgünlüğünde payı olan o arada almışlık duygusunu ve Ian'ın kaleminden dökülen çelişkileri gerektiği gibi izleyicisine aktardığı için bir tam puan daha alıyor benden.

Film süresince birbirinden güzel konser sahneleri ve Joy Division şarkıları akıp gidiyor. Ian’ı oynayan Sam Riley, 80’lerin kült ozanını başarıyla canlandırmış. Bu rol için Jude Law’in seçilmediğine ne kadar sevinsek azdır doğrusu. (Law, tipi itibariyle Curtis'den ziyade Justin Timberlake'i hatırlatıyor bana yoksa kendisiyle bir alıp veremediğim yok.) Diğer oyuncular da rollerinin hakkından başarıyla gelmişler. 80’lere dair pek çok ayrıntı filmde hakkıyla kullanılmış. Anton Corbijn, Ian Curtis’in ve Joy Division’un bütün plak görsellerinin ve fotoğraflarının siyah beyaz olmasını göz önüne alarak filmi de baştan sona siyah beyaz olarak çekmiş. Bunun yerinde bir karar olduğunu filmin üzerinizde bıraktığı etkiden anlıyorsunuz. Filmin olay örgüsü kurulurken büyük ölçüde Ian'ın eşi Deborah'ın "Touching From A Distance" adlı kitabından yararlanılmış.


Kontrol, elbette Ian’ın 18 Mayıs 1980’de hayatına son vermesiyle bitiyor. Karısı Deborah “Yardım edecek kimse yok mu?” diyerek çırpınırken, Ian’ın yalnızlığı daha da artıyor. Filmde anlatılana göre Ian, Joy Division'un bu kadar ünlenmesini asla istememişti zaten.Tanrı ya da ilah olmak yerine gözden uzak olmayı yeğlediğini hep söylüyordu. Bu açıdan bakıldığına, aynı yeni yetmeliğinde plaklarını elinden düşürmediği Bowie'nin bir şarkısında söylediği gibi 30'una gelmeden, kendisi için en uygun bulduğu sonla çekip gitti hayatımızdan.

Ian Tanrı Değil...




1 saat kadar önce, sağanak yağmurun altında hızla giden bir araçta cam kenarına oturmuş, son ses “She’s Lost Control”ü dinliyordum. Yağan yağmur, hele de sağanak halindeyse, melankoliden çok bir rahatlama duygusu yaratır üzerimde. Hava sanki saatler boyunca tuttuğu gözyaşlarını salıvermiş ve rahatlamıştır, ortalık temizlenmiş ve tenhalaşmış gibidir. Çoğu kişinin, yapay ya da gerçek, içine düştükleri bunalımların eşlikçisi Joy Division yağmurla aynı etkiyi bırakır üzerimde. Genelin aksine, melankoli duygusundan ziyade, gerçeklerle yüzleşmek, gerektiğinde hıçkırarak ağlamak ama sonunda rahatlayarak her şeye yeniden başlama gücünü toplamak gibi bir duygudur bu.

Son günlerde izlediğim en iyi filmlerden biri olan Control/ Kontrol, adı itibariyle hem Ian Curtis’in kimilerince sahne show’u (!) sanılan epilepsi hastalığına, hem de kendi gibi epilepsi hastası bir kız için yazdığı “She’s Lost Control” adlı muhteşem şarkıya atıfta bulunarak daha başlamadan kendini sevdiriyor. Ian’ın bir bakıştan, bir duruştan ya da pozdan ibaret olmadığını sürekli vurgulayan filmin en iyi tarafı, Ian’ı bir rock yıldızından öte hatalarıyla sevaplarıyla, çelişkileriyle ve bunalımlarıyla, yani insan yönüyle anlatması. Joy Division’dan 16 yaşından beri vazgeçememiş ve hayatının önemli dönüm noktalarının fonunu Joy Division şarkılarıyla kurmuş biri olarak Anton Corbijn’in filminin öncelikle Ian Curtis’in basit birer taklidi olmaktan öteye gidememiş “fucker loser” edalı yeni yetmelere sert bir tokat çarptığını da söylemem gerek. Kabul, o meşhur konserde Sex Pistols'lı kızıl şeytan "bu geceden sonra ananızın mutfak parasıyla kendinize gitar alıp bir grup kurun" demişti ama safi pozdan, siyah göz kaleminden ve modadan ibaret olun, idolünüz olan grupların 3.sınıf kopyası olup gerisini koyverin önerisinde bulunmamıştı. Joy Division da bu konserden sonra kendilerini sahnelere atan gruplardan biriydi ama kendilerine özgüydüler. Kontrol, Joy Division'un özgünlüğünde payı olan o arada almışlık duygusunu ve Ian'ın kaleminden dökülen çelişkileri gerektiği gibi izleyicisine aktardığı için bir tam puan daha alıyor benden.

Film süresince birbirinden güzel konser sahneleri ve Joy Division şarkıları akıp gidiyor. Ian’ı oynayan Sam Riley, 80’lerin kült ozanını başarıyla canlandırmış. Bu rol için Jude Law’in seçilmediğine ne kadar sevinsek azdır doğrusu. (Law, tipi itibariyle Curtis'den ziyade Justin Timberlake'i hatırlatıyor bana yoksa kendisiyle bir alıp veremediğim yok.) Diğer oyuncular da rollerinin hakkından başarıyla gelmişler. 80’lere dair pek çok ayrıntı filmde hakkıyla kullanılmış. Anton Corbijn, Ian Curtis’in ve Joy Division’un bütün plak görsellerinin ve fotoğraflarının siyah beyaz olmasını göz önüne alarak filmi de baştan sona siyah beyaz olarak çekmiş. Bunun yerinde bir karar olduğunu filmin üzerinizde bıraktığı etkiden anlıyorsunuz. Filmin olay örgüsü kurulurken büyük ölçüde Ian'ın eşi Deborah'ın "Touching From A Distance" adlı kitabından yararlanılmış.


Kontrol, elbette Ian’ın 18 Mayıs 1980’de hayatına son vermesiyle bitiyor. Karısı Deborah “Yardım edecek kimse yok mu?” diyerek çırpınırken, Ian’ın yalnızlığı daha da artıyor. Filmde anlatılana göre Ian, Joy Division'un bu kadar ünlenmesini asla istememişti zaten.Tanrı ya da ilah olmak yerine gözden uzak olmayı yeğlediğini hep söylüyordu. Bu açıdan bakıldığına, aynı yeni yetmeliğinde plaklarını elinden düşürmediği Bowie'nin bir şarkısında söylediği gibi 30'una gelmeden, kendisi için en uygun bulduğu sonla çekip gitti hayatımızdan.

Irina Palm



Eylül ayındaki Patti Smith konserine biletsiz kalma faciasından sonra bu sefer erken davranıp Filmekimi daha başlamadan izlemek istediğim filmlerin bir listesini çıkardım ve biletler satışa çıkar çıkmaz yerimi garantiye aldım. Herhangi bir etkinlikte gala gecelerinin kalabalığından fazlasıyla sıkıntı duyan asosyal bir yabani olsam da hem izlemek istediğim filmlerin diğer seanslarının çalışma programıma uymaması, hem de kimi filmlerin vizyona girmeyecek olması nedeniyle derin bir nefes alıp İstiklal caddesi’nin olağan kalabalığı ile Emek Sineması’nın sokağındaki kalabalığı atlatıp neredeyse her akşam İstanbul’un en güzel sinema salonun koltuğuna kuruluyorum. Film başlamadan önce gösterilen reklamlar esnasında Emek’in tavan süslemelerini inceliyor ve etrafa kulak misafiri oluyorum.

İlk izlediğim film, Marjane Satrapi’nin İran Devrimi sürecini anlatan animasyon filmi Persepolis’ti. Persepolis’i vizyona girince yeniden izlemek ve çizgi romanını edinmek istiyorum, aslında film hakkında detay vererek henüz izlememiş olanların tadını kaçırmak istemiyorum. O nedenle, Irina Palm’dan bahsedeceğim, torunu için kötü yola düşen “otuzbirci” büyükanne’den…

Yeşilçam sağolsun, çok sevdiği bir yakınının ölümcül hastalığını tedavi ettirmek için türlü türlü yola bulaşan fedakar insan metaforuna hiçbirimiz yabancı değiliz. Hatta bir çırpıda aklıma geliveren ilk örnek olan “Sana Tapıyorum” adlı filmde Zeynep Değirmencioğlu’nun canlandırdığı Ayşecik, ölmek üzere olan annesini kurtarmak için kötü adamların pavyonunda dans etmeye başlıyordu ki bu pis işte çalışmaya başladığında yalnızca 15 yaşında bir genç kız olduğunu hatırlatalım. Bu filmin senaryosundan ziyadesiyle etkilendiğini düşündüğüm “Irina Palm”da ise Faithfull’un büyük bir başarıyla vücuda getirdiği Maggie, hasta olan torununun tedavisi için gereken parayı kazanmak için iş aramaya başladığında sıkça bir ayağı çukurda bir yaşlı kadın muamelesi görüyor. Nihayet “hostes” arayan bir Sex Show barına başvurduğunda, kendisine reva görülen işte yalnızca “elleriyle çalışarak” iyi haftalık alabileceğini öğreniyor. Önce kendisine yapılan tuhaf teklifi reddeden Maggie, ölmek üzere olan torunun durumunun aciliyetini göz önüne alarak “hand job” kariyerine adım atıyor. El becerisi sayesinde gitgide sahaların aranan yıldızı olan Maggie, yani sahne adıyla Irina Palm, bir yandan dedikoducu komşularından saklanırken, öte yandan parayı nasıl bulduğunu merak eden oğlundan fersah fersah kaçıyor. İlerleyen günlerde ünü giderek yayılan Irina, kendisine bu işi öğreten arkadaşının işsiz kalmasına sebep olacak, yeni iş teklifleri alacak ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de patronuna aşık olacaktır. Bütün bu çelişkilerin gölgesinde kendini torununu kurtarmaya adayan Maggie, sevimli bir amatör olarak işle özelini sıkça birbirine karıştırmaktan beis duymayacaktır.

Patronu Miki’nin de özellikle vurguladığı üzere Maggie, gerek yürüyüşündeki zerafet, gerekse Marianne’den ödünç aldığı çatallı sesiyle “cami yıkılmış ama mihrap yerinde” tabirine uygun bir kadın portesi sunuyor. Bu yetmezmiş gibi, kocasının ölümünden yıllar sonra yeniden aşık olduğu Miki sayesinde kendine güveni yerine geliyor. Filmi izlerken yanımda oturan bir kadının söylediği gibi: “Bak görüyor musun, kadın aşık olunca birden güzelleşiverdi.” Kendisi biliyor mudur bilinmez ama mazbut Maggie rolüne kandığımız Faithfull, bir zamanlar az canlar yakmadı. Yine de, Thelma ve Louise'in unutulmaz soundtrack'inde yer alan "The Ballad of Lucy Jordan" adlı şarkısında olduğu gibi, kocasını kaybedene kadar kendi olamamış kadınların öykülerini başarıyla canlandırmaya devam ediyor. Elbette bütün bunlar, “Irina Palm”ın senaryosunun “Sana Tapıyorum” dan etkilendiği gerçeğini değiştirmiyor(!). Yine de yönetmen Garbarski’nin özenli yönetimi ve pek tabi oyuncuların doğallıkları filmi tekdüzelikten kurtarıyor.

Uzun zamandır sinema başlığı için bir yazı yazmamıştım, çok iyi geldi. Zencefil'in sebzeli lazanyası masaya geldiği için kısa bir keyif arası veriyorum şimdi. Önümüzdeki günlerde ektiğim filmleri incelemeye devam edeceğim. Zencefil'i hem İstanbul rehberi adının hakkını verebilmek adına, hem de gazetelerdeki büyük köşecilerimiz kültürsel aktivitelerine gurmelik deneyimlerini karıştırmayı sevmelerini örnek alarak işin içine katıyorum.

Irina Palm



Eylül ayındaki Patti Smith konserine biletsiz kalma faciasından sonra bu sefer erken davranıp Filmekimi daha başlamadan izlemek istediğim filmlerin bir listesini çıkardım ve biletler satışa çıkar çıkmaz yerimi garantiye aldım. Herhangi bir etkinlikte gala gecelerinin kalabalığından fazlasıyla sıkıntı duyan asosyal bir yabani olsam da hem izlemek istediğim filmlerin diğer seanslarının çalışma programıma uymaması, hem de kimi filmlerin vizyona girmeyecek olması nedeniyle derin bir nefes alıp İstiklal caddesi’nin olağan kalabalığı ile Emek Sineması’nın sokağındaki kalabalığı atlatıp neredeyse her akşam İstanbul’un en güzel sinema salonun koltuğuna kuruluyorum. Film başlamadan önce gösterilen reklamlar esnasında Emek’in tavan süslemelerini inceliyor ve etrafa kulak misafiri oluyorum.

İlk izlediğim film, Marjane Satrapi’nin İran Devrimi sürecini anlatan animasyon filmi Persepolis’ti. Persepolis’i vizyona girince yeniden izlemek ve çizgi romanını edinmek istiyorum, aslında film hakkında detay vererek henüz izlememiş olanların tadını kaçırmak istemiyorum. O nedenle, Irina Palm’dan bahsedeceğim, torunu için kötü yola düşen “otuzbirci” büyükanne’den…

Yeşilçam sağolsun, çok sevdiği bir yakınının ölümcül hastalığını tedavi ettirmek için türlü türlü yola bulaşan fedakar insan metaforuna hiçbirimiz yabancı değiliz. Hatta bir çırpıda aklıma geliveren ilk örnek olan “Sana Tapıyorum” adlı filmde Zeynep Değirmencioğlu’nun canlandırdığı Ayşecik, ölmek üzere olan annesini kurtarmak için kötü adamların pavyonunda dans etmeye başlıyordu ki bu pis işte çalışmaya başladığında yalnızca 15 yaşında bir genç kız olduğunu hatırlatalım. Bu filmin senaryosundan ziyadesiyle etkilendiğini düşündüğüm “Irina Palm”da ise Faithfull’un büyük bir başarıyla vücuda getirdiği Maggie, hasta olan torununun tedavisi için gereken parayı kazanmak için iş aramaya başladığında sıkça bir ayağı çukurda bir yaşlı kadın muamelesi görüyor. Nihayet “hostes” arayan bir Sex Show barına başvurduğunda, kendisine reva görülen işte yalnızca “elleriyle çalışarak” iyi haftalık alabileceğini öğreniyor. Önce kendisine yapılan tuhaf teklifi reddeden Maggie, ölmek üzere olan torunun durumunun aciliyetini göz önüne alarak “hand job” kariyerine adım atıyor. El becerisi sayesinde gitgide sahaların aranan yıldızı olan Maggie, yani sahne adıyla Irina Palm, bir yandan dedikoducu komşularından saklanırken, öte yandan parayı nasıl bulduğunu merak eden oğlundan fersah fersah kaçıyor. İlerleyen günlerde ünü giderek yayılan Irina, kendisine bu işi öğreten arkadaşının işsiz kalmasına sebep olacak, yeni iş teklifleri alacak ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de patronuna aşık olacaktır. Bütün bu çelişkilerin gölgesinde kendini torununu kurtarmaya adayan Maggie, sevimli bir amatör olarak işle özelini sıkça birbirine karıştırmaktan beis duymayacaktır.

Patronu Miki’nin de özellikle vurguladığı üzere Maggie, gerek yürüyüşündeki zerafet, gerekse Marianne’den ödünç aldığı çatallı sesiyle “cami yıkılmış ama mihrap yerinde” tabirine uygun bir kadın portesi sunuyor. Bu yetmezmiş gibi, kocasının ölümünden yıllar sonra yeniden aşık olduğu Miki sayesinde kendine güveni yerine geliyor. Filmi izlerken yanımda oturan bir kadının söylediği gibi: “Bak görüyor musun, kadın aşık olunca birden güzelleşiverdi.” Kendisi biliyor mudur bilinmez ama mazbut Maggie rolüne kandığımız Faithfull, bir zamanlar az canlar yakmadı. Yine de, Thelma ve Louise'in unutulmaz soundtrack'inde yer alan "The Ballad of Lucy Jordan" adlı şarkısında olduğu gibi, kocasını kaybedene kadar kendi olamamış kadınların öykülerini başarıyla canlandırmaya devam ediyor. Elbette bütün bunlar, “Irina Palm”ın senaryosunun “Sana Tapıyorum” dan etkilendiği gerçeğini değiştirmiyor(!). Yine de yönetmen Garbarski’nin özenli yönetimi ve pek tabi oyuncuların doğallıkları filmi tekdüzelikten kurtarıyor.

Uzun zamandır sinema başlığı için bir yazı yazmamıştım, çok iyi geldi. Zencefil'in sebzeli lazanyası masaya geldiği için kısa bir keyif arası veriyorum şimdi. Önümüzdeki günlerde ektiğim filmleri incelemeye devam edeceğim. Zencefil'i hem İstanbul rehberi adının hakkını verebilmek adına, hem de gazetelerdeki büyük köşecilerimiz kültürsel aktivitelerine gurmelik deneyimlerini karıştırmayı sevmelerini örnek alarak işin içine katıyorum.

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons