22 Ekim 2007 Pazartesi

Irina Palm



Eylül ayındaki Patti Smith konserine biletsiz kalma faciasından sonra bu sefer erken davranıp Filmekimi daha başlamadan izlemek istediğim filmlerin bir listesini çıkardım ve biletler satışa çıkar çıkmaz yerimi garantiye aldım. Herhangi bir etkinlikte gala gecelerinin kalabalığından fazlasıyla sıkıntı duyan asosyal bir yabani olsam da hem izlemek istediğim filmlerin diğer seanslarının çalışma programıma uymaması, hem de kimi filmlerin vizyona girmeyecek olması nedeniyle derin bir nefes alıp İstiklal caddesi’nin olağan kalabalığı ile Emek Sineması’nın sokağındaki kalabalığı atlatıp neredeyse her akşam İstanbul’un en güzel sinema salonun koltuğuna kuruluyorum. Film başlamadan önce gösterilen reklamlar esnasında Emek’in tavan süslemelerini inceliyor ve etrafa kulak misafiri oluyorum.

İlk izlediğim film, Marjane Satrapi’nin İran Devrimi sürecini anlatan animasyon filmi Persepolis’ti. Persepolis’i vizyona girince yeniden izlemek ve çizgi romanını edinmek istiyorum, aslında film hakkında detay vererek henüz izlememiş olanların tadını kaçırmak istemiyorum. O nedenle, Irina Palm’dan bahsedeceğim, torunu için kötü yola düşen “otuzbirci” büyükanne’den…

Yeşilçam sağolsun, çok sevdiği bir yakınının ölümcül hastalığını tedavi ettirmek için türlü türlü yola bulaşan fedakar insan metaforuna hiçbirimiz yabancı değiliz. Hatta bir çırpıda aklıma geliveren ilk örnek olan “Sana Tapıyorum” adlı filmde Zeynep Değirmencioğlu’nun canlandırdığı Ayşecik, ölmek üzere olan annesini kurtarmak için kötü adamların pavyonunda dans etmeye başlıyordu ki bu pis işte çalışmaya başladığında yalnızca 15 yaşında bir genç kız olduğunu hatırlatalım. Bu filmin senaryosundan ziyadesiyle etkilendiğini düşündüğüm “Irina Palm”da ise Faithfull’un büyük bir başarıyla vücuda getirdiği Maggie, hasta olan torununun tedavisi için gereken parayı kazanmak için iş aramaya başladığında sıkça bir ayağı çukurda bir yaşlı kadın muamelesi görüyor. Nihayet “hostes” arayan bir Sex Show barına başvurduğunda, kendisine reva görülen işte yalnızca “elleriyle çalışarak” iyi haftalık alabileceğini öğreniyor. Önce kendisine yapılan tuhaf teklifi reddeden Maggie, ölmek üzere olan torunun durumunun aciliyetini göz önüne alarak “hand job” kariyerine adım atıyor. El becerisi sayesinde gitgide sahaların aranan yıldızı olan Maggie, yani sahne adıyla Irina Palm, bir yandan dedikoducu komşularından saklanırken, öte yandan parayı nasıl bulduğunu merak eden oğlundan fersah fersah kaçıyor. İlerleyen günlerde ünü giderek yayılan Irina, kendisine bu işi öğreten arkadaşının işsiz kalmasına sebep olacak, yeni iş teklifleri alacak ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de patronuna aşık olacaktır. Bütün bu çelişkilerin gölgesinde kendini torununu kurtarmaya adayan Maggie, sevimli bir amatör olarak işle özelini sıkça birbirine karıştırmaktan beis duymayacaktır.

Patronu Miki’nin de özellikle vurguladığı üzere Maggie, gerek yürüyüşündeki zerafet, gerekse Marianne’den ödünç aldığı çatallı sesiyle “cami yıkılmış ama mihrap yerinde” tabirine uygun bir kadın portesi sunuyor. Bu yetmezmiş gibi, kocasının ölümünden yıllar sonra yeniden aşık olduğu Miki sayesinde kendine güveni yerine geliyor. Filmi izlerken yanımda oturan bir kadının söylediği gibi: “Bak görüyor musun, kadın aşık olunca birden güzelleşiverdi.” Kendisi biliyor mudur bilinmez ama mazbut Maggie rolüne kandığımız Faithfull, bir zamanlar az canlar yakmadı. Yine de, Thelma ve Louise'in unutulmaz soundtrack'inde yer alan "The Ballad of Lucy Jordan" adlı şarkısında olduğu gibi, kocasını kaybedene kadar kendi olamamış kadınların öykülerini başarıyla canlandırmaya devam ediyor. Elbette bütün bunlar, “Irina Palm”ın senaryosunun “Sana Tapıyorum” dan etkilendiği gerçeğini değiştirmiyor(!). Yine de yönetmen Garbarski’nin özenli yönetimi ve pek tabi oyuncuların doğallıkları filmi tekdüzelikten kurtarıyor.

Uzun zamandır sinema başlığı için bir yazı yazmamıştım, çok iyi geldi. Zencefil'in sebzeli lazanyası masaya geldiği için kısa bir keyif arası veriyorum şimdi. Önümüzdeki günlerde ektiğim filmleri incelemeye devam edeceğim. Zencefil'i hem İstanbul rehberi adının hakkını verebilmek adına, hem de gazetelerdeki büyük köşecilerimiz kültürsel aktivitelerine gurmelik deneyimlerini karıştırmayı sevmelerini örnek alarak işin içine katıyorum.

0 yorum:

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons