30 Mart 2007 Cuma

Büyüklere Masallar



Uludağ'ın sade gazozu ve eğer bulabilirsem naneli gazoz. Babamızın dizinde masal dinlediğimiz ve kimsenin bizi kıramayacağına inandırıldığımız zamanlardan kalan en güzel alışkanlıklardan biri... Yalan halbuki, nerde o kimsenin birbirinin nasırına basmadan yaşayıp gittiği yer? Kırılmaktan korkan fanusta yaşasın. Misal 19 litrelik su damacanasını taşıdı diye yatağa düşen kızlar daha ağır yükler altında nasıl olacaklar?(altında mana aramayınız.) Fotoğraf benim Nikon'un objektifinden, yer Eyüp Sultan Tepesi, haha yok şaka, Pierre Loti Tepesi, tahta iskembleler... Çalan şarkı "Dreaming Tree/ Dave Mathews Band." Hayret ki ne hayret, ben bu şarkıyı doğru anlamışım. Yıllarca "The Everlasting" in "when our smiles were genuine" bölümünü "when smiles a virgin woman" diye söylemişliğim, söylemekle kalsam yine iyi, etrafımdakilere "bu Manics uçmuş abi, hem vijin, hem de kadın nasıl oluyor!!!" diyip durmuşluğum var. Birisi bile uyarmamış işin kötü tarafı, demek ki olunabiliyormuş, herşey beyinde biter klişesi doğru sanırım. Siz hiç "From Despair To Where" ile "Door To The River" ı peşpeşe dinlediniz mi? Ne alaka mı? Ben de bilmiyorum, esti öylesine...





she thinks when she was small

there on her father's knee

how he had promised her

"you'll always be my baby"

"daddy come quick

the dreaming tree has died

i can't find my way home

there is no place to hide

the dreaming tree has died"

take me back

save me please


"saklanacak yerimiz kalmadı!"




Çünkü;






...
i welcome your new life for me



forgive me, let live me



set my spirit free



losing, it comes in a cold wave



of guilt and shame all over me



child has arrived in the darkness



the hollow triumph of a tree

...


Bir kere de meyn-strim ol yahu!

Büyüklere Masallar



Uludağ'ın sade gazozu ve eğer bulabilirsem naneli gazoz. Babamızın dizinde masal dinlediğimiz ve kimsenin bizi kıramayacağına inandırıldığımız zamanlardan kalan en güzel alışkanlıklardan biri... Yalan halbuki, nerde o kimsenin birbirinin nasırına basmadan yaşayıp gittiği yer? Kırılmaktan korkan fanusta yaşasın. Misal 19 litrelik su damacanasını taşıdı diye yatağa düşen kızlar daha ağır yükler altında nasıl olacaklar?(altında mana aramayınız.) Fotoğraf benim Nikon'un objektifinden, yer Eyüp Sultan Tepesi, haha yok şaka, Pierre Loti Tepesi, tahta iskembleler... Çalan şarkı "Dreaming Tree/ Dave Mathews Band." Hayret ki ne hayret, ben bu şarkıyı doğru anlamışım. Yıllarca "The Everlasting" in "when our smiles were genuine" bölümünü "when smiles a virgin woman" diye söylemişliğim, söylemekle kalsam yine iyi, etrafımdakilere "bu Manics uçmuş abi, hem vijin, hem de kadın nasıl oluyor!!!" diyip durmuşluğum var. Birisi bile uyarmamış işin kötü tarafı, demek ki olunabiliyormuş, herşey beyinde biter klişesi doğru sanırım. Siz hiç "From Despair To Where" ile "Door To The River" ı peşpeşe dinlediniz mi? Ne alaka mı? Ben de bilmiyorum, esti öylesine...





she thinks when she was small

there on her father's knee

how he had promised her

"you'll always be my baby"

"daddy come quick

the dreaming tree has died

i can't find my way home

there is no place to hide

the dreaming tree has died"

take me back

save me please


"saklanacak yerimiz kalmadı!"




Çünkü;






...
i welcome your new life for me



forgive me, let live me



set my spirit free



losing, it comes in a cold wave



of guilt and shame all over me



child has arrived in the darkness



the hollow triumph of a tree

...


Bir kere de meyn-strim ol yahu!

Büyüklere Masallar



Uludağ'ın sade gazozu ve eğer bulabilirsem naneli gazoz. Babamızın dizinde masal dinlediğimiz ve kimsenin bizi kıramayacağına inandırıldığımız zamanlardan kalan en güzel alışkanlıklardan biri... Yalan halbuki, nerde o kimsenin birbirinin nasırına basmadan yaşayıp gittiği yer? Kırılmaktan korkan fanusta yaşasın. Misal 19 litrelik su damacanasını taşıdı diye yatağa düşen kızlar daha ağır yükler altında nasıl olacaklar?(altında mana aramayınız.) Fotoğraf benim Nikon'un objektifinden, yer Eyüp Sultan Tepesi, haha yok şaka, Pierre Loti Tepesi, tahta iskembleler... Çalan şarkı "Dreaming Tree/ Dave Mathews Band." Hayret ki ne hayret, ben bu şarkıyı doğru anlamışım. Yıllarca "The Everlasting" in "when our smiles were genuine" bölümünü "when smiles a virgin woman" diye söylemişliğim, söylemekle kalsam yine iyi, etrafımdakilere "bu Manics uçmuş abi, hem vijin, hem de kadın nasıl oluyor!!!" diyip durmuşluğum var. Birisi bile uyarmamış işin kötü tarafı, demek ki olunabiliyormuş, herşey beyinde biter klişesi doğru sanırım. Siz hiç "From Despair To Where" ile "Door To The River" ı peşpeşe dinlediniz mi? Ne alaka mı? Ben de bilmiyorum, esti öylesine...





she thinks when she was small

there on her father's knee

how he had promised her

"you'll always be my baby"

"daddy come quick

the dreaming tree has died

i can't find my way home

there is no place to hide

the dreaming tree has died"

take me back

save me please


"saklanacak yerimiz kalmadı!"




Çünkü;






...
i welcome your new life for me



forgive me, let live me



set my spirit free



losing, it comes in a cold wave



of guilt and shame all over me



child has arrived in the darkness



the hollow triumph of a tree

...


Bir kere de meyn-strim ol yahu!

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE PASOLINI

“Katolikler arasında bir ateist, faşistler arasında bir komünist,

komünistler arasında bir eşcinsel…”

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDEN EKSİKSİZ BİR

PASOLINI PORTRESİ

26. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinema tarihinin en aykırı isimlerinden şair, roman yazarı, ressam, düşünür ve yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin başlıca eserlerinin gösterildiği çok zengin bir program yer alıyor.

“Şiddetli Bir Hayat” başlığıyla sunulan bu kapsamlı retrospektifte Pasolini’nin 1961 yılında çektiği ilk filmi Dilenci’den başlayarak; 1975 yapımı Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filmine kadar; aralarında Mamma Roma, Kral Oidipus, Teorem, efsanevi opera sanatçısı Maria Callas’ın muhteşem oyunculuğuyla Medea ve Domuz Ahırı ve kısa metrajlı filmleri de olan 21 filmi yer alıyor.

Yönetmenlik hayatı on beş yılı bile bulmayan Pasolini, bu kısa sürede çektiği bir dizi başyapıtla bugün sinema tarihinin tartışmasız en önemli ve en sıra dışı yönetmenlerinden biri kabul ediliyor. Pasolini 1975 yılında, İtalya'da yasaklanan Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filminin İtalya dışındaki ilk gösterimi sürerken öldürüldü. Pasolini, ölümünün üstünden 32 yıl geçmesine rağmen filmleriyle hâlâ şaşırtıcı derecede taze, öngörüleriyle tüyler ürpertici.

Pasolini’nin bazı filmlerine dikkat !

İşlediği şiddet ve cinsellik temaları yüzünden filmleri büyük ilgi ve eleştiri toplayan Pasolini’nin bugün bile tam olarak aydınlatılamamış bir cinayete kurban gitmeden önce tamamladığı son filmi Salo ya da Sodom’un 120 Günü, yönetmenin en sert, en zor, en çok tartışılan ve en tanınmış filmi. Yönetmenin peş peşe çektiği “Hayat Üçlemesi” adıyla anılan Dekameron, Canterbury Öyküleri ve 1001 Gece Masalları adlı filmleri de din, kilise ve cinsellik konularının ele alınışından dolayı tepki almıştı. Yönetmen bu filmlerinde cinselliğin bir tabu olmadığı, ayıplanmadığı ve masumiyetle özdeşleştirdiği o “güzel günleri” anlatıyor.

Festival programında Pasolini’nin uzun metrajlı filmlerinin yanı sıra başlıca kısa filmleri de yer alıyor. Bölümün en dikkat çekenlerinden birisi de Salo filminin yapımı sırasında çekilen görüntülerden kurgulanan, Bernardo Bertolucci’nin kardeşi Giuseppe Bertolucci’nin yönettiği 2006 yapımı Pasolini Yanıbaşımızda adlı belgesel olacak…

Büyük usta Pasolini’nin filmlerini görmeyen ya da tekrar beyazperdede izlemek isteyen sinemaseverler festivalin “Şiddetli Bir Hayat” bölümünü kaçırmasınlar…

PASOLINI ARAŞTIRMALARI MERKEZİ KÜRATÖRÜ’NDEN PASOLINI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

5 Nisan Perşembe, İtalyan Kültür Merkezi, saat 17.00

Konuşmacı : Loris Lepri

İstanbul Film Festivali kapsamında ayrıca Pasolini üzerine 5 Nisan Perşembe günü İtalyan Kültür Merkezi’nde bir söyleşi gerçekleştirilecek. Söyleşinin konuşmacısı bir Pasolini uzmanı: Sinema Tarihi mezunu, Bologna Sinemateki “Pasolini Araştırmaları Merkezi”nin küratörü Loris Lepri. Lepri, Pasolini’nin sanatçı kişiliği ve eserleri üzerine daha önce Floransa, Milano, Roma, Ravenna, Krakov ve Meksika’da da konferanslar verdi.

Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/film

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE PASOLINI

“Katolikler arasında bir ateist, faşistler arasında bir komünist,

komünistler arasında bir eşcinsel…”

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDEN EKSİKSİZ BİR

PASOLINI PORTRESİ

26. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinema tarihinin en aykırı isimlerinden şair, roman yazarı, ressam, düşünür ve yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin başlıca eserlerinin gösterildiği çok zengin bir program yer alıyor.

“Şiddetli Bir Hayat” başlığıyla sunulan bu kapsamlı retrospektifte Pasolini’nin 1961 yılında çektiği ilk filmi Dilenci’den başlayarak; 1975 yapımı Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filmine kadar; aralarında Mamma Roma, Kral Oidipus, Teorem, efsanevi opera sanatçısı Maria Callas’ın muhteşem oyunculuğuyla Medea ve Domuz Ahırı ve kısa metrajlı filmleri de olan 21 filmi yer alıyor.

Yönetmenlik hayatı on beş yılı bile bulmayan Pasolini, bu kısa sürede çektiği bir dizi başyapıtla bugün sinema tarihinin tartışmasız en önemli ve en sıra dışı yönetmenlerinden biri kabul ediliyor. Pasolini 1975 yılında, İtalya'da yasaklanan Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filminin İtalya dışındaki ilk gösterimi sürerken öldürüldü. Pasolini, ölümünün üstünden 32 yıl geçmesine rağmen filmleriyle hâlâ şaşırtıcı derecede taze, öngörüleriyle tüyler ürpertici.

Pasolini’nin bazı filmlerine dikkat !

İşlediği şiddet ve cinsellik temaları yüzünden filmleri büyük ilgi ve eleştiri toplayan Pasolini’nin bugün bile tam olarak aydınlatılamamış bir cinayete kurban gitmeden önce tamamladığı son filmi Salo ya da Sodom’un 120 Günü, yönetmenin en sert, en zor, en çok tartışılan ve en tanınmış filmi. Yönetmenin peş peşe çektiği “Hayat Üçlemesi” adıyla anılan Dekameron, Canterbury Öyküleri ve 1001 Gece Masalları adlı filmleri de din, kilise ve cinsellik konularının ele alınışından dolayı tepki almıştı. Yönetmen bu filmlerinde cinselliğin bir tabu olmadığı, ayıplanmadığı ve masumiyetle özdeşleştirdiği o “güzel günleri” anlatıyor.

Festival programında Pasolini’nin uzun metrajlı filmlerinin yanı sıra başlıca kısa filmleri de yer alıyor. Bölümün en dikkat çekenlerinden birisi de Salo filminin yapımı sırasında çekilen görüntülerden kurgulanan, Bernardo Bertolucci’nin kardeşi Giuseppe Bertolucci’nin yönettiği 2006 yapımı Pasolini Yanıbaşımızda adlı belgesel olacak…

Büyük usta Pasolini’nin filmlerini görmeyen ya da tekrar beyazperdede izlemek isteyen sinemaseverler festivalin “Şiddetli Bir Hayat” bölümünü kaçırmasınlar…

PASOLINI ARAŞTIRMALARI MERKEZİ KÜRATÖRÜ’NDEN PASOLINI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

5 Nisan Perşembe, İtalyan Kültür Merkezi, saat 17.00

Konuşmacı : Loris Lepri

İstanbul Film Festivali kapsamında ayrıca Pasolini üzerine 5 Nisan Perşembe günü İtalyan Kültür Merkezi’nde bir söyleşi gerçekleştirilecek. Söyleşinin konuşmacısı bir Pasolini uzmanı: Sinema Tarihi mezunu, Bologna Sinemateki “Pasolini Araştırmaları Merkezi”nin küratörü Loris Lepri. Lepri, Pasolini’nin sanatçı kişiliği ve eserleri üzerine daha önce Floransa, Milano, Roma, Ravenna, Krakov ve Meksika’da da konferanslar verdi.

Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/film

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDE PASOLINI

“Katolikler arasında bir ateist, faşistler arasında bir komünist,

komünistler arasında bir eşcinsel…”

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDEN EKSİKSİZ BİR

PASOLINI PORTRESİ

26. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinema tarihinin en aykırı isimlerinden şair, roman yazarı, ressam, düşünür ve yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin başlıca eserlerinin gösterildiği çok zengin bir program yer alıyor.

“Şiddetli Bir Hayat” başlığıyla sunulan bu kapsamlı retrospektifte Pasolini’nin 1961 yılında çektiği ilk filmi Dilenci’den başlayarak; 1975 yapımı Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filmine kadar; aralarında Mamma Roma, Kral Oidipus, Teorem, efsanevi opera sanatçısı Maria Callas’ın muhteşem oyunculuğuyla Medea ve Domuz Ahırı ve kısa metrajlı filmleri de olan 21 filmi yer alıyor.

Yönetmenlik hayatı on beş yılı bile bulmayan Pasolini, bu kısa sürede çektiği bir dizi başyapıtla bugün sinema tarihinin tartışmasız en önemli ve en sıra dışı yönetmenlerinden biri kabul ediliyor. Pasolini 1975 yılında, İtalya'da yasaklanan Salo ya da Sodom’un 120 Günü adlı son filminin İtalya dışındaki ilk gösterimi sürerken öldürüldü. Pasolini, ölümünün üstünden 32 yıl geçmesine rağmen filmleriyle hâlâ şaşırtıcı derecede taze, öngörüleriyle tüyler ürpertici.

Pasolini’nin bazı filmlerine dikkat !

İşlediği şiddet ve cinsellik temaları yüzünden filmleri büyük ilgi ve eleştiri toplayan Pasolini’nin bugün bile tam olarak aydınlatılamamış bir cinayete kurban gitmeden önce tamamladığı son filmi Salo ya da Sodom’un 120 Günü, yönetmenin en sert, en zor, en çok tartışılan ve en tanınmış filmi. Yönetmenin peş peşe çektiği “Hayat Üçlemesi” adıyla anılan Dekameron, Canterbury Öyküleri ve 1001 Gece Masalları adlı filmleri de din, kilise ve cinsellik konularının ele alınışından dolayı tepki almıştı. Yönetmen bu filmlerinde cinselliğin bir tabu olmadığı, ayıplanmadığı ve masumiyetle özdeşleştirdiği o “güzel günleri” anlatıyor.

Festival programında Pasolini’nin uzun metrajlı filmlerinin yanı sıra başlıca kısa filmleri de yer alıyor. Bölümün en dikkat çekenlerinden birisi de Salo filminin yapımı sırasında çekilen görüntülerden kurgulanan, Bernardo Bertolucci’nin kardeşi Giuseppe Bertolucci’nin yönettiği 2006 yapımı Pasolini Yanıbaşımızda adlı belgesel olacak…

Büyük usta Pasolini’nin filmlerini görmeyen ya da tekrar beyazperdede izlemek isteyen sinemaseverler festivalin “Şiddetli Bir Hayat” bölümünü kaçırmasınlar…

PASOLINI ARAŞTIRMALARI MERKEZİ KÜRATÖRÜ’NDEN PASOLINI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

5 Nisan Perşembe, İtalyan Kültür Merkezi, saat 17.00

Konuşmacı : Loris Lepri

İstanbul Film Festivali kapsamında ayrıca Pasolini üzerine 5 Nisan Perşembe günü İtalyan Kültür Merkezi’nde bir söyleşi gerçekleştirilecek. Söyleşinin konuşmacısı bir Pasolini uzmanı: Sinema Tarihi mezunu, Bologna Sinemateki “Pasolini Araştırmaları Merkezi”nin küratörü Loris Lepri. Lepri, Pasolini’nin sanatçı kişiliği ve eserleri üzerine daha önce Floransa, Milano, Roma, Ravenna, Krakov ve Meksika’da da konferanslar verdi.

Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/film

28 Mart 2007 Çarşamba

Nereye Kadar Şiddet?

Aldığım Sinema Sosyolojisi derslerinden birinde konu “sinemada şiddet kullanımı” konusuna ve Kitano sinemasına geldi. “Şiddeti sanatsal bir anlayışla göstermenin hele ki şiddete eğimli toplumlarda ters tepeceğine” yönelik görüş bildiren de oldu, özellikle Kitano sinemasının genel beğeniye yönelik olmadığını, tercih edenlerin zaten izlediklerinin yalnızca bir film olduğunu kavrayabilecek entelektüel düzeyde olduğu da söylendi. Kitano sinemasıyla ilgili yalnızca iki filmini (Dolls ve Takeshi) seyretmiş biri olarak değerlendirme yapmam çok zor ama entelektüel seviye tanımlaması içteki şiddetin bastırılması gibi konularda son derece yetersiz gibime geliyor. Özellikle Kitano ve Tarantino sinemasında karakterlerin birbirine şiddet uyguladığı, öldürdüğü ya da işkence ettiği sahnelerin tam bir görsel şölen olduğu düşünülürse.(yani tam da o festival filmi izleyicisi tabir edilen kesimi tavlayacak şey) Kitano sinemada görselliğe fazlasıyla önem veren bir yönetmen, kostümlerinden müzik seçimlerine, karakterlerin görünümünden diyaloglara kadar filmin her sahnesinde izleyicinin bütün duyularına hitap ediyor. Üstelik "Takeshi" filmindeki bol kepçe şiddet size başlarda kahkaha bile attırıyor, filmin sonlarına doğru ise tekrar edilen sahnelere bile artık gülemiyorsunuz.

Sinemada şiddet mevzu bahis olduğunda son dönem sinemacılar içinde bir çırpıda sayıvereceğim üç yönetmen: Haneke, Tarantino ve Kitano. (her ne kadar son dönem dediysem de Kubrick elbette es geçilemez.) Üçünün filmlerinde de içi boş ve amaçsız bir şiddet yok aslında, kimi zaman bir felsefe, kimi zaman bir dışavurum olarak kullanılıyor. Eğer özellikle Kitano filmlerini izlediyseniz bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum. Şiddet olgusunu nereye kadar kabul edebilirsiniz? Sınırınız var mı yoksa sanat adına her yol mübah mı? Benim bu sorulara cevap vermem için Kitano’yu biraz daha keşfetmem gerek…


Ek: Haftasonu İstanbul'dayım. The Dandy Warhols' un "You Were The Last High" şarkısını "Ezgi" dizisinin bugünkü bölümünün soundtrack'i olarak seçtim. Hava harkulade, Burgazada beni bekler. Sonrası...Yine yeniden "eve dönüş." Bir süre daha "ev" diyeceğim şehre dönüş.



Brother filminden bir sahne



Dolls filminden bir sahne


Sinema'da şiddet konusunda bir köşe yazısı

Nereye Kadar Şiddet?

Aldığım Sinema Sosyolojisi derslerinden birinde konu “sinemada şiddet kullanımı” konusuna ve Kitano sinemasına geldi. “Şiddeti sanatsal bir anlayışla göstermenin hele ki şiddete eğimli toplumlarda ters tepeceğine” yönelik görüş bildiren de oldu, özellikle Kitano sinemasının genel beğeniye yönelik olmadığını, tercih edenlerin zaten izlediklerinin yalnızca bir film olduğunu kavrayabilecek entelektüel düzeyde olduğu da söylendi. Kitano sinemasıyla ilgili yalnızca iki filmini (Dolls ve Takeshi) seyretmiş biri olarak değerlendirme yapmam çok zor ama entelektüel seviye tanımlaması içteki şiddetin bastırılması gibi konularda son derece yetersiz gibime geliyor. Özellikle Kitano ve Tarantino sinemasında karakterlerin birbirine şiddet uyguladığı, öldürdüğü ya da işkence ettiği sahnelerin tam bir görsel şölen olduğu düşünülürse.(yani tam da o festival filmi izleyicisi tabir edilen kesimi tavlayacak şey) Kitano sinemada görselliğe fazlasıyla önem veren bir yönetmen, kostümlerinden müzik seçimlerine, karakterlerin görünümünden diyaloglara kadar filmin her sahnesinde izleyicinin bütün duyularına hitap ediyor. Üstelik "Takeshi" filmindeki bol kepçe şiddet size başlarda kahkaha bile attırıyor, filmin sonlarına doğru ise tekrar edilen sahnelere bile artık gülemiyorsunuz.

Sinemada şiddet mevzu bahis olduğunda son dönem sinemacılar içinde bir çırpıda sayıvereceğim üç yönetmen: Haneke, Tarantino ve Kitano. (her ne kadar son dönem dediysem de Kubrick elbette es geçilemez.) Üçünün filmlerinde de içi boş ve amaçsız bir şiddet yok aslında, kimi zaman bir felsefe, kimi zaman bir dışavurum olarak kullanılıyor. Eğer özellikle Kitano filmlerini izlediyseniz bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum. Şiddet olgusunu nereye kadar kabul edebilirsiniz? Sınırınız var mı yoksa sanat adına her yol mübah mı? Benim bu sorulara cevap vermem için Kitano’yu biraz daha keşfetmem gerek…


Ek: Haftasonu İstanbul'dayım. The Dandy Warhols' un "You Were The Last High" şarkısını "Ezgi" dizisinin bugünkü bölümünün soundtrack'i olarak seçtim. Hava harkulade, Burgazada beni bekler. Sonrası...Yine yeniden "eve dönüş." Bir süre daha "ev" diyeceğim şehre dönüş.



Brother filminden bir sahne



Dolls filminden bir sahne


Sinema'da şiddet konusunda bir köşe yazısı

Nereye Kadar Şiddet?

Aldığım Sinema Sosyolojisi derslerinden birinde konu “sinemada şiddet kullanımı” konusuna ve Kitano sinemasına geldi. “Şiddeti sanatsal bir anlayışla göstermenin hele ki şiddete eğimli toplumlarda ters tepeceğine” yönelik görüş bildiren de oldu, özellikle Kitano sinemasının genel beğeniye yönelik olmadığını, tercih edenlerin zaten izlediklerinin yalnızca bir film olduğunu kavrayabilecek entelektüel düzeyde olduğu da söylendi. Kitano sinemasıyla ilgili yalnızca iki filmini (Dolls ve Takeshi) seyretmiş biri olarak değerlendirme yapmam çok zor ama entelektüel seviye tanımlaması içteki şiddetin bastırılması gibi konularda son derece yetersiz gibime geliyor. Özellikle Kitano ve Tarantino sinemasında karakterlerin birbirine şiddet uyguladığı, öldürdüğü ya da işkence ettiği sahnelerin tam bir görsel şölen olduğu düşünülürse.(yani tam da o festival filmi izleyicisi tabir edilen kesimi tavlayacak şey) Kitano sinemada görselliğe fazlasıyla önem veren bir yönetmen, kostümlerinden müzik seçimlerine, karakterlerin görünümünden diyaloglara kadar filmin her sahnesinde izleyicinin bütün duyularına hitap ediyor. Üstelik "Takeshi" filmindeki bol kepçe şiddet size başlarda kahkaha bile attırıyor, filmin sonlarına doğru ise tekrar edilen sahnelere bile artık gülemiyorsunuz.

Sinemada şiddet mevzu bahis olduğunda son dönem sinemacılar içinde bir çırpıda sayıvereceğim üç yönetmen: Haneke, Tarantino ve Kitano. (her ne kadar son dönem dediysem de Kubrick elbette es geçilemez.) Üçünün filmlerinde de içi boş ve amaçsız bir şiddet yok aslında, kimi zaman bir felsefe, kimi zaman bir dışavurum olarak kullanılıyor. Eğer özellikle Kitano filmlerini izlediyseniz bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum. Şiddet olgusunu nereye kadar kabul edebilirsiniz? Sınırınız var mı yoksa sanat adına her yol mübah mı? Benim bu sorulara cevap vermem için Kitano’yu biraz daha keşfetmem gerek…


Ek: Haftasonu İstanbul'dayım. The Dandy Warhols' un "You Were The Last High" şarkısını "Ezgi" dizisinin bugünkü bölümünün soundtrack'i olarak seçtim. Hava harkulade, Burgazada beni bekler. Sonrası...Yine yeniden "eve dönüş." Bir süre daha "ev" diyeceğim şehre dönüş.



Brother filminden bir sahne



Dolls filminden bir sahne


Sinema'da şiddet konusunda bir köşe yazısı

27 Mart 2007 Salı

Goodbye Ruby Tuesday...


Kötü bir gündü…

Salı günleriyle aram yoktur. Dünyanın geri kalanında “pazartesi sendromu” olabilir, ben de “salı depresyonu” denen şey mevcut. Günün bitiminde “Goodbye Ruby Tuesday” diye şarkı paralarken buldum kendimi. Şarkı aslında özgürlüğüne düşkün, deli dolu, ne yapacağı pek belli olmayan bir kadını anlatır, "Ruby Tuesday" böyle olabilen kadınlar için kullanılan bir deyimdir. Ama ben bu gece, bütün şımarıklığımla şarkıyı kendi istediğimce yorumlayacak ve yalnızca "Goodbye ve tuesday" kısımlarını kaale alacağım. Uzunca bir süre şarkıyı Rolling Stones dedeler mi, ikona Marianne mi yoksa Melanie mi daha güzel söylüyor diye düşündükten sonra Melanie’nin daha melankolik olduğuna karar verdim. İhtiyacım olan şey.



Salı gününe dair sevdiğim az sayıdaki şeyden biridir "My Name Is Earl" adlı dizi. Bugünkü bölümü doğrusu izlediğim en komik bölümüydü. Ralph favori karakterim(Ay Ralph bey, sizin fevkaladeee hayranınızım!) ve de Joy'a bayılıyorum. Randy ise bana Sponge Bob'un Patrick'ini anımsatıyor. "Şu bir gerçek ki basçı ne kadar yakışıklı olursa olsun kızlar hep soliste bakar!" diyen Earl'e cevabım ise: "Genelleme yapmayınız bayım, ben önce bateriste bakarım!" (Muppet Show'dan yadigar bir alışkanlık. Hatırlar mısınız bilmem, bir Animal vardı grupta, harkulade bir bateristti. Aşıktım ben kendisine. Çok konserler gördüm ama Animal gibi stil sahibini görmedim.)


Alternatif-İstanbul’u “Günün sitesi” olarak seçen Cibalikapı Feneri adlı websitesine teşekkür ederim. Onurlandırdınız ve mutlu ettiniz beni.


En azından günü iyi bitirdik.

Goodbye Ruby Tuesday...


Kötü bir gündü…

Salı günleriyle aram yoktur. Dünyanın geri kalanında “pazartesi sendromu” olabilir, ben de “salı depresyonu” denen şey mevcut. Günün bitiminde “Goodbye Ruby Tuesday” diye şarkı paralarken buldum kendimi. Şarkı aslında özgürlüğüne düşkün, deli dolu, ne yapacağı pek belli olmayan bir kadını anlatır, "Ruby Tuesday" böyle olabilen kadınlar için kullanılan bir deyimdir. Ama ben bu gece, bütün şımarıklığımla şarkıyı kendi istediğimce yorumlayacak ve yalnızca "Goodbye ve tuesday" kısımlarını kaale alacağım. Uzunca bir süre şarkıyı Rolling Stones dedeler mi, ikona Marianne mi yoksa Melanie mi daha güzel söylüyor diye düşündükten sonra Melanie’nin daha melankolik olduğuna karar verdim. İhtiyacım olan şey.



Salı gününe dair sevdiğim az sayıdaki şeyden biridir "My Name Is Earl" adlı dizi. Bugünkü bölümü doğrusu izlediğim en komik bölümüydü. Ralph favori karakterim(Ay Ralph bey, sizin fevkaladeee hayranınızım!) ve de Joy'a bayılıyorum. Randy ise bana Sponge Bob'un Patrick'ini anımsatıyor. "Şu bir gerçek ki basçı ne kadar yakışıklı olursa olsun kızlar hep soliste bakar!" diyen Earl'e cevabım ise: "Genelleme yapmayınız bayım, ben önce bateriste bakarım!" (Muppet Show'dan yadigar bir alışkanlık. Hatırlar mısınız bilmem, bir Animal vardı grupta, harkulade bir bateristti. Aşıktım ben kendisine. Çok konserler gördüm ama Animal gibi stil sahibini görmedim.)


Alternatif-İstanbul’u “Günün sitesi” olarak seçen Cibalikapı Feneri adlı websitesine teşekkür ederim. Onurlandırdınız ve mutlu ettiniz beni.


En azından günü iyi bitirdik.

Goodbye Ruby Tuesday...


Kötü bir gündü…

Salı günleriyle aram yoktur. Dünyanın geri kalanında “pazartesi sendromu” olabilir, ben de “salı depresyonu” denen şey mevcut. Günün bitiminde “Goodbye Ruby Tuesday” diye şarkı paralarken buldum kendimi. Şarkı aslında özgürlüğüne düşkün, deli dolu, ne yapacağı pek belli olmayan bir kadını anlatır, "Ruby Tuesday" böyle olabilen kadınlar için kullanılan bir deyimdir. Ama ben bu gece, bütün şımarıklığımla şarkıyı kendi istediğimce yorumlayacak ve yalnızca "Goodbye ve tuesday" kısımlarını kaale alacağım. Uzunca bir süre şarkıyı Rolling Stones dedeler mi, ikona Marianne mi yoksa Melanie mi daha güzel söylüyor diye düşündükten sonra Melanie’nin daha melankolik olduğuna karar verdim. İhtiyacım olan şey.



Salı gününe dair sevdiğim az sayıdaki şeyden biridir "My Name Is Earl" adlı dizi. Bugünkü bölümü doğrusu izlediğim en komik bölümüydü. Ralph favori karakterim(Ay Ralph bey, sizin fevkaladeee hayranınızım!) ve de Joy'a bayılıyorum. Randy ise bana Sponge Bob'un Patrick'ini anımsatıyor. "Şu bir gerçek ki basçı ne kadar yakışıklı olursa olsun kızlar hep soliste bakar!" diyen Earl'e cevabım ise: "Genelleme yapmayınız bayım, ben önce bateriste bakarım!" (Muppet Show'dan yadigar bir alışkanlık. Hatırlar mısınız bilmem, bir Animal vardı grupta, harkulade bir bateristti. Aşıktım ben kendisine. Çok konserler gördüm ama Animal gibi stil sahibini görmedim.)


Alternatif-İstanbul’u “Günün sitesi” olarak seçen Cibalikapı Feneri adlı websitesine teşekkür ederim. Onurlandırdınız ve mutlu ettiniz beni.


En azından günü iyi bitirdik.

26 Mart 2007 Pazartesi

The Edukators(Eğitmenler)

The Edukators(Eğitmenler), Adidas veya Nike firmalarından birine ait olması kuvvetle muhtemel bir spor ayakkabı mağazasında bildiri dağıtan gençlerin görüntüleriyle açılıyor. Ayakkabı almaya niyet etmiş kişilerin yakasına yapışıyor ve mağaza müdürlerinin bütün engelleme çabalarına rağmen yüksek sesle bağırıyorlar: “O ayakkabılar Endonezya’da çocuk köleler tarafından yapılıyor ve yalnızca 5 Euro’ya mal ediliyor. Sizse bunlara 100 Euro’yu sorgulamadan ödüyorsunuz!” İnsanlar yüzlerinde sanki bunları bilmiyormuş gibi şaşkın bir ifade ile düzen bozguncularına bakıyorken biz izleyiciler koltuklarımıza iyice yerleşiyor ve anarşistlik ve düzeni eleştirmek adına filmin neler anlatabileceğini merak etmeye başlıyoruz.

Filmin iki as kahramanı Peter ve Jan kendilerini devrimci ideolojilere sahip insanlar olarak tanımlayan, düzenin çelişkilerini ve gelir dağılımındaki adaletsizliği kendilerine özgü bir yöntemle protesto eden (zengin evlerine giriyor ve evdeki eşyaları kendilerine göre düzenliyorlar. İşleri bitince de “Varlıklı günleriniz sayılı. İmza: The Edukators” yazılı bir not bırakıyorlar. Amaç kendi çarklarında yollarını bulan kodamanlara hiçbir şeyin-hele de servetin- baki olmadığını anlatıp rahat ve kaygısız yaşamlarına biraz olsun kuşku ve endişe katmak.) iki genç. Filmin başında 3. as kişi ve Peter’in sevgilisi olarak gördüğümüz Jule’un otoyolda kendi halinde giderken 100.000 Euro’lıuk bir Mercedes’e arkadan çarptığını ve sigortası olmadığı için verdiği hasarı ödemek için lüks bir restaurantta köle gibi çalıştığını kendi anlatımından öğreniyoruz. Çalıştığı restaurantın müdürü çalışanları her koşulda azarlayan bir otorite modeli. Yani üç ana karakterin neden düzen karşıtı anarşistler oldukları karşıt karakterlerin davranış biçimlerine de bağlanıyor. Filmin bir sahnesinde Jule işyerinin mutfağında arkadaşıyla sigara içerken müdür kapıda beliriyor ve ilk önce Jule’un yanında duran arkadaşını elinde sigarayla görüyor. Sigara içmenin yasak olduğunu bağırdıktan sonra kovulduğunu bildiriyor. Jule ise sigara içmenin kendisinin fikri olduğunu söyleyince ikisi birden işten çıkarılıyorlar. Jule olan olayı anlatınca Jan onca sömürüye ve baskıya karşı onlarca protesto gösterisine katılmasına rağmen neden zengin bir adamın kölesi olarak çalıştığını anlamadığını belirtiyor. Jule ise katıldığı protesto gösterilerinin bir sonuca varmadığını, zaten yıllarca denendiğini, düzeni değiştirmeyi kimsenin başaramadığını söylüyor. Aralarında geçen bu diyalog aslında çoğumuzun yaşamını bir çırpıda özetleyiveriyor: Evet ideallerimiz var, bazı şeylerin ters gittiğinin farkındayız ama çoğumuzun bir şey değişeceğine dair inancı körelmiş durumda. Ancak Jan’ın cevabı her şeye rağmen idealist ruhlarımıza su serpiyor: “Evet ama bütün devrimlerde kesin olan bir şey vardır. Bazıları işe yaramamış olabilir ama en önemlisi doğru fikirlerin günümüze kadar gelmiş olması. Bu kişisel başkaldırılar için de geçerli. Bazen içinden atamadığın şeyler seni güçlendirir.” Filmin devamında Peter’in tatilde olduğu bir gece Jule ve Jan, Jule’un Mercedes’ine çarpıp borçlandığı adamın evine girmeye ve “Eğitimciler” yöntemiyle bir protesto eyleminde bulunmaya karar veriyorlar. Gerekenleri yapıp biraz da seviştikten sonra (Jan ve Jule arasında bir yakınlaşma oluyor) evden çıkıyorlar ancak Jule olay yerinde telefonunu bırakıyor. Almak için ikinci defa eve girdiklerinde evin sahibine yakalanınca hiçbir şeyden haberdar olmayan ve tatilden yeni dönmüş Peter’den yardım istiyorlar. Ortak karar: Adamı kaçırmak. Bir orman kulübesinde yanlarındaki rehin ile birlikte yaşamaya başlıyorlar. Filmin bundan sonrası devrimci ideallere sahip anarşistlerle sistemin temsilcisinin diyaloglarıyla sürüyor. Oyunu bütün kurallarıyla oynayan ama oyunun kurallarını koymamış kalantorun bir zamanlar sıkı 68lilerden olduğu ortaya çıkıveriyor. (tanıdık mı geldi?) Yılda 200 bin Euro kazanan adamın bir zamanlar aynı idealizme sahip olduklarını öğrenmek gençleri şaşırtınca şu cevabı alyorlar: “İdeallerinize saygı duyuyorum. Ama beni kaçırarak düzeni değiştiremezsiniz. Çok azsınız. Ne yapabilirsiniz ki?” Bizim idealist Jan atılıyor: “Bir kişiye ulaşırsan 1000 kişiye ulaşırsın.”

Müzik filmde hem simge hem de sonlara doğru duygusallığa gark etme aracı kullanmış. Jeff Cole’un “The Real Sky” ı devrim simgesi olarak kullanılırken her daim saygı duyduğum Jeff Buckley’in “Hallelujah” ı ise Jan’ın gözyaşlarına fon olmaktan öteye gitmemiş. (zaten Hallelujah ne alaka yahu? İyi ağlatır diye eklenivermiş gibi geldi bana.. Ama hayır, bu filmde Hallelujah’a ve Buckley’e rağmen Jan’ın gözyaşlarına eşlik etmedim.) Son olarak oyunculardan dem vurup yazıyı bitireyim. Daniel Bruehl’ü “Goodbye Lenin” filminden, komünist partı üyesi annesinden Berlin Duvarı’nın yıkılışını ve yeni dünya düzenini gizlemeye çalışan Alex rolünden tanıyoruz. “The Edukators” da ise kapitalist dünyayı kendi yöntemleri ile protesto eden Jan rolünde döktürüyor. Diğer esas oğlan Peter rolünde ise Stipe Ercec’i izliyoruz ki özellikle burjuva ahlakına yönelik yaptığı yorumlarla bizi bizden alıyor. Yönetmen Peter karakterini Stipe için yazdığını belirtmiş olduğundan bu role cuk oturduğunu söyleme gereğini duymuyorum bile. Jule rolündeki Julia Jentsch filmin bir diğer başarılı oyuncusu. Eskinin devrimcisi, şimdinin patronu Hardenberg'i ise Burghart Klausssner canlandırıyor. Filmin yönetmeni Hans Weingartner bu önemli karakter için oyuncusunu sonuna kadar özgür bıraktığını filmin websitesinde anlatıyor. Ezcümle, film düzene karşı olmak adına yeni birşey söylemiyor, websitesinde eğlenceli bir film olduğundan ama suya sabuna dokunduğundan dem vurması biraz sinirleri hoplatıyor. Devrim ciddi iştir kardeşim, şakaya gelmez! (bu lafı babamın kafası rakıdan dumanlı arkadaşlarından ne çok duyardım. Ciddiye alınacağız diye eleştiri kabul etmezlerdi. Mutsuz adamlar olup çıktılar sonra.) Bütün eksiklerine karşın biz anarşiklerin arşivinde katiyetle yer alması icap eden bir film “The Edukators”, neymiş ne değilmiş, başka kim ne demiş diyenler için enternasyonel linki aşağıdadır:

http://www.theedukators.com/


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons