3 Mart 2007 Cumartesi

“Adem’in Trenleri”

Çocukluğumdan beri trenlere, içinden tren geçen filmlere, kitaplara ve şehirlere düşkün olduğumu belirtirim sırası geldikçe. Bu aralar yeri oldukça sık geliyor, iyi ki de öyle zira benim hayatımda trenlerin önemli bir yeri var. Ve ben, eğer şimdiki ben olmasaydım bir tren istasyonunda, hem de küçük bir taş istasyon binasında trenlerin arkasından koşuşturarak büyümek isterdim. Şimdi de koşuşturuyorum gerçi ama başka bir sebeple: Beni İstanbul’a götürecek veya İstanbul’dan getirecek treni yakalamak için…

İşte bu sebepledir ki “Adem’in Trenleri” filminin en iyi oyuncusu Adem’i kıskandım izlerken. Çünkü tam olarak hayal ettiğim bir yaşam sürüyor Karaağaçlı’da. Bu küçük Ege kasabasındaki istasyon ve demiryolu çalışanlarının çocuklarının yaşamlarının içinden trenler geliyor, geçiyor. Çocukların oyuncakları gerçek trenler. Ve bir gün o trenlerden birinin kapısından sadece yatacak yer ve iki lokma yemek isteyen bir imam ile karısı ve bir kız çocuğu iniyor. Filmin sizi çekip götüren hikayesi burada başlıyor: her insan göründüğü gibi mi acaba? İlk önyargılarımız ne kadar doğru? Buzdağının ardındaki gerçek ne? Film sürüp giderken aşık olunan-yalnızca bir beden olarak görülen olmayı, günah-sevap kavramını, iyilik ve kötülüğü, erdemli-kendini dünya nimetlerinden inancı uğruna soyutlamış olmayı, anne veya baba olmayı düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Ufak bir istasyon kasabasında trenler gelip geçiyor, insanlar akıp gidiyor... İstasyon’da olmak böyle bir şey olsa gerek: kimse uzun süre kalamıyor. Adem’in Trenleri içinde kendisine has ironileri, detayları, hoşlukları ve ters köşeleri barındıran bir Barış Pirhasan filmi. Türk Sineması'nın yeniden 80’li yıllardaki gibi iyi ve kaliteli filmlerin üretildiği zamanlara dönmüş olduğuna inanmak istiyorum. Bu filmde eskilerden bir hava var, Karaağaçlı adlı İstasyon kasabasında yaşayanlar için hayat bizimki kadar hızlı akmıyor gibi geliyor. Halbuki zamanın akıp gittiğini en iyi tren istasyonlarında anlarsınız.

İçinden trenler geçen iki şehrin ortasında, yaşamı tren raylarında birleşen biri olarak filmi keyifle ve itiraf ediyorum bazen ağlayarak izledim. Filmin konusunu açık etmek niyetinde değilim, bir filmi izlemeden önce konusunu okuyorsanız eğer filmin websitesi yeterli miktarda bilgiyi sunuyor. Filmi izlerken şunları düşündüm: bütün oyuncıular birbirlerinin düşüncelerine ve inançlarına katılmasalar da en azından saygı duyan insanları doğallıkla canlandırmışlar, özellikle Ramazan ayında “oruç yiyen”, “içkisini içen” Müdür Kazım karakterine kimse yobazlıkla yaklaşmıyor, o da inanmasa da yargılamıyor. Adem, annesi Şükran’ı (Derya Alabora) su içerken görüp oruç yediği için cehenneme gideceğini düşünüyor ve annesine üzüntüsünü belirtiyor: “Anne, benden önce ölme, olmaz mı!” Bu bölümler çok tanıdık geliyor, benzer kaygıları daha hayatımzda öyle çok fazla kayıp yokken duymadık mı? ”Filmi izlerken iki şey daha aklıma: Mesudiye’li İstasyon Şefi Mesut’a talih kuşunun konuşunu anlatan Milyarder filmi (yalnızca serbest çağrışım, tren istasyonunun dekor olarak kullanıldığı en iyi Türk filmlerinden biri olduğu için) ve küçükten hallice bir İç Anadolu şehrinde, zamanın aynı bu istasyondaki gibi yavaş aktığı bir eski mahallede yağan yağmurun altında ıslanarak ama eski evlerin, kalaycı dükkanlarının, lületaşı işleyen ustaların ve eski bir eğitim yuvası olan bir külliyenin yardımsever dedesinin orta yerindeki ben. (filmde anlatılan öyküyü içselleştirip kendimle bağdaştırma.) Tren raylarına baktım yine: Batıda İstanbul, doğuda Ankara, ortada biz. Kimse bu şehirde uzun süre kalmıyor, aynı Karağaçlı kasabası gibi gelip geçici bir durak ama hayatımızın önemli bir parçası olarak kalacak Eskişehir garındayız şimdilik.

Filmin websitesi için tıklayın.

Filmin fragmanını izlemek için tıklayın.

0 yorum:

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons