Kuzguncuk notlarına devam edelim. Fotoğraflarımın ana subjesi evler yine…Kuzguncuk evleri fazla yüksek olmayan, iki veya üç katlı, ahşap ya da taş malzemeden yapılmış ve bir zamanlar semtin sakinleri olan Ermeniler, Rumlar ve Museviler’den izler taşıyan yapılar. “Loksandra: Bir İstanbul Düşü” adlı kitapta İstavroz sokağı için yapılan tanımlamanın aynısı Kuzguncuk’un dar sokakları için de geçerli: “Bir kadın kapısının önünde oturup ayaklarını uzatsa, parmak uçları karşı kaldırma değer.” İstanbul’un eski mahallelerine has bu durum evlere de yansıyor elbette: yapılar çoğunlukla sırt sırta, birbirlerinden destek alırcasına içlerindeki hayatlara sahne oluyorlar. Daha da güzeli birkaç sene önceki bakımsız evler yerini pencere önü çiçeklerinin sardığı harkulade yapılara dönüşmüş ki bu durumda Kuzguncuk’ta çekilen sinema filmlerinin ve televizyon dizilerinin etkisi büyük. Ama tek sebep bu değil, Kuzguncuklular yaşadıkları bu özgün semti yitirmekten imtina ediyorlar, çünkü Kuzguncuk’un bu anlamda elimizde kalan birkaç semtten biri olduğunu düşünüyorlar. Haklılar da.
Kuzguncuk’ta yaşayan insanlar semtleri hakkında neler söyleyecek diye merak edip karşılaştığım kişilerle sohbeti koyulaştırdım. 7 yaşından beri Kuzguncuk’ta yaşayanından tutun da 28 yıllık yaşamını hep burada geçirmiş bir genç adama kadar her çeşit insanla tanıştım. İlk sorum: “Kuzguncuk’ta yaşamak nasıl bir şey?” oldu. Bunu İstanbul’un yeni yerleşim birimlerinden birinde sorsanız oranın sakinleri muhtemelen “Yaşayıp gidiyoruz işte…” diye cevaplar. Ancak Kuzguncuklular yaşamlarını bu kadar basite indirgemiyorlar. Yolda karşılaşıp konuştuğum insanların çoğu emeğiyle geçinen, alt ve orta düzeyde geliri olan kişiler dolayısıyla Kuzguncuk’u en iyi onlar anlatabilir çünkü onlara göre bu semt kendilerine ait, sonradan yerleşip semtle herhangi bir bağ kuramadan yaşayıp giden “entellerin” değil. Bu ”entel” kavramı her sohbette kendini gösterince yorulunca bir şeyler atıştırmak için girdiğim ev yemekleri yapan sevimli bir dükkanda 1 yaşındaki mavi gözlü Hayat bebeğin 28 yıldır Kuzguncuk’ta yaşayan babasına: “Nedir entellerle alıp veremediğiniz? Ya da tam tersinden sormam gerekirse: Nedir onların sizle derdi?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Adına entel denilen bir kesim var, bu insanlar Kuzguncuk halkından kopuk yaşıyorlar. Kuzguncuk’u kendi isteklerince anlatıyorlar etrafa, garip partiler yapıyorlar. Bence dejenere olmuş bunlar, asıl Kuzguncuklulara zerre kadar benzemiyorlar. Asıl semt sakinleri de zaten sevmez onları. Bakın, Kuzguncuk artık eskisi kadar rahat yaşanılan bir semt değil. Sahilde uyuşturucu kullanılır mesela, işte Kuzguncuk gecekondular, enteller ve asıl sakinleri arasında bölünmüş bir semt. Ama yine de bazı değerlerini yitirmedi. Eşim iki senedir Kuzguncuklu ama sokakta herkes selam verir, halini hatırını sorar.” Uzunca bir sohbetten sonra adıyla yaşamasını gönülden dilediğim Hayat bebeğin anne ve babasının yanından ayrılıyorum. İkinci makara filmimi Nikon'a takıyor ve evlerin fotoğrafını çekmeye devam ediyorum. Alışverişini bitirmiş evine doğru yürüyen Zuhal Hanım nereyi aradığımı soruyor, özellikle belli bir yeri aramadığımı, yalnızca Kuzguncuk ile ilgili bilgi almak istediğimi söylüyorum. Tam adamına rastgelmişim meğerse, Zuhal Hanım 7 yaşından beri bu semtte yaşıyor, bir partinin mahalle temsilcisi. Kaldırımın köşesine oturuyorum, o da poşetlerini kenara bırakıyor, başlıyor anlatmaya: “ Buraya ilk yerleşenler Yahudiler. Sonra Kayseri’den Ermeniler geliyor, sonra da Rumlar… Türkler en son yerleşenler semte. Bütün bu çok ulusluluğuna/ dinliliğine rağmen hep bir arada yaşar gideriz biz. Bazen birileri gelir, fotoğraflar çeker, çekerken “Burası dedemin eviydi…” diye ağlar. Kuzguncuk’un delisiyle tembeli boldur. (tam bu noktada hah, tam bana göreymiş diyorum, Zuhal Hanım’la gülüşüyoruz, devam ediyor.) Meydandaki kahvelere gidersen görürsün tembel bolluğunu. Burada kime sorsan Kuzguncuk ile ilgili bir şey anlatır sana. Birlikte yaşar giderler.” Sinagog ve camiyi soruyorum sonra: “Evet”, diyor, “ Hoşgörünün simgesi gibi cami ile sinagog yan yana. Tarih kitaplarına geçmiştir Kuzguncuk Camisi ile Sinagog.” Teşekkür edip devam ediyorum gezime, İcadiye Caddesi’nin üst kısımlarına tırmanıyorum. Buralar ya yangın yeri, ya da gecekondu mahallesi. Sahildeki yalılar ile aralarında eski ahşap ya da taş evler var. Köşebaşında bir zerzevatçı var, halini hatırını sorduktan sonra fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum, kırmıyor. Sonra bir yaşlı amca ile karşılaşıyorum, “Kuzguncuk?” diyorum, “Ben eskisini bilmem kızım, 30 yıl önce Gümüşhane’den göçtüm, hep çalıştım” diyor. ”Ben de Karadenizliyim” diyorum, “Sen neredensin?” diye soruyor, “Babam Giresunlu, 15’inden beri İstanbul’da yaşıyor. Ben İstanbul’un eline doğmuşum böylelikle” diyorum. Hooop, aramızda bir bağ kuruluveriyor, biz sonradan olma İstanbulluyuz. Gözleri parlıyor amcanın bu benzerliğin etkisiyle, fotoğraf teklifime hayır demiyor. Sonra teşekkür edip gezimi sürdürüyorum. Bir oyuncakçı dükkanı görüyorum köşede, kapısında güleryüzlü bir başka Kuzguncuklu. “Fotoğraf çekebilir miyim?” diyorum, üzerini başını düzeltiyor, gülümsüyor benim Nikon’a. “Hah, meşhur oldun sonunda” diye laf atıyor yoldan geçen birisi, “Benim fotoğraflarımla meşhur olunmaz ama…” diyorum, “Bakma sen o zevzeke” diyor. Teşekkür ediyor, yoluma devam ediyorum. Sonra ilk önce dayanamayıp anlattığım eskici dükkanına düşüyor yolum. İşte burada entellerle alıp verilemeyenin ne olduğunu iyice kavrıyorum: “Entel olmakla entelektüel olmak çok farklıdır. O sonundaki –lektüel eki öyle farklılaştırır ki herşeyi! Buradaki kimileri bir şey bilmezler, ama sorsan küçük dağları bunlar yaratmıştır.” diyor Doğan Bey elindeki tahta parçasını yontarken. Sohbetin geri kalanını biliyorsunuz zaten, okumayanlar veya hatırlamak isteyenler buraya tıklayabilirler. Sonra yeniden Üsküdar Meydanı'na çıkıyorum, Mirimah Sultan Camisi'nin önündeki bilgi tabelasını okurken yanıma yaşlı bir dede geliyor, "Sen bilmezsin, bu caminin temelleri sudadır. Şimdi denizi doldura doldura, etrafını kaza kaza bu hale getirdiler. Kazdıkça tarihi eser buluyorlar, işleri bir türlü bitemiyor." diyor. "Halbuki" diyorum, "Eskiden ne kadar da yakışırmış Üsküdar'a!" "Evet, yakışırdı." diyor. Teşekkür edip ayrılıyorum yanından...
Uzun uzun anlattığım Kuzguncuk gezisi şimdilik bu kadar. Aklıma detaylar gelirse ekleme yaparım ama geri kalan her şeyi dediğim gibi fotoğraflar anlatacak, biraz daha sabır…
0 yorum:
Yorum Gönder