31 Mayıs 2010 Pazartesi

İyi Müzik İnsanı Her Şeye Rağmen Mutlu Kılar





Miller Freshtival alanına vardığımızda alan nispeten tenha, güneş ziyadesiyle yakıcı, sahnede ise Sakin vardı. Sakin, her zaman olduğu gibi dinleyicisini utandırmayan bir performans sergiledi ve yerini New York'tan gelen Phenomenal Handclap Band'e bıraktı. 60'ların Glastonbury'sinden fırlamış edaları ve kılık kıyafetleriyle güzel bir akşamüstü geçirttiler festival dinleyicisine.





Ben efil efil bir yaz ya da ılık bir sonbahar akşamına pek yakışacağını düşündüğüm "Baby" adlı şarkılarını beğendim. Laf aramızda Laura Marin adlı hanım kızımızın elbisesini pek beğendiğimizi ve hafif yollu kıskandığımızı da belirtmeden geçemem.






The Raveonettes sahnedeyken, biz ortama uzaktan bağlanıyorduk ve buna rağmen grubun şanına layık bir müzik yaptığı görülüyordu. Eski takıntılarını dinlemekten yenilerle teşviki mesaide geciken ben gibi müzikseverler için tanışma faslı niteliğindeydi bu konser. Ama bilenler, Sharin Foo ve Sune Rose Wagner'dan mürekkip The Raveonettes'in İstanbul konserini beklemeye değdiği kanaatindeler.




The Raveonettes hususundaki bilgisizliğimize rağmen, Mika'nın müziğine aşinaydık. Özellikle Linda, bir dönem yalnızca Mika şarkıları dinlemiş bir deliydi. Haliyle, "Mika'ya hazır mısın?" sorusunun cevabı bizim cephede kesinlikle evetti, hazırdık, artık başlasındı.






Ve işte Mika sahnedeydi. Konuşan bir bavulu, o bavulundan çıkmış nefis şarkıları, çizgi filmlerden fırlamış oyuncakları, rengarenk bir ceketi, kendi deyişiyle "aptal" bir orkestrası ve grubun 3. vokali gibi bir dinleyici kitlesi vardı. Haliyle konser konser olmaktan çıkıp da karnavala dönüşmekte gecikmedi.






Relax, Big Girl, Stuck In The Middle, Rain, Dr. John, Happy Ending derken, "hani nerede Grace Kelly?" dediğimiz anda o da duyuldu.


Gider gibi yapıp geri döndüklerinde ise, zincirin eksik halkası olan Lollipop geldi ve Mika'nın yarat(t)ıkları eşliğinde dans ederek vedalaştık. Konser bittiğinde Mika'ın konuşan bavulundan bende de olsa ve bana "hadi gitme zamanı bir yerlere,toparlan bakalım!" dese diye düşündüğümü anımsıyorum.



Miller Freshtival sahnesini bir anda karnavala döndürüveren Mika sayesinde bir kez daha şunu anladık ki, iyi müzik insanı içmeden sarhoş ve her şeye rağmen mutlu kılabiliyor. Geleceğe dair umutları tazeliyor, gelecek günlere karşı hazırlıklı kılıyor. İyi müzik insana insan olduğunu hissettiriyor!


Dip Sos;


Festival fotoğrafları için olay yeri muhabiri gibi çalışan Linda'ya teşekkür ederim. Başka fotoğrafları da görmek isterseniz, Friendfeed sayfamıza bakabilirsiniz.






İyi Müzik İnsanı Her Şeye Rağmen Mutlu Kılar





Miller Freshtival alanına vardığımızda alan nispeten tenha, güneş ziyadesiyle yakıcı, sahnede ise Sakin vardı. Sakin, her zaman olduğu gibi dinleyicisini utandırmayan bir performans sergiledi ve yerini New York'tan gelen Phenomenal Handclap Band'e bıraktı. 60'ların Glastonbury'sinden fırlamış edaları ve kılık kıyafetleriyle güzel bir akşamüstü geçirttiler festival dinleyicisine.





Ben efil efil bir yaz ya da ılık bir sonbahar akşamına pek yakışacağını düşündüğüm "Baby" adlı şarkılarını beğendim. Laf aramızda Laura Marin adlı hanım kızımızın elbisesini pek beğendiğimizi ve hafif yollu kıskandığımızı da belirtmeden geçemem.






The Raveonettes sahnedeyken, biz ortama uzaktan bağlanıyorduk ve buna rağmen grubun şanına layık bir müzik yaptığı görülüyordu. Eski takıntılarını dinlemekten yenilerle teşviki mesaide geciken ben gibi müzikseverler için tanışma faslı niteliğindeydi bu konser. Ama bilenler, Sharin Foo ve Sune Rose Wagner'dan mürekkip The Raveonettes'in İstanbul konserini beklemeye değdiği kanaatindeler.




The Raveonettes hususundaki bilgisizliğimize rağmen, Mika'nın müziğine aşinaydık. Özellikle Linda, bir dönem yalnızca Mika şarkıları dinlemiş bir deliydi. Haliyle, "Mika'ya hazır mısın?" sorusunun cevabı bizim cephede kesinlikle evetti, hazırdık, artık başlasındı.






Ve işte Mika sahnedeydi. Konuşan bir bavulu, o bavulundan çıkmış nefis şarkıları, çizgi filmlerden fırlamış oyuncakları, rengarenk bir ceketi, kendi deyişiyle "aptal" bir orkestrası ve grubun 3. vokali gibi bir dinleyici kitlesi vardı. Haliyle konser konser olmaktan çıkıp da karnavala dönüşmekte gecikmedi.






Relax, Big Girl, Stuck In The Middle, Rain, Dr. John, Happy Ending derken, "hani nerede Grace Kelly?" dediğimiz anda o da duyuldu.


Gider gibi yapıp geri döndüklerinde ise, zincirin eksik halkası olan Lollipop geldi ve Mika'nın yarat(t)ıkları eşliğinde dans ederek vedalaştık. Konser bittiğinde Mika'ın konuşan bavulundan bende de olsa ve bana "hadi gitme zamanı bir yerlere,toparlan bakalım!" dese diye düşündüğümü anımsıyorum.



Miller Freshtival sahnesini bir anda karnavala döndürüveren Mika sayesinde bir kez daha şunu anladık ki, iyi müzik insanı içmeden sarhoş ve her şeye rağmen mutlu kılabiliyor. Geleceğe dair umutları tazeliyor, gelecek günlere karşı hazırlıklı kılıyor. İyi müzik insana insan olduğunu hissettiriyor!


Dip Sos;


Festival fotoğrafları için olay yeri muhabiri gibi çalışan Linda'ya teşekkür ederim. Başka fotoğrafları da görmek isterseniz, Friendfeed sayfamıza bakabilirsiniz.






27 Mayıs 2010 Perşembe

I love you, I hate you, I need you so much

Vapurlar Filan

İstanbul ile aramda Amparanoia'nın Ella Baila Bembe şarkısında söylendiği gibi bir ilişki var: I love you, I hate you, I need you so much. Salacak'ta Kız Kulesi'ne karşı oturup hayallere dalmak, seviyorum. Salacak'ta yerdeki çekirdek kabukları arasında, gereksiz gürültüyle hayallerimin bölünmesi, nefret ediyorum. Dostlarla içilen 3 kadeh rakı, sana ihtiyacım var. Gecenin sonunda şişirilmiş hesap, nefret ediyorum. İlk iki kadehin boğazımdan yağ gibi akıp gitmesi, seviyorum. Son iki kadehin yavaştan acılaşması, nefret ediyorum.

Sokak Sanatı

Bir çöp kutusunun üzerine çizilen kendinden geçmiş müzisyen deseni gibi İstanbul. Çirkinlik üzerinde güzellik. Güzellik altında keşmekeş.


Şimdi radyolarınızın sesini açın sevgili dinleyiciler, İstanbul'dan Ezgi'nin istek şarkısı geliyor. Kendisi bu şarkıyı içine doğduğu İstanbul'a armağan ediyor; Ella Baila Bembe radyolarınızda, günün en manidar şarkısı.



I love you, I hate you, I need you so much

Vapurlar Filan

İstanbul ile aramda Amparanoia'nın Ella Baila Bembe şarkısında söylendiği gibi bir ilişki var: I love you, I hate you, I need you so much. Salacak'ta Kız Kulesi'ne karşı oturup hayallere dalmak, seviyorum. Salacak'ta yerdeki çekirdek kabukları arasında, gereksiz gürültüyle hayallerimin bölünmesi, nefret ediyorum. Dostlarla içilen 3 kadeh rakı, sana ihtiyacım var. Gecenin sonunda şişirilmiş hesap, nefret ediyorum. İlk iki kadehin boğazımdan yağ gibi akıp gitmesi, seviyorum. Son iki kadehin yavaştan acılaşması, nefret ediyorum.

Sokak Sanatı

Bir çöp kutusunun üzerine çizilen kendinden geçmiş müzisyen deseni gibi İstanbul. Çirkinlik üzerinde güzellik. Güzellik altında keşmekeş.


Şimdi radyolarınızın sesini açın sevgili dinleyiciler, İstanbul'dan Ezgi'nin istek şarkısı geliyor. Kendisi bu şarkıyı içine doğduğu İstanbul'a armağan ediyor; Ella Baila Bembe radyolarınızda, günün en manidar şarkısı.



26 Mayıs 2010 Çarşamba

Karanlığın İçinden Mutluluk Çıkar mı?



Salinger

Salinger'in öykülerini seviyorum. Öykülerine verdiği adların ironisini ve bazen metinden daha başına buyruk olmalarını çok daha fazla seviyorum. Bir yandan satırların gözümün önünden akarcasına uçup gitmesini, tekinsizliğini ve sonunun bilinmezliğini düşünürken, bir yandan da Salinger'in beni sürüklediği tedirginliğin keyfini çıkarıyorum. Kolay mı, öykülerinde çok sevdiğimiz bir karakteri bir başka öyküsünde kimsenin hislerine aldırmadan pat diye, üstelik son derece acımasızca öldürüvermesi... Mesela Seymour. Güle güle Seymour, seni hep sevmiştik, keşke ölmemen için elimizden bir şey gelseydi.



1-2-3. Sonra 6. Gece lambasıyla ışıtılmış bir oda, kucağımda Salinger'in Dokuz Öykü kitabı. Seymour bir taraftan, Black Heart Procession bir taraftan kalbimi deştiler dün gece. Seymour'un bir anda gidişi, Black Heart Procession'un müziğindeki parçalanmışlık... İstanbul konserlerinden önce Reset Magazin'e verdikleri röportajda "depresyonunuza isteyerek ortak olmadık, istediğiniz zaman inşaa ettiğimiz bu evleri yıkarız, yıkmanıza izin veririz" demişler ya, müziğimizi acı çekerek dinlemek sizin seçiminiz, mutlulukta da dinlenir pekala demek bu. Benim her şeyleri birbirine karıştıran tuhaf zihnim Seymour'un hala hayatta olduğu öykülere dönüp biraz olsun neşelenmek ve Black Heart Procession'u mutlulukta dinlemek istedi. Franny ve Zooey öyküsüne dönüp henüz ölmemiş Seymour'u gördüm ve yüreğimi ferah tutarak yeniden dinledim son Black Heart Procession albümü Six'i. Karanlığın içinden mutluluk çıkar mı diye düşünerek...


Sonra da sabah ilk işim koşa koşa 27 Mayıs'ta Ghetto'da verecekleri konser için biletlerimi elime alıp şöyle bir okşamak oldu. Bu konseri epeydir bekliyorduk çünkü.



Gel hadi Perşembe.


Karanlığın İçinden Mutluluk Çıkar mı?



Salinger

Salinger'in öykülerini seviyorum. Öykülerine verdiği adların ironisini ve bazen metinden daha başına buyruk olmalarını çok daha fazla seviyorum. Bir yandan satırların gözümün önünden akarcasına uçup gitmesini, tekinsizliğini ve sonunun bilinmezliğini düşünürken, bir yandan da Salinger'in beni sürüklediği tedirginliğin keyfini çıkarıyorum. Kolay mı, öykülerinde çok sevdiğimiz bir karakteri bir başka öyküsünde kimsenin hislerine aldırmadan pat diye, üstelik son derece acımasızca öldürüvermesi... Mesela Seymour. Güle güle Seymour, seni hep sevmiştik, keşke ölmemen için elimizden bir şey gelseydi.



1-2-3. Sonra 6. Gece lambasıyla ışıtılmış bir oda, kucağımda Salinger'in Dokuz Öykü kitabı. Seymour bir taraftan, Black Heart Procession bir taraftan kalbimi deştiler dün gece. Seymour'un bir anda gidişi, Black Heart Procession'un müziğindeki parçalanmışlık... İstanbul konserlerinden önce Reset Magazin'e verdikleri röportajda "depresyonunuza isteyerek ortak olmadık, istediğiniz zaman inşaa ettiğimiz bu evleri yıkarız, yıkmanıza izin veririz" demişler ya, müziğimizi acı çekerek dinlemek sizin seçiminiz, mutlulukta da dinlenir pekala demek bu. Benim her şeyleri birbirine karıştıran tuhaf zihnim Seymour'un hala hayatta olduğu öykülere dönüp biraz olsun neşelenmek ve Black Heart Procession'u mutlulukta dinlemek istedi. Franny ve Zooey öyküsüne dönüp henüz ölmemiş Seymour'u gördüm ve yüreğimi ferah tutarak yeniden dinledim son Black Heart Procession albümü Six'i. Karanlığın içinden mutluluk çıkar mı diye düşünerek...


Sonra da sabah ilk işim koşa koşa 27 Mayıs'ta Ghetto'da verecekleri konser için biletlerimi elime alıp şöyle bir okşamak oldu. Bu konseri epeydir bekliyorduk çünkü.



Gel hadi Perşembe.


25 Mayıs 2010 Salı

Yarım Kilo Yer Fıstığı İle Ne Yapılır?

löprotokole,

Yarın Galatamoda başlıyor dediklerinde "belki uğrarım" diye geçiştirmemin, ama meyhane teklifine hayır diyemememin sebebi var. Ben şehrin müziğiyle tadı tuzu peşindeyim. Geçtiğimiz sene normalde işlerini beğendiğim tasarımcıları dahi vasat ve ortamı haddinden fazla "kalabalık" bulmamın da Galatamoda'ya temkinli yaklaşmamda etkisi büyük. Evet, modadan anlamak, modayı takip etmek benim harcım değil, o taraklarda katiyen bezim yok ama iyi olanı gören gözüm var. Galatamoda, en azından geçen sene, birkaç güzel süprizin dışında pek bir anlam ifade etmemişti. Bu sene edecek mi peki? 26'sından 30'una, bunu deneyimlemek için 4 koca günüm var. Hadi perşembeyi çıkar, 3 gün fena bir zaman değil soluğu Tepebaşı'ndaki TRT binasının yanındaki festival alanında almak için. Hem Culinary Institute'de güzel bir yemeğe hangi çılgın hayır diyebilir ki?


Şehrin müziği peki? Onda da bugünden yana şansımız pek yok. Yani bence. Babylon kapandı. Ghetto'da müziklerini Hürriyet’ten Sedat Ergin, Radikal’den Yıldırım Türker, Sinema ve Müzik eleştirmeni Sevin Okyay, Referans’tan Eyüp Can ve Sabah’tan Yavuz Baydar gibi isimlerin kotaracağı "İnternetimi Serbest Bırak" partisi var. Hayal Kahvesi'nde 4X4, Balans Jolly Joker'de ise Manuel Reina & Bato Tato sahne alıyor. Anlaşılan İstanbul kalbini kanırtacak bir müzikli perşembeye hazırlık yapıyor.



Diyeceksiniz ki, başlıkla şu ana kadar okuduklarımızın ne ilgisi var? Yok aslında. "Yarım Kilo Yer Fıstığı İle Ne Yapılır?" gecenin bir yarısı aklıma gelen kurmaca öykünün başlığı. Kucağında koca bir tepsiyle kanepesine kurulmuş bir kadın, hayatının aslında hiç istemediği bir yöne doğru kaymakta olduğunu dalgınlıkla farkeder ve kayıtsızca döşemede bir leke görür. Gecenin 12'sinde o lekeyi yok etmeye uğraşır. O leke aslında nedir? Neden yok olmamaktadır bir türlü? Ya da kadınının o lekeye bu denli takmasının sebebi nedir? Kadın sonunda "aman çıkmazsa çıkmaz, ne yapayım mı?" diyecektir, yoksa bütün gecesini onu yok etmek için mi uğraşacaktır? O lekeye karşı takınacağı tavır, aslında kadının hayata karşı tutumunu mu gösterecektir izleyiciye? Yoksa o leke, sadece bir leke midir?


Ha, öyküye ilham veren şey mi? Yer fıstığından yapılmış humus. Tarifi şöyle; biraz zeytinyağı, yarım kilo yer fıstığı, deniz tuzu, tahin ve bolca sarımsakla ezilerek karıştırılıyor. Aslı nohutla yapılan humusun bir değişik çeşidi bu. Sonra oturuluyor, ekmek dilimlerine katık edilerek 2 dilim kavun, salata ve peynirle birlikte gecenin 11'inde yeniyor.


Yarın öbür gün öyküm kısa film olarak hayata gelirse endişelenmeme mahal olmayacak, zira altında kocaman harflerle "izlediğiniz bu film gerçek bir öyküden uyarlamadır" yazılabilecek. Koca bir tabak yer fıstıklı humus ve gecenin körüne teşekkür ediyorum tümcesini de ekledik mi, empresyonistliğin dibine vurduk demektir. Hadi hayırlısı!

Yarım Kilo Yer Fıstığı İle Ne Yapılır?

löprotokole,

Yarın Galatamoda başlıyor dediklerinde "belki uğrarım" diye geçiştirmemin, ama meyhane teklifine hayır diyemememin sebebi var. Ben şehrin müziğiyle tadı tuzu peşindeyim. Geçtiğimiz sene normalde işlerini beğendiğim tasarımcıları dahi vasat ve ortamı haddinden fazla "kalabalık" bulmamın da Galatamoda'ya temkinli yaklaşmamda etkisi büyük. Evet, modadan anlamak, modayı takip etmek benim harcım değil, o taraklarda katiyen bezim yok ama iyi olanı gören gözüm var. Galatamoda, en azından geçen sene, birkaç güzel süprizin dışında pek bir anlam ifade etmemişti. Bu sene edecek mi peki? 26'sından 30'una, bunu deneyimlemek için 4 koca günüm var. Hadi perşembeyi çıkar, 3 gün fena bir zaman değil soluğu Tepebaşı'ndaki TRT binasının yanındaki festival alanında almak için. Hem Culinary Institute'de güzel bir yemeğe hangi çılgın hayır diyebilir ki?


Şehrin müziği peki? Onda da bugünden yana şansımız pek yok. Yani bence. Babylon kapandı. Ghetto'da müziklerini Hürriyet’ten Sedat Ergin, Radikal’den Yıldırım Türker, Sinema ve Müzik eleştirmeni Sevin Okyay, Referans’tan Eyüp Can ve Sabah’tan Yavuz Baydar gibi isimlerin kotaracağı "İnternetimi Serbest Bırak" partisi var. Hayal Kahvesi'nde 4X4, Balans Jolly Joker'de ise Manuel Reina & Bato Tato sahne alıyor. Anlaşılan İstanbul kalbini kanırtacak bir müzikli perşembeye hazırlık yapıyor.



Diyeceksiniz ki, başlıkla şu ana kadar okuduklarımızın ne ilgisi var? Yok aslında. "Yarım Kilo Yer Fıstığı İle Ne Yapılır?" gecenin bir yarısı aklıma gelen kurmaca öykünün başlığı. Kucağında koca bir tepsiyle kanepesine kurulmuş bir kadın, hayatının aslında hiç istemediği bir yöne doğru kaymakta olduğunu dalgınlıkla farkeder ve kayıtsızca döşemede bir leke görür. Gecenin 12'sinde o lekeyi yok etmeye uğraşır. O leke aslında nedir? Neden yok olmamaktadır bir türlü? Ya da kadınının o lekeye bu denli takmasının sebebi nedir? Kadın sonunda "aman çıkmazsa çıkmaz, ne yapayım mı?" diyecektir, yoksa bütün gecesini onu yok etmek için mi uğraşacaktır? O lekeye karşı takınacağı tavır, aslında kadının hayata karşı tutumunu mu gösterecektir izleyiciye? Yoksa o leke, sadece bir leke midir?


Ha, öyküye ilham veren şey mi? Yer fıstığından yapılmış humus. Tarifi şöyle; biraz zeytinyağı, yarım kilo yer fıstığı, deniz tuzu, tahin ve bolca sarımsakla ezilerek karıştırılıyor. Aslı nohutla yapılan humusun bir değişik çeşidi bu. Sonra oturuluyor, ekmek dilimlerine katık edilerek 2 dilim kavun, salata ve peynirle birlikte gecenin 11'inde yeniyor.


Yarın öbür gün öyküm kısa film olarak hayata gelirse endişelenmeme mahal olmayacak, zira altında kocaman harflerle "izlediğiniz bu film gerçek bir öyküden uyarlamadır" yazılabilecek. Koca bir tabak yer fıstıklı humus ve gecenin körüne teşekkür ediyorum tümcesini de ekledik mi, empresyonistliğin dibine vurduk demektir. Hadi hayırlısı!

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Festivallerde Katiyen Görmek İstemediklerimiz

boykgladyatör


İstanbul'un soğuğunu biraz olsun çekilir kılan kışlık müzikal mabedler yaz münasebetiyle tatile giriyor olsa da, festival mevsiminin başlamak üzere olması biraz olsun hüznümüzü dağıtıyor. 23 Mayıs'ta Chill Out Festival ile başlayan macera, 29 Mayıs'taki Freshtival ile devam edecek. Arkasından 19-20 Haziran Efes One Love, 25-26-27 Haziran Sonisphere gelecek. 1-20 Temmuz'daki Caz Festivali ortalığı kasıp kavurduktan sonra, ortalık biraz olsun sakinleyecek. Daha önce Temmuz'da yapılacağı açıklanan Masstival'in ise, eylül ayına alınmasıyla festival keyfinin sonbahara kadar tam gaz süreceği kesinleşti.




Yaklaşan festivaller münasebetiyle gazete ve dergiler giyimden kuşama, yemeden içmeye festival trendlerini çarşaf çarşaf yayınlamaya başladı. Önümüzdeki dönemde zaten bunlarla zaten haşır neşir olacağınızı düşünerek biz "Festivallerde Ne Yapılmamalı?" dosyası derledik. Yazıyı burada gün ışığına çıkarmadan önce Twitter'da kendi aramızda konuştuk, sonra da festivallerde görmek istemediklerimizi şu şekilde toparladık:


- Artık görmekten çok ama çok bunaldığımız siyah fötr şapka. Pete Doherty yüzünden hayatımıza giren fötr şapka artık ziyadesiyle sıkıntı vermeye başladı. Güneşten korunmak için birbirinden güzel hasır şapkalar bizi bekler.


- Gladyatör sandalet denen moda faciası bırakınız Sex and The City'de kalsın, ve hatta tarihe gömülsün.


- Yırtık tayt ve düşük bel pantolon. Kıyafetlerinizin içindekileri tahmin etmek konusunda bırakın biraz hayalgücümüz çalışsın.


- Dar paça ama beli yarıya kadar inen pantolon, pötikare Vans ve renkli güneş gözlüğü üçü bir arada tam bir felaket.


- Çakma Bob Marley'lerden sıkıldık. Şile bezi pantolonlu, rastalı adamlar ve özenti hippie kafası bitsin gitsin.


- Hangi konsere geldiğini bile bilmeden sadece "gittim" demek için boy gösteren ünlü, yarı ünlü ve ünlü olmaya meraklı ünsüz piyasacıları tek tek deşifre ediyoruz.


- Şarkı sözlerini bilmeden söyler gibi yapanların burnuna dayamak için yanımızda eter bulunduracağız.


- Sahne önüne kadar gitmeye kastığı halde müziği dinlemeyip car car konuşup rahatsız edenlere karşı silahlanıyoruz haberiniz olsun. Şimdiden erik ve kiraz çekirdekleri toplamaya başladık. Bir de plastik boru kestirdik mi, tamamdır.


- Ön tarafa "yardırarak" geçenler için şeftali ve kayısı çekirdeği topluyoruz.


- Tam geçiş yolunda sanki kıyı köşe yokmuş gibi dikilip birbirini vantuzlayan şapşal aşıklara batırmak için mor iğneler hazırlıyoruz.



- Bir zavallı erkek tip bulup omzuna tüneyen ve sahneye cırlayan kızların omzuna tünediği beyler için çılgın komplolar planlamalı.




- Geçen sene pek pogo dansı yapan kalmamıştı, bu sene artık tarihin tozlu sayfalarına gömülmesini umut ediyoruz.



Sizin festivallerde görmek istemedikleriniz vardır elbet. Bizi merakta komayın, paylaşın.


Dip Sos: Listeye katkıda bulunan herkese sanal gerilla hareketimize katkıları için teşekkür ederiz.

Festivallerde Katiyen Görmek İstemediklerimiz

boykgladyatör


İstanbul'un soğuğunu biraz olsun çekilir kılan kışlık müzikal mabedler yaz münasebetiyle tatile giriyor olsa da, festival mevsiminin başlamak üzere olması biraz olsun hüznümüzü dağıtıyor. 23 Mayıs'ta Chill Out Festival ile başlayan macera, 29 Mayıs'taki Freshtival ile devam edecek. Arkasından 19-20 Haziran Efes One Love, 25-26-27 Haziran Sonisphere gelecek. 1-20 Temmuz'daki Caz Festivali ortalığı kasıp kavurduktan sonra, ortalık biraz olsun sakinleyecek. Daha önce Temmuz'da yapılacağı açıklanan Masstival'in ise, eylül ayına alınmasıyla festival keyfinin sonbahara kadar tam gaz süreceği kesinleşti.




Yaklaşan festivaller münasebetiyle gazete ve dergiler giyimden kuşama, yemeden içmeye festival trendlerini çarşaf çarşaf yayınlamaya başladı. Önümüzdeki dönemde zaten bunlarla zaten haşır neşir olacağınızı düşünerek biz "Festivallerde Ne Yapılmamalı?" dosyası derledik. Yazıyı burada gün ışığına çıkarmadan önce Twitter'da kendi aramızda konuştuk, sonra da festivallerde görmek istemediklerimizi şu şekilde toparladık:


- Artık görmekten çok ama çok bunaldığımız siyah fötr şapka. Pete Doherty yüzünden hayatımıza giren fötr şapka artık ziyadesiyle sıkıntı vermeye başladı. Güneşten korunmak için birbirinden güzel hasır şapkalar bizi bekler.


- Gladyatör sandalet denen moda faciası bırakınız Sex and The City'de kalsın, ve hatta tarihe gömülsün.


- Yırtık tayt ve düşük bel pantolon. Kıyafetlerinizin içindekileri tahmin etmek konusunda bırakın biraz hayalgücümüz çalışsın.


- Dar paça ama beli yarıya kadar inen pantolon, pötikare Vans ve renkli güneş gözlüğü üçü bir arada tam bir felaket.


- Çakma Bob Marley'lerden sıkıldık. Şile bezi pantolonlu, rastalı adamlar ve özenti hippie kafası bitsin gitsin.


- Hangi konsere geldiğini bile bilmeden sadece "gittim" demek için boy gösteren ünlü, yarı ünlü ve ünlü olmaya meraklı ünsüz piyasacıları tek tek deşifre ediyoruz.


- Şarkı sözlerini bilmeden söyler gibi yapanların burnuna dayamak için yanımızda eter bulunduracağız.


- Sahne önüne kadar gitmeye kastığı halde müziği dinlemeyip car car konuşup rahatsız edenlere karşı silahlanıyoruz haberiniz olsun. Şimdiden erik ve kiraz çekirdekleri toplamaya başladık. Bir de plastik boru kestirdik mi, tamamdır.


- Ön tarafa "yardırarak" geçenler için şeftali ve kayısı çekirdeği topluyoruz.


- Tam geçiş yolunda sanki kıyı köşe yokmuş gibi dikilip birbirini vantuzlayan şapşal aşıklara batırmak için mor iğneler hazırlıyoruz.



- Bir zavallı erkek tip bulup omzuna tüneyen ve sahneye cırlayan kızların omzuna tünediği beyler için çılgın komplolar planlamalı.




- Geçen sene pek pogo dansı yapan kalmamıştı, bu sene artık tarihin tozlu sayfalarına gömülmesini umut ediyoruz.



Sizin festivallerde görmek istemedikleriniz vardır elbet. Bizi merakta komayın, paylaşın.


Dip Sos: Listeye katkıda bulunan herkese sanal gerilla hareketimize katkıları için teşekkür ederiz.

21 Mayıs 2010 Cuma

İstanbul'un Kapalı Kapıları Açılıyor








Geçtiğimiz gün Karaköy'de dolaşırken dikkatimi çekiyor. Ortalık yangın yeri gibi. Öyle çok girilmeyen, kapısı zincirlerle bağlanmış ve terkedilmiş bina var ki, insanın içine hüzün çöküyor. O binaların orada daha ne kadar duracağını bilmemek, yıkıldıklarında yerine dikilecek ucubik yapıları düşünmek de hüznü katlıyor.








İstanbul'da biz zavallı halka kapalı olan yüzlerce bina var. Hepsi hepsi İstanbul'da yaşananların tanıkları, ama biz İstanbullular kapılarından içeriye giremiyoruz. Kimimiz, bu binaların değerini bilir, onlara bir kez olsun dokunabilmek isterken, kimimiz önünden kayıtsızca geçip gidiyor. Kimimiz ise, binanın gözünün yaşına bakmadan kirletiyor, yıpratıyor ve yıkıyor.









22-30 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da olağan koşullarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan ya da ziyaret için özel izin alınması gereken tarihi ve mimari öneme sahip bina ve mekanların halkın erişimine açılacak olması olumlu bir gelişme olabilir, ancak bir o kadar da ironik bir durum. İstanbul'un yıllar boyunca gelişiminin tanığı olan yapılara özel izinlerle girebiliyor olmamızı sorgulamanın zamanı geldi artık.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, Arkitera Mimarlık Merkezi'nin organize ettiği ve BUILdIST Yapı Malzemeleri Fuarı’nın desteklediği Açık Kapı Festivali bu sorgulamaya vesile olabilir. Festival kapsamında her gün önünden geçtiğimiz ama kapısından çoğu zaman bakmayı aklımıza bile getirmediğimiz Camialtı Tersanesi, Fener Rum Patrikhanesi, Ahırkapı Feneri, Deniz Palas, Selimiye Kışlası, Haydarpaşa Garı, SSK Zeyrek Binası, Yenikapı Marmaray Kazıları, Alman Konsolosluğu, Karaköy Yolcu Terminali ve Heybeliada Ruhban Okulu gibi yapılar ziyaret edilebilecek.


İstanbul 2010 Ajansı’nın gönüllü kadrosunda yer alan üniversite öğrencilerinin de aktif olarak çalışacakları Açık Kapı Festivali süresince, belirlenen yapılar rehberlik yapan gönüllüler eşliğinde ziyaret edilecek. Ziyaretler, acikkapi.arkitera.com internet sitesinden kayıt yaptıran kişilerce oluşturulacak sınırlı sayıda gruplar ile dokuz gün boyunca belli saatlerde gerçekleştirilecek.


Açık Kapı Festivali kapsamında gezilebilecek binalar:


Heybeliada Ruhban Okulu


Büyükada Splendid Otel


Mısır Apartmanı


Ortaköy Camii


Dolmabahçe Camii


Tophane Camii


Haydarpaşa İngiliz Mezarlığı


Taksim Aya Triada Kilisesi


Bulgar Kilisesi


Tabanlıoğlu Mimarlık Ofisi


Levent Loft Binası


II. Selim Türbesi


Borusan Müzik Evi


Atlas Pasajı İstanbul 2010 AKB Ajansı


Lütfi Kırdar Kongre Sarayı


Florya Atatürk Köşkü


Santral İstanbul


Süreyya Opera ve Konser Salonu


Sepetçiler Kasrı


Hasanpaşa Gazhanesi


Bilgi için:

0212 270 52 32

0216 355 07 22

İstanbul'un Kapalı Kapıları Açılıyor








Geçtiğimiz gün Karaköy'de dolaşırken dikkatimi çekiyor. Ortalık yangın yeri gibi. Öyle çok girilmeyen, kapısı zincirlerle bağlanmış ve terkedilmiş bina var ki, insanın içine hüzün çöküyor. O binaların orada daha ne kadar duracağını bilmemek, yıkıldıklarında yerine dikilecek ucubik yapıları düşünmek de hüznü katlıyor.








İstanbul'da biz zavallı halka kapalı olan yüzlerce bina var. Hepsi hepsi İstanbul'da yaşananların tanıkları, ama biz İstanbullular kapılarından içeriye giremiyoruz. Kimimiz, bu binaların değerini bilir, onlara bir kez olsun dokunabilmek isterken, kimimiz önünden kayıtsızca geçip gidiyor. Kimimiz ise, binanın gözünün yaşına bakmadan kirletiyor, yıpratıyor ve yıkıyor.









22-30 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da olağan koşullarda ziyaret edilmesi mümkün olmayan ya da ziyaret için özel izin alınması gereken tarihi ve mimari öneme sahip bina ve mekanların halkın erişimine açılacak olması olumlu bir gelişme olabilir, ancak bir o kadar da ironik bir durum. İstanbul'un yıllar boyunca gelişiminin tanığı olan yapılara özel izinlerle girebiliyor olmamızı sorgulamanın zamanı geldi artık.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, Arkitera Mimarlık Merkezi'nin organize ettiği ve BUILdIST Yapı Malzemeleri Fuarı’nın desteklediği Açık Kapı Festivali bu sorgulamaya vesile olabilir. Festival kapsamında her gün önünden geçtiğimiz ama kapısından çoğu zaman bakmayı aklımıza bile getirmediğimiz Camialtı Tersanesi, Fener Rum Patrikhanesi, Ahırkapı Feneri, Deniz Palas, Selimiye Kışlası, Haydarpaşa Garı, SSK Zeyrek Binası, Yenikapı Marmaray Kazıları, Alman Konsolosluğu, Karaköy Yolcu Terminali ve Heybeliada Ruhban Okulu gibi yapılar ziyaret edilebilecek.


İstanbul 2010 Ajansı’nın gönüllü kadrosunda yer alan üniversite öğrencilerinin de aktif olarak çalışacakları Açık Kapı Festivali süresince, belirlenen yapılar rehberlik yapan gönüllüler eşliğinde ziyaret edilecek. Ziyaretler, acikkapi.arkitera.com internet sitesinden kayıt yaptıran kişilerce oluşturulacak sınırlı sayıda gruplar ile dokuz gün boyunca belli saatlerde gerçekleştirilecek.


Açık Kapı Festivali kapsamında gezilebilecek binalar:


Heybeliada Ruhban Okulu


Büyükada Splendid Otel


Mısır Apartmanı


Ortaköy Camii


Dolmabahçe Camii


Tophane Camii


Haydarpaşa İngiliz Mezarlığı


Taksim Aya Triada Kilisesi


Bulgar Kilisesi


Tabanlıoğlu Mimarlık Ofisi


Levent Loft Binası


II. Selim Türbesi


Borusan Müzik Evi


Atlas Pasajı İstanbul 2010 AKB Ajansı


Lütfi Kırdar Kongre Sarayı


Florya Atatürk Köşkü


Santral İstanbul


Süreyya Opera ve Konser Salonu


Sepetçiler Kasrı


Hasanpaşa Gazhanesi


Bilgi için:

0212 270 52 32

0216 355 07 22

20 Mayıs 2010 Perşembe

Feraye Boat Selim Sesler İle Boğaz'a Açılıyor, Davetiyesi Alternatif-İstanbul'dan Geliyor


Leziz menüsü ve kaliteli canlı müziğiyle anılan Beyoğlu’nun nezih meyhanesi Feraye, 300 kişilik tekneyle İstanbul Boğazına açılıyor. Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında Cumartesi geceleri düzenlecek 6 Feraye Boat by Urban Bug etkinliğinde;Menü aşçıbaşı Ali Özşahin’in hazırlayacağı; Ege ve Akdeniz mutfaklarından mezeler, kömür ızgarasında mevsim balıkları ve spesiyallerden oluşuyor.


Urban Bug ve Feraye tarafından ortak düzenlenen organizasyonda ilk tekne 29 Mayıs Cumartesi kalkıyor. Akşam 19:30’da misafirlerimize düzenleyeceğimiz karşılama kokteylinin ardından, 20:00’da Arnavutköy’den ve 20:30’da Beylerbeyi’nden kalkış yapacak, 200 kişilik kapalı salonu ve 100 kişilik terası olan teknede, Feraye’nin leziz yemekleri ve Selim Sesler’in sahne performansıyla eğlence başlıyor! Selim Sesler, The Guardian gazetesinin klarnetin Coltrane'i başlığı altında sayfalarına taşıdığı ve yaşayan en büyük klarnetçilerden biri olarak kabul ediliyor. Anadolu'nun geleneksel düğün müziklerini ve klarnetin hüznünü, coşkulu sesiyle harmanlıyor. Fatih Akın'ın Duvara Karşı ve İstanbul Hatırası filmlerinde müzikleri yer alıyor. Feraye Restoranda sergilediği performanslarla da ciddi bir hayran kitlesi edinen Seslim Sesler, 29 Mayıs Cumartesi gecesi sizlere unutamayacağınız bir gece yaşatacak.



“Ah o gemide ben de olsaydım!” diyerek hayıflanmamak için, vakit kaybetmeden rezervasyonunuzu yaptırmanızda fayda görüyoruz.


İletişim


Feraye Restoran : 0212 244 74 72



www.feraye.net


Urban Bug : 0212 230 01 59


www.urbanbug.org







Bu da Bizden Olsun



Alternatif-İstanbul'un bu seferki hediyesi, yukarıda detaylarını okuduğunuz Feraye Boat by Urban Bug etkinliğine 1 kişiye çift kişilik davetiye. Davetiyemizi kazanmak için yapmanız gereken en geç 26 Mayıs Çarşamba gününe kadar sağ menüde yer alan izle butonuna basarak Alternatif-İstanbul'u izlemeye almak ve bu yazının altına yorumlarınızı bırakmak. Random.org aracılığı ile gelen yorumlar arasından kazanan bir asıl, bir yedek talihliyi belirlemek de bize düşecek. Kazanan talihliye ulaşarak davetiye detayları için gerekli olacak cep telefonunuzu ve tam adınızı öğrenmek için sizinle irtibata geçeceğiz. Bu nedenle yorumlarınızda e-postanızı yazmayı unutmayın, aksi taktirde size ulaşamayız.



Önemli Not: İzlemeye almamış isimleri yorum bıraksa da çekilişe dahil edemiyoruz. Daha şeffaf olabilmek adına bu yöntemi izlediğimizi belirtmek isteriz.


Not 2: Yalnızca izlemeye alıp yorum bırakmayan takipçileri de dahil edemiyoruz. Yorumlarınız onaydan geçeceğinden böylece gözden kaçırma olasılığını ortadan kaldırmış olacağız.



Feraye Boat Selim Sesler İle Boğaz'a Açılıyor, Davetiyesi Alternatif-İstanbul'dan Geliyor


Leziz menüsü ve kaliteli canlı müziğiyle anılan Beyoğlu’nun nezih meyhanesi Feraye, 300 kişilik tekneyle İstanbul Boğazına açılıyor. Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında Cumartesi geceleri düzenlecek 6 Feraye Boat by Urban Bug etkinliğinde;Menü aşçıbaşı Ali Özşahin’in hazırlayacağı; Ege ve Akdeniz mutfaklarından mezeler, kömür ızgarasında mevsim balıkları ve spesiyallerden oluşuyor.


Urban Bug ve Feraye tarafından ortak düzenlenen organizasyonda ilk tekne 29 Mayıs Cumartesi kalkıyor. Akşam 19:30’da misafirlerimize düzenleyeceğimiz karşılama kokteylinin ardından, 20:00’da Arnavutköy’den ve 20:30’da Beylerbeyi’nden kalkış yapacak, 200 kişilik kapalı salonu ve 100 kişilik terası olan teknede, Feraye’nin leziz yemekleri ve Selim Sesler’in sahne performansıyla eğlence başlıyor! Selim Sesler, The Guardian gazetesinin klarnetin Coltrane'i başlığı altında sayfalarına taşıdığı ve yaşayan en büyük klarnetçilerden biri olarak kabul ediliyor. Anadolu'nun geleneksel düğün müziklerini ve klarnetin hüznünü, coşkulu sesiyle harmanlıyor. Fatih Akın'ın Duvara Karşı ve İstanbul Hatırası filmlerinde müzikleri yer alıyor. Feraye Restoranda sergilediği performanslarla da ciddi bir hayran kitlesi edinen Seslim Sesler, 29 Mayıs Cumartesi gecesi sizlere unutamayacağınız bir gece yaşatacak.



“Ah o gemide ben de olsaydım!” diyerek hayıflanmamak için, vakit kaybetmeden rezervasyonunuzu yaptırmanızda fayda görüyoruz.


İletişim


Feraye Restoran : 0212 244 74 72



www.feraye.net


Urban Bug : 0212 230 01 59


www.urbanbug.org







Bu da Bizden Olsun



Alternatif-İstanbul'un bu seferki hediyesi, yukarıda detaylarını okuduğunuz Feraye Boat by Urban Bug etkinliğine 1 kişiye çift kişilik davetiye. Davetiyemizi kazanmak için yapmanız gereken en geç 26 Mayıs Çarşamba gününe kadar sağ menüde yer alan izle butonuna basarak Alternatif-İstanbul'u izlemeye almak ve bu yazının altına yorumlarınızı bırakmak. Random.org aracılığı ile gelen yorumlar arasından kazanan bir asıl, bir yedek talihliyi belirlemek de bize düşecek. Kazanan talihliye ulaşarak davetiye detayları için gerekli olacak cep telefonunuzu ve tam adınızı öğrenmek için sizinle irtibata geçeceğiz. Bu nedenle yorumlarınızda e-postanızı yazmayı unutmayın, aksi taktirde size ulaşamayız.



Önemli Not: İzlemeye almamış isimleri yorum bıraksa da çekilişe dahil edemiyoruz. Daha şeffaf olabilmek adına bu yöntemi izlediğimizi belirtmek isteriz.


Not 2: Yalnızca izlemeye alıp yorum bırakmayan takipçileri de dahil edemiyoruz. Yorumlarınız onaydan geçeceğinden böylece gözden kaçırma olasılığını ortadan kaldırmış olacağız.



19 Mayıs 2010 Çarşamba

Aşk Yine (mi) Ayıracak Bizi?

Sizi takip eden şarkılar vardır. Sürekli başa sara sara dinlediğiniz şarkılardan söz etmiyorum. Bir şarkı ile her ne sebepten olursa olsun bir bağ kurmuşsunuzdur, sonra araya başka birşeyler girer ve uzun zaman eliniz "çal" düğmesine gitmez. Sonra bir anda radyodan duyuluverir, bir sokak çalgıcının enstrümanından dökülüverir, hatta bütün bunlar bir saatin içinde olur. Şarkıyl aranızdaki o bağa şaşırıverirsiniz.


Benim için Love Will Tear Us Apart öyledir mesela. Ian Curtis'in naifliğini kendimle bağdaştırdığımdan mı bilinmez, bu şarkı her çalışında beynimde sirenler öter. Etraftaki her şey dönüyorsa durur. Duruşumu saygı duruşuna benzer bir hale getirir, her ne yapıyorsam bırakır, sadece dinlerim.


Bir öğrenci evinde, bir takside, bir köşe başında, yarı sarhoş halde bir barda, kalabalıklar arasında, ya da kalabalıklar içinde yalnızken... Love Will Tear Us Apart defalarca çalındı kulağıma. Hatta aynı gün içinde önce bir konserde, sonra bir sokak çalgıcısından, sonra dolmuşta giderken, sonra da evde dinlediğim oldu. Hangi versiyonunu dinlersem dinleyeyim, noktayı hep Ian Curtis'in sessiz çığlık gibi sesiyle koydum.


Yine 1 kadeh bira, 3 kadeh roze şarap ardından Babylon'da Nouvelle Vague dinliyorum. Love Will Tear Us Apart'ın introsu giriyor. Babylon donuyor. Her ne kadar yumuşacık Bossa Nova ritimleriyle yeniden nefeslenmiş olursa olsun, sözler beni bir an için hissiz bırakıyor. Sıra
"Just that something so good just can't function no more" sözüne geldiğinde 30 yıl önce dün ışığa karışmış olan Ian Curtis'in şu boktan hayatı ölümüyle çaktığı sağlam tokatla darmaduman edişini düşünüyorum. Ya da hayatın Ian'ı darmaduman edişini. Ian'ın gidişini. Bıraktığı söylenen o notu. Hayatın bizi un ufak edişini.


Love Will Tear Us Apart'ın yer aldığı albümün adının "Permanent" olmasının ironisine takılmıştım eskiden. Ian Curtis ve "permanent" sözcüğü yanyana öyle acıklı duruyordu ki bana göre. Film içinde film hallerde, karanlık ve tekinsiz yerlerde "Love Will Tear Us Apart" ın çalmasının tesadüf eseri olmadığına inanmıştım bir ara, bu gece hatırladım ve yine inandım.

Aşk Yine (mi) Ayıracak Bizi?

Sizi takip eden şarkılar vardır. Sürekli başa sara sara dinlediğiniz şarkılardan söz etmiyorum. Bir şarkı ile her ne sebepten olursa olsun bir bağ kurmuşsunuzdur, sonra araya başka birşeyler girer ve uzun zaman eliniz "çal" düğmesine gitmez. Sonra bir anda radyodan duyuluverir, bir sokak çalgıcının enstrümanından dökülüverir, hatta bütün bunlar bir saatin içinde olur. Şarkıyl aranızdaki o bağa şaşırıverirsiniz.


Benim için Love Will Tear Us Apart öyledir mesela. Ian Curtis'in naifliğini kendimle bağdaştırdığımdan mı bilinmez, bu şarkı her çalışında beynimde sirenler öter. Etraftaki her şey dönüyorsa durur. Duruşumu saygı duruşuna benzer bir hale getirir, her ne yapıyorsam bırakır, sadece dinlerim.


Bir öğrenci evinde, bir takside, bir köşe başında, yarı sarhoş halde bir barda, kalabalıklar arasında, ya da kalabalıklar içinde yalnızken... Love Will Tear Us Apart defalarca çalındı kulağıma. Hatta aynı gün içinde önce bir konserde, sonra bir sokak çalgıcısından, sonra dolmuşta giderken, sonra da evde dinlediğim oldu. Hangi versiyonunu dinlersem dinleyeyim, noktayı hep Ian Curtis'in sessiz çığlık gibi sesiyle koydum.


Yine 1 kadeh bira, 3 kadeh roze şarap ardından Babylon'da Nouvelle Vague dinliyorum. Love Will Tear Us Apart'ın introsu giriyor. Babylon donuyor. Her ne kadar yumuşacık Bossa Nova ritimleriyle yeniden nefeslenmiş olursa olsun, sözler beni bir an için hissiz bırakıyor. Sıra
"Just that something so good just can't function no more" sözüne geldiğinde 30 yıl önce dün ışığa karışmış olan Ian Curtis'in şu boktan hayatı ölümüyle çaktığı sağlam tokatla darmaduman edişini düşünüyorum. Ya da hayatın Ian'ı darmaduman edişini. Ian'ın gidişini. Bıraktığı söylenen o notu. Hayatın bizi un ufak edişini.


Love Will Tear Us Apart'ın yer aldığı albümün adının "Permanent" olmasının ironisine takılmıştım eskiden. Ian Curtis ve "permanent" sözcüğü yanyana öyle acıklı duruyordu ki bana göre. Film içinde film hallerde, karanlık ve tekinsiz yerlerde "Love Will Tear Us Apart" ın çalmasının tesadüf eseri olmadığına inanmıştım bir ara, bu gece hatırladım ve yine inandım.

18 Mayıs 2010 Salı

Salı Müziklenir



Salı Pazarı'nda Alice Harikalar Diyarı desenli kumaş bulmak umuduyla sabahın erken saatlerinde yollara düştük. Dışarıda, çok kavurucu olacağını hissettiğimiz yaz mevsiminde sürekli olmasını isteyeceğimiz türden yarı kapalı-bol rüzgarlı bir hava var.









Biz kumaş uğruna pazar keşfine çıkmışken, İstanbul da seçmekte zorlanacağımız müzikal bir geceye hazırlanıyor. Seçmekte zorlanılır cinsten sözü gerçekten abartı değil. Babylon'u yeniden zamansız ve mekansız kılacak olan Nouvelle Vague,
İstanbul Kongre Merkezi'nde son zamanların en iyi erkek caz vokallerinden biri olan Harry Connick Jr., İş Sanat'ta son zamanların en iyi gitaristlerinden biri kabul edilen John McLaughlin, Ghetto'da Blues'u hakkını vererek çalan Bluesaint Blues Band arasında seçim yapmak zorunda kalacağız.


Henüz hiç birine bilet almadıysanız, karar vermenize yardımcı olmak adına John McLaughlin biletlerinin tükendiğini, Nouvelle Vague'ın yarın da İstanbul'da olacağını, bugün gerçekleşeceği açıklanan Cesaria Evora konserinin sanatçının acil operasyon geçirmesi nedeniyle iptal edildiğini belirtelim.


E, neye gidelim diyorsanız, önerim Harry Connick Jr.'ı dinledikten sonra Nouvelle Vague için son bir kez Babylon gişeyi aramanız ve iade edilmiş bilet olup olmadığını sormanız.






Salı Müziklenir



Salı Pazarı'nda Alice Harikalar Diyarı desenli kumaş bulmak umuduyla sabahın erken saatlerinde yollara düştük. Dışarıda, çok kavurucu olacağını hissettiğimiz yaz mevsiminde sürekli olmasını isteyeceğimiz türden yarı kapalı-bol rüzgarlı bir hava var.









Biz kumaş uğruna pazar keşfine çıkmışken, İstanbul da seçmekte zorlanacağımız müzikal bir geceye hazırlanıyor. Seçmekte zorlanılır cinsten sözü gerçekten abartı değil. Babylon'u yeniden zamansız ve mekansız kılacak olan Nouvelle Vague,
İstanbul Kongre Merkezi'nde son zamanların en iyi erkek caz vokallerinden biri olan Harry Connick Jr., İş Sanat'ta son zamanların en iyi gitaristlerinden biri kabul edilen John McLaughlin, Ghetto'da Blues'u hakkını vererek çalan Bluesaint Blues Band arasında seçim yapmak zorunda kalacağız.


Henüz hiç birine bilet almadıysanız, karar vermenize yardımcı olmak adına John McLaughlin biletlerinin tükendiğini, Nouvelle Vague'ın yarın da İstanbul'da olacağını, bugün gerçekleşeceği açıklanan Cesaria Evora konserinin sanatçının acil operasyon geçirmesi nedeniyle iptal edildiğini belirtelim.


E, neye gidelim diyorsanız, önerim Harry Connick Jr.'ı dinledikten sonra Nouvelle Vague için son bir kez Babylon gişeyi aramanız ve iade edilmiş bilet olup olmadığını sormanız.






Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons