22 Ağustos 2010 Pazar

AİHM Sulukulelilerin Başvurusunu Kabul Etti

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM, kentsel dönüşüm adı altında yok edilen yüzlerce yıllık Sulukule sakinlerinin başvurusunu kabul etti.


Türkiye’deki yasal sürecin bitmemesine rağmen, yani 3 yıl önce açılan davaların sonucu bile beklenmeden yok edilen ve yerine lüks konut inşaatının başladığı Sulukule şimdi haklarını AİHM’nde arayacak.



Sulukule sakinleri ve Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği adına Av. Hilal Küey tarafından, 20 Mayıs 2010 tarihinde yapılan başvuru 22 sayfalık dilekçe ile 48 bölümlük eklerden oluşuyor.


Başvuru, AİHM Sözleşmesi’nin altı ayrı maddesinin ihlal edildiğini savunuyor:


-İnsan haklarına saygı yükümlülüğü


-Adil yargılanma hakkı


-Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı


-Etkili başvuru hakkı


Sulukulelilerin başvurusu ayrıca, sözleşmenin 41. maddesi uyarınca tazminat

talebinde de bulunuyor.



AİHM, başvuruyu 3 Ağustos 2010 tarihinde kabul etti.



SULUKULE PLATFORMU

AİHM Sulukulelilerin Başvurusunu Kabul Etti

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM, kentsel dönüşüm adı altında yok edilen yüzlerce yıllık Sulukule sakinlerinin başvurusunu kabul etti.


Türkiye’deki yasal sürecin bitmemesine rağmen, yani 3 yıl önce açılan davaların sonucu bile beklenmeden yok edilen ve yerine lüks konut inşaatının başladığı Sulukule şimdi haklarını AİHM’nde arayacak.



Sulukule sakinleri ve Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği adına Av. Hilal Küey tarafından, 20 Mayıs 2010 tarihinde yapılan başvuru 22 sayfalık dilekçe ile 48 bölümlük eklerden oluşuyor.


Başvuru, AİHM Sözleşmesi’nin altı ayrı maddesinin ihlal edildiğini savunuyor:


-İnsan haklarına saygı yükümlülüğü


-Adil yargılanma hakkı


-Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı


-Etkili başvuru hakkı


Sulukulelilerin başvurusu ayrıca, sözleşmenin 41. maddesi uyarınca tazminat

talebinde de bulunuyor.



AİHM, başvuruyu 3 Ağustos 2010 tarihinde kabul etti.



SULUKULE PLATFORMU

11 Ağustos 2010 Çarşamba

11 Ağustos Çarşamba: Bizim Evin Halleri Ortaya Karışık

Don't Complain @ 11th International Istanbul Biennal

Yokluğunda çok kitap okudum. Film izledim. Belle de Jour'u izledim mesela, kimbilir kaç zaman sonra, kimbilir kaçıncı defa. Catherine Breillat külliyatı edinmeye karar verdim. Kararın başlangıcı, geçen gecemin seyrini değiştiren Fat Girl. Amerika ve İngiltere vizyonlarına göre adapte edilmiş bu adındansa 'A Ma Soeur! /Kızkardeşim'e' daha fazla uyuyor filme diye düşündüm. İki kızkardeşin ayna karşısında yaptıkları konuşma, hani şu aynı mı, yoksa birbirlerinin zıttı mı, yoksa birbirlerinin zıttı oldukları için aslında aynı mı olduklarını sorguladıkları sekans, evet müthişti.



Fotoğraf çekmiyorum. Pencereyi açtığım an öyle bir sıcaklık dalgası yayılıyor ki üzerime üzerime, hani o niyetinin aslında ne olduğunu bilmediğimiz 'yetkililerin' zorunda kalmadıkça evden çıkmayın uyarısını uysal uysal dinliyorum. Sürahilerce su, buz, meyve. Gazpacho yapmayı deniyorum bolca. Çok bol domates, usulünce sarımsak-sirke, köy biberi, ekmek içi. Koy miksere, çırpılsın. Tembel çorbası. Atıyorum dolaba, canım istedikçe cam kadehte hüp. Mutfakta daha ağırından denemelere ne sabrım, ne niyetim var şu sıcakta.



Bir yazı okudum Doğa Derneği'nin sitesinde. 'Senoz: Bal ve Dua Vadisi' diye. 'Burası kilutli sandık idu, o kiludi kirdular.' demiş bir dede. Evet, ağladım.



Roll, Express ve Bir+Bir sonunda dayanamamış, sanal aleme taşınmış. http://birdirbir.org. Eski sayılardan kotarılmış arşiv müthiş olmuş. Dergiyi daha sıcacıkken ele almak kadar olmuyor tabi. Yine de beklenen şarkıydı, oldu.




Kafka'nın Çorbası. (14 Tarifle Dünya Edebiyatı Tarihi). Buna başladım dolmuşta. Yanımdaki adam benle birlikte 2 sayfa okudu. İfrit oldum içimden. Başucumda 3 kitap daha ilgimi bekliyor. 'Köy / W. Faulkner' , '9 Öykü / J. Salinger' ve işte sonuncusu da az önceki. Ondan bir satır, öbüründen bir kuple. Geçinip gidiyoruz.



Sözcüklere takıldım bir de. 'Ketenpere' mesela. Güzel değil mi söylemesi? Sonra 'tilt olmak' var. 'Fanfinifinfon' var. Her sabah uyandığımda bu sabah hangi sözcüğe takılsam? diye düşünüp sözlük açıyorum.



Başkaaa... Hmmm. Facebook kullanıyorum, geyik için. Twitter'ı daha çok seviyorum çünkü çok güzel insanları getirdi evin salonuna. Getirmiş kadar oldu yani.



TNT'de bir dizi var. Juddging Amy diye. Şu ara pür dikkat izlediğim 2 diziden biri. Diğeri Doctor Who. Iııı, şey, ikincisinde diziden çok David Tennant'ı izliyorum. Umutsuzevkızı. Geçen bir arkadaşıma 'aşığım' dedim, 'yine hangi hayali kahramana?' dedi. Sinir.


Hadi bir de itiraf. İyi şeyler de oluyor. Karnım tok. Seyahat edecek kadar olmasa da, kitap alacak kadar para kazanıyorum. Yazmaya, çizmeye eskisinden bol vakit var. Topuklu papuç almaya cesaret ettim. Sangria yapmayı öğrendim. Mektup yazanlarım bile var benim.


Bir de Hindistan'a gidesim var. Zeynep'tir müessibi bunun.

11 Ağustos Çarşamba: Bizim Evin Halleri Ortaya Karışık

Don't Complain @ 11th International Istanbul Biennal

Yokluğunda çok kitap okudum. Film izledim. Belle de Jour'u izledim mesela, kimbilir kaç zaman sonra, kimbilir kaçıncı defa. Catherine Breillat külliyatı edinmeye karar verdim. Kararın başlangıcı, geçen gecemin seyrini değiştiren Fat Girl. Amerika ve İngiltere vizyonlarına göre adapte edilmiş bu adındansa 'A Ma Soeur! /Kızkardeşim'e' daha fazla uyuyor filme diye düşündüm. İki kızkardeşin ayna karşısında yaptıkları konuşma, hani şu aynı mı, yoksa birbirlerinin zıttı mı, yoksa birbirlerinin zıttı oldukları için aslında aynı mı olduklarını sorguladıkları sekans, evet müthişti.



Fotoğraf çekmiyorum. Pencereyi açtığım an öyle bir sıcaklık dalgası yayılıyor ki üzerime üzerime, hani o niyetinin aslında ne olduğunu bilmediğimiz 'yetkililerin' zorunda kalmadıkça evden çıkmayın uyarısını uysal uysal dinliyorum. Sürahilerce su, buz, meyve. Gazpacho yapmayı deniyorum bolca. Çok bol domates, usulünce sarımsak-sirke, köy biberi, ekmek içi. Koy miksere, çırpılsın. Tembel çorbası. Atıyorum dolaba, canım istedikçe cam kadehte hüp. Mutfakta daha ağırından denemelere ne sabrım, ne niyetim var şu sıcakta.



Bir yazı okudum Doğa Derneği'nin sitesinde. 'Senoz: Bal ve Dua Vadisi' diye. 'Burası kilutli sandık idu, o kiludi kirdular.' demiş bir dede. Evet, ağladım.



Roll, Express ve Bir+Bir sonunda dayanamamış, sanal aleme taşınmış. http://birdirbir.org. Eski sayılardan kotarılmış arşiv müthiş olmuş. Dergiyi daha sıcacıkken ele almak kadar olmuyor tabi. Yine de beklenen şarkıydı, oldu.




Kafka'nın Çorbası. (14 Tarifle Dünya Edebiyatı Tarihi). Buna başladım dolmuşta. Yanımdaki adam benle birlikte 2 sayfa okudu. İfrit oldum içimden. Başucumda 3 kitap daha ilgimi bekliyor. 'Köy / W. Faulkner' , '9 Öykü / J. Salinger' ve işte sonuncusu da az önceki. Ondan bir satır, öbüründen bir kuple. Geçinip gidiyoruz.



Sözcüklere takıldım bir de. 'Ketenpere' mesela. Güzel değil mi söylemesi? Sonra 'tilt olmak' var. 'Fanfinifinfon' var. Her sabah uyandığımda bu sabah hangi sözcüğe takılsam? diye düşünüp sözlük açıyorum.



Başkaaa... Hmmm. Facebook kullanıyorum, geyik için. Twitter'ı daha çok seviyorum çünkü çok güzel insanları getirdi evin salonuna. Getirmiş kadar oldu yani.



TNT'de bir dizi var. Juddging Amy diye. Şu ara pür dikkat izlediğim 2 diziden biri. Diğeri Doctor Who. Iııı, şey, ikincisinde diziden çok David Tennant'ı izliyorum. Umutsuzevkızı. Geçen bir arkadaşıma 'aşığım' dedim, 'yine hangi hayali kahramana?' dedi. Sinir.


Hadi bir de itiraf. İyi şeyler de oluyor. Karnım tok. Seyahat edecek kadar olmasa da, kitap alacak kadar para kazanıyorum. Yazmaya, çizmeye eskisinden bol vakit var. Topuklu papuç almaya cesaret ettim. Sangria yapmayı öğrendim. Mektup yazanlarım bile var benim.


Bir de Hindistan'a gidesim var. Zeynep'tir müessibi bunun.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bedenim(n)i Özgür Bırak!

Kendimizi genel geçer değerlerle sınıflandırmaya öyle alıştık ki boyumuz ne olursa olsun 50’ nin üzerini “kilolu”, 90’dan büyük göğüs ölçüsünü iri, 60’dan kalın bel ölçüsünü “odun” kabul eder olduk. Kozmetik/temizlik firmalarından biri geçtiğimiz yıllarda bir kampanya düzenliyordu: “Genel geçer güzellik kavramına karşı çıktığını” iddia eden bir sloganı vardı. Az ilgi gördü sanırım, kısa süre yayınlandıktan sonra kaldırıldı. Bu tarz bir sosyal reklam kampanyası yürütmek iyi hoş da cildi güzelleştirdiğini iddia eden ürünler üreten bir firma ticari reklamlarında kampanyaya paralel olarak “çok güzel” kadınları değil de “ortalama ve kendi güzelliğinin farkında” kadınları çıkarsaydı daha inandırıcı olmaz mıydı?


Hijyenik kadın pedi reklamlarında “kanıyorum ama yine de hayattan kopmuyorum” mesajı veriliyor. Kıs kıs gülüyoruz çok afedersiniz. Mesturasyon döneminde olmanın kadınların işlediği suçlarda hafifletici sebep olup olamayacağı tartışılıyor. Hangi mutluluktan, rahatlıktan bahsediyorsunuz kuzum? Cinnet uçurumlarında dolanılıyor o günlerde.

Bir deodorant reklamında kadının yere muz kabuğu fırlatması değil de ter kokusu mevzu bahis ediliyordu iticilik sembolü olarak. Süslenip püslenip dışarı çıkmış eli yüzü düzgün ve iç güveysinden hallice eğitimli olduğu anlaşılan kadına sormazlar mı "Yediğin muzun kabuğunu sokağa atacak kadar eblek misin?" diye?


Konu “reklamda kadın” olunca söylenecek daha pek çok şey var elbette. Ama benim konum “beden”.“Anglosakson” güzellik değerleri üzerimize üzerimize gelirken herkes fiziğini ince tutmaya, saçını birine benzetmeye, yüzünü pürüzsüzleştirmeye çalışıyor. Hiç kimse değil, önce biz bedenimize hoyrat davranıyoruz şekle/şemale gireceğiz diye. İlk önce biz kendi bedenimizin faşisti oluyoruz. Kullandığımız kredi kartları bile fileksibıl fileksibıl kişiselleşiyor ama iş dış görünüme gelince fıstıklık mertebesini aşamıyoruz ne hikmetse. Biz derken, elbette ki tahmin etmişsinizdir, biz kadınlardan söz ediyorum.


Öyle korkutuluyoruz ki, eteğimizi giyince tecavüze uğrayacağımızdan, gerdeğe girince vajinismus olacağımızdan, sevgilimiz öpünce hamile kalacağımızdan endişe ediyoruz. Üstüne üstük, kendi komplekslerinin bile farkına varamayan kimi erkeklerin 'Rus kadınları böyle mi baba, hepsi yatakta fahişe, mutfakta yosma, banyoda kevaşe' muhabbetine maruz kalıyoruz. Gerçi hatanın büyüğü bizde. Bedenimize, etimize bu denli takık olmasak, başkaları da takılmayacak belki.

The Gossip’in solisti Beth Ditto ile yapılmış bir röportaj var Roll dergisinin 2007 mayıs sayısında. Beth lezzo/feministo/şişko bir kadın. Yani Roll attığı nefis başlıkta öyle diyor. Küçüklüğünden beri kendisini bir kalıba sokmak isteyenlere karşı sahneye mayoyla çıkan, frapan sahne kostümleri giyen ve beden ırkçılığına karşı çıkan bir anarşist. Fiziği yakışıklı/beyaz/indie erkek solist ve etrafındaki taşşşş gibi grupieler kalıbından oldukça uzak. Youtube’un kadrolu lafazan mafyası grubun videolarının altına Beth’in vücut yapısına olanca küfürlerini kusmuş da kusmuş. Beth de bunlara inat "ben kilolu değil, düpedüz şişkoyum" diyor alenen.


Arcade Fire’ın Neon Bible albümünde bir şarkı var “My Body Is A Cage” diye. “Biz yalnızca bize verileni aldık…” diyor şarkı, “bedenim sevdiğimle dans etmemi engelleyen bir kafes ve anahtarı da aklımın ellerinde” diye devam ediyor, sonunda belli ki aklına sesleniyor: “ruhumu ve bedenimi özgür bırak!” İnsanı tuhaf hallere sokan bir şarkı.


Birine fiziksel kaygılardan arınmış olarak soyunmak ancak aklını özgür bırakanların, bedenine takık olmayanların yapabileceği bir şey. Soyunmak derken, hem fiziksel anlamda soyunmaktan, hem de birine manen ve aklen 'çıplak ve hür' olarak gitmekten söz ediyorum.


Bedenim(n)i Özgür Bırak!

Kendimizi genel geçer değerlerle sınıflandırmaya öyle alıştık ki boyumuz ne olursa olsun 50’ nin üzerini “kilolu”, 90’dan büyük göğüs ölçüsünü iri, 60’dan kalın bel ölçüsünü “odun” kabul eder olduk. Kozmetik/temizlik firmalarından biri geçtiğimiz yıllarda bir kampanya düzenliyordu: “Genel geçer güzellik kavramına karşı çıktığını” iddia eden bir sloganı vardı. Az ilgi gördü sanırım, kısa süre yayınlandıktan sonra kaldırıldı. Bu tarz bir sosyal reklam kampanyası yürütmek iyi hoş da cildi güzelleştirdiğini iddia eden ürünler üreten bir firma ticari reklamlarında kampanyaya paralel olarak “çok güzel” kadınları değil de “ortalama ve kendi güzelliğinin farkında” kadınları çıkarsaydı daha inandırıcı olmaz mıydı?


Hijyenik kadın pedi reklamlarında “kanıyorum ama yine de hayattan kopmuyorum” mesajı veriliyor. Kıs kıs gülüyoruz çok afedersiniz. Mesturasyon döneminde olmanın kadınların işlediği suçlarda hafifletici sebep olup olamayacağı tartışılıyor. Hangi mutluluktan, rahatlıktan bahsediyorsunuz kuzum? Cinnet uçurumlarında dolanılıyor o günlerde.

Bir deodorant reklamında kadının yere muz kabuğu fırlatması değil de ter kokusu mevzu bahis ediliyordu iticilik sembolü olarak. Süslenip püslenip dışarı çıkmış eli yüzü düzgün ve iç güveysinden hallice eğitimli olduğu anlaşılan kadına sormazlar mı "Yediğin muzun kabuğunu sokağa atacak kadar eblek misin?" diye?


Konu “reklamda kadın” olunca söylenecek daha pek çok şey var elbette. Ama benim konum “beden”.“Anglosakson” güzellik değerleri üzerimize üzerimize gelirken herkes fiziğini ince tutmaya, saçını birine benzetmeye, yüzünü pürüzsüzleştirmeye çalışıyor. Hiç kimse değil, önce biz bedenimize hoyrat davranıyoruz şekle/şemale gireceğiz diye. İlk önce biz kendi bedenimizin faşisti oluyoruz. Kullandığımız kredi kartları bile fileksibıl fileksibıl kişiselleşiyor ama iş dış görünüme gelince fıstıklık mertebesini aşamıyoruz ne hikmetse. Biz derken, elbette ki tahmin etmişsinizdir, biz kadınlardan söz ediyorum.


Öyle korkutuluyoruz ki, eteğimizi giyince tecavüze uğrayacağımızdan, gerdeğe girince vajinismus olacağımızdan, sevgilimiz öpünce hamile kalacağımızdan endişe ediyoruz. Üstüne üstük, kendi komplekslerinin bile farkına varamayan kimi erkeklerin 'Rus kadınları böyle mi baba, hepsi yatakta fahişe, mutfakta yosma, banyoda kevaşe' muhabbetine maruz kalıyoruz. Gerçi hatanın büyüğü bizde. Bedenimize, etimize bu denli takık olmasak, başkaları da takılmayacak belki.

The Gossip’in solisti Beth Ditto ile yapılmış bir röportaj var Roll dergisinin 2007 mayıs sayısında. Beth lezzo/feministo/şişko bir kadın. Yani Roll attığı nefis başlıkta öyle diyor. Küçüklüğünden beri kendisini bir kalıba sokmak isteyenlere karşı sahneye mayoyla çıkan, frapan sahne kostümleri giyen ve beden ırkçılığına karşı çıkan bir anarşist. Fiziği yakışıklı/beyaz/indie erkek solist ve etrafındaki taşşşş gibi grupieler kalıbından oldukça uzak. Youtube’un kadrolu lafazan mafyası grubun videolarının altına Beth’in vücut yapısına olanca küfürlerini kusmuş da kusmuş. Beth de bunlara inat "ben kilolu değil, düpedüz şişkoyum" diyor alenen.


Arcade Fire’ın Neon Bible albümünde bir şarkı var “My Body Is A Cage” diye. “Biz yalnızca bize verileni aldık…” diyor şarkı, “bedenim sevdiğimle dans etmemi engelleyen bir kafes ve anahtarı da aklımın ellerinde” diye devam ediyor, sonunda belli ki aklına sesleniyor: “ruhumu ve bedenimi özgür bırak!” İnsanı tuhaf hallere sokan bir şarkı.


Birine fiziksel kaygılardan arınmış olarak soyunmak ancak aklını özgür bırakanların, bedenine takık olmayanların yapabileceği bir şey. Soyunmak derken, hem fiziksel anlamda soyunmaktan, hem de birine manen ve aklen 'çıplak ve hür' olarak gitmekten söz ediyorum.


7 Ağustos 2010 Cumartesi

Casette Butik'te Istanbul Dresses 2010 Koleksiyonu




Dün genel internet gezintimi yaparken Casette Butik'in Facebook'taki sayfasında yer alan fotoğraflar dikkatimi çekti. 'Istanbul Dresses' adı verilen başlık altında eski İstanbul'a ait pulların ve fotoğrafların basıldığı birbirinden güzel elbiseler yer alıyordu.




Tasarımcısını merak edip internette bir araştırma daha yaptım. Karşılaştığım websitesinde Istanbul Dresses, İstanbul imajlarını, metinlerini, havasını, suyunu kullanan bir giyim kuşam hareketi olarak tanımlanıyor.



Tasarımlar, Cassette Butik'in yanı sıra, IKSV Tasarım, Buka ve Bodrum'daki Casa Dell'Arte'de satılıyormuş.




Casette Butik, 'fiyatların neden bu denli yüksek olduğu' yönündeki soruya elbiselerde kullanılan baskıların zorlukla bulunan kartpostallardan ve fotoğraflardan alındığını belirtmiş.



Fiyatlar hakkındaki katıldığım yorumu bir kenara bırakırsam, uzun süredir beni bu denli heyecanlandıran ve beğendiğim bir giyim-kuşam yaratımı olmamıştı. Istanbul Dresses tasarımları bu bakımdan bile ilgiyi hakediyor.



Istanbul Dresses'in websitesindeki çantalar ise oldukça hoşuma gitti. Tasarımlarla ait daha fazla fotoğraf olsa hayır diyemem doğrusu. Özellikle daha fazla elbise ve çanta görmek isterim.



Dip Sos: Fotoğraflar Casette Butik'in Facebook sayfasından alındı.




Casette Butik Adres; Bağdat cad. Ay apt. No:372/C Şaşkınbakkal

Casette Butik'te Istanbul Dresses 2010 Koleksiyonu




Dün genel internet gezintimi yaparken Casette Butik'in Facebook'taki sayfasında yer alan fotoğraflar dikkatimi çekti. 'Istanbul Dresses' adı verilen başlık altında eski İstanbul'a ait pulların ve fotoğrafların basıldığı birbirinden güzel elbiseler yer alıyordu.




Tasarımcısını merak edip internette bir araştırma daha yaptım. Karşılaştığım websitesinde Istanbul Dresses, İstanbul imajlarını, metinlerini, havasını, suyunu kullanan bir giyim kuşam hareketi olarak tanımlanıyor.



Tasarımlar, Cassette Butik'in yanı sıra, IKSV Tasarım, Buka ve Bodrum'daki Casa Dell'Arte'de satılıyormuş.




Casette Butik, 'fiyatların neden bu denli yüksek olduğu' yönündeki soruya elbiselerde kullanılan baskıların zorlukla bulunan kartpostallardan ve fotoğraflardan alındığını belirtmiş.



Fiyatlar hakkındaki katıldığım yorumu bir kenara bırakırsam, uzun süredir beni bu denli heyecanlandıran ve beğendiğim bir giyim-kuşam yaratımı olmamıştı. Istanbul Dresses tasarımları bu bakımdan bile ilgiyi hakediyor.



Istanbul Dresses'in websitesindeki çantalar ise oldukça hoşuma gitti. Tasarımlarla ait daha fazla fotoğraf olsa hayır diyemem doğrusu. Özellikle daha fazla elbise ve çanta görmek isterim.



Dip Sos: Fotoğraflar Casette Butik'in Facebook sayfasından alındı.




Casette Butik Adres; Bağdat cad. Ay apt. No:372/C Şaşkınbakkal

6 Ağustos 2010 Cuma

Panait İstrati’yi Düşünmek

Ön Not. Bu yazıyı Gazete Sabun için yazmıştım aslında. Ama önce dostum, sonra editörüm Zeynep bana 'aslında tavsiye üzerine kitap okumam, ama sen kitabı fırlatıp kaçıyorsun, ben de yakalayıp okuyorum' deyince şımardım ve Sereth Irmağı'nın ve Istrati'nin hatırına yazıyı buraya da almaya karar verdim. Serin serin okursunuz dilerim ki.



Dediklerine bakılırsa bir zamanlar Sereth’in de tıpkı bizler gibi bir ruhu, hem de ateşli bir ruhu varmış. Bukovin’den yola çıkıp geçtiği yerlerden birinde güzel ve genç bir kızın gönlünü çelen kendini beğenmiş Sereth , Bistristsa adındaki bu güzel kızı kollarına alıp yeryüzünün en güzel şeyleri olan ama yavuklusunun karşısında saygıyla eğilecek portakal ve nar bahçelerini göstermek üzere Karadeniz’e, ordan da çok daha uzaklara götürmeye karar vermiş.



Bu tasarıyla kendinden geçen, aklı başından giden Bistristsa sevgilisinin önerisini kabul etmiş, koşup elini tutmuş, birlikte bizim oralara dek gelmişler ama Tuna ansızın karşılarına dikilip "Hey, durun bakalım!" diye bağırmış, "Yalnız yollar kesişebilir, akarsular değil! Hem küçük bir ırmak koskoca bir nehrin ortasından asla ve kat’a geçemez."

Ve Tuna böyle dedikten sonra bizimkilerin yolunu kesmiş. Bu işe sinirlenen Sereth, başlamış yatağını genişletmeye. Yavuklusunu altın sarısı meyve bahçelerinin eteklerini yalayan denize ulaştırma sevdasıyla kazdıkça kazmış, Tuna’nın genişliğine erişmiş, hatta geçmiş bile.

Ancak yarış pek orantısız, yaşlı nehrin boyu bizim sevdalılarınkinden çok çok fazla uzunmuş. Sereth ve Bistristsa el ele vermelerine karşın yenilmişler.Tuna ikisini de yedeğine alıp götürmüş. Bununla birlikte Irmakağzı halkı, yani bizler, onların bu tutkulu direnişi sonrasında dünyanın en verimli toprağına sahip olmuşuz, çünkü Sereth ve Bistristsa önüne çıkan herşeyi silip süpüren şu suratsız Tuna’ya teslim olmadan önce işte burada sevişmişler doyasıya."




Böyle başlıyor Panait İstrati‘nin Minka Abla isimli romanı.


Panait İstrati deyince; benim aklıma Kırklareli‘nin o küçük kasabası İğneada geliyor, Bulgaristan sınırının hemen yanı başındaki o enfes yer.


Çocukluğumdan bir yolculuk enstantanesi var gözümün önünde… Kırmızı ‘Vosvos’umuzla İstanbul’dan yola çıkmış, Tekirdağ’a gider gibi yapıp Babaeski-Lüleburgaz sapağından dönmüştük.


İki yanında Istıranca ormanı sıralanan keskin virajlı yolu kaset-çalarda dönen Yeni Türkü şarkılarına eşlik ederek aldığımızı anımsıyorum.


Bir de Sezen Aksu’nun ‘Işık Doğudan Yükselir’ albümünü dinlediğimizi. İlk kez o zaman dinleyip çarpılmıştım "Davet" şarkısına.


Anneme sürekli "geldik mi?", "daha ne kadar kaldı?" diye sormuştum. Tüm çocuklar sorar ya, aynen öyle…


Yolun sonunda, gündüzleri sakin, geceleri hırçın bir deniz…


İçi süprizlerle dolu uçsuz bucaksız bir orman…


Tahta bungalovlar…


Eski bir deniz feneri…


Beyaz dizi kitapların baygın romansı…


Radyo-1′de dinlediğimiz Gheorghe Zamfir ezgileri vardı.


Bir düğün anımsıyorum. Gelinin etrafını kocakarılar çevirmiş, "aman pek akça, pek pakça, hadi oyna, hadi yandan" dürtüklüyorlardı.


Kız sarışın, soluk benizli, incecik bir taze gül. Damat deseniz, çizgili takım, yakada kırmızı karanfil, siz deyin

Kazancakis‘in Zorba‘sı, ben diyeyim Kusturica‘nın Matko Destanov‘u.


Zengin düğünüydü; rakısı, şoparı, çalgıcısı, gırnata nağmesi bol olanından…


O zamanlar Panait İstrati kimdir, bilmiyordum.


Yıllar sonra Sereth Nehri ile ilgili efsaneyle başlayan Minka Abla öyküsünü okuduğumda; zihnim geçmişe

dönüp, bu kareleri hatırladı.


Coğrafi yakınlıktan mı? Yoksa insan manzarasının benzerliğinden mi, bilmem…


********


Panait İstrati.


Bir gezgin.


Romain Rolland‘a göre; ‘Balkanların Gorki’si’.


Her yerde okuyabileceğiniz biyografisinde; Fransa‘nın Nice kentinde boğazını keserek intihara teşebbüs ettiği ama; şah damarını tutturamadığı için bu girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığı yazar.


Hastanede Panait İstrati’nin cebinden, Romain Rolland‘a hitaben yazılmış bir mektup bulmuşlar. O da cevap vermiş ve yazışmaya başlamışlar.


Romain Rolland mektubun yazarı hakkında sonradan şunu söylemiş; "Çayırlar üzerinde esen kavurucu bir alevi andırıyordu…"


Rolland‘a "Ne doğru yazmışsın be adam!" demek haddime değil belki ama; diyeceğim! Öyle hakikaten…


Nerrantsula-Sokak Kızı‘yla, sevgilisini turunç ağacına benzeten bir adam görmüştüm. O gün bugün gel – geç aşklara pas veremem.


Bir eski zaman romantiği gibi, gözümün içine bakıp; ‘Nerrantsula, turunç ağaççığı demektir, fundoti de gür. Sen, benim yavru turuncumsun, gür turuncum…’ ayarında bir laf edecek adamı beklerim.

Belki beyhude, belki değil…


Minka Abla‘yı ilk okuduğumda ise, hırçın Sereth Nehri’nin yanı-başındaki Irmakağzı insanlarını anlattığı satırlarda; kavurucu bir tutku ve çoşkun bir yaşam sevinci hissetmiştim.

Yılın belli zamanlarında hırçınlaşan Sereth‘in, eteğindeki köyleri nasıl hırçın bir öfkeyle yıkıp geçtiğini, çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek demeden her önüne çıkanı nasıl uzaklara sürüklediğini; evleri, ahırları, hayvanları nasıl yuttuğunu sanki yaşarcasına okumuştum.


Sereth‘in öfkesi dinince; evi, köyü, çocuğu, hayvanlarıyla dımdızlak kalan köylünün yeniden yaşama dönüş mücadelesini de büyük bir coşkuyla anlatan Panait İstrati‘nin, hayatına neden son vermek istediğini anlamakta zorlanmıştım.


Satırlarda ‘yeniden varoluş’ vardı çünkü.


Gerçi; Panait İstrati de, intiharını başaramayarak -iyi ki!- yeniden doğmuştu.


Üstelik yazarak.


***


Şimdi gidesim var.


Çantamda bir kaç parça giysi, bir fotoğraf makinası ve Panait İstrati kitapları.


Elimde bir kadeh rakım, sırtımı engin Istranca‘ya, yüzümü Karadeniz‘e çeviresim; cümbüşlü, gırnatalı,

davullu ve ince sazlı Rumeli havalarına kulak veresim var. Kadir Ürün, Selim Sesler, belki daha eskilerden Muhacir İbrahim


Panait İstrati romanlarında korkuyla karışık, saygıyla anlatılan Sereth‘in yıkıp dümdüz ettiği Romanya köyleri gibi; her yağan yağmurda yoksulluğu, yoksunluğu, çaresizliği ile başbaşa kalıveren İstanbul‘u düşünmek de çabası…


Ne de olsa, ‘bu şehir arkamdan gelecek’ hep.


Gelsin…

Panait İstrati’yi Düşünmek

Ön Not. Bu yazıyı Gazete Sabun için yazmıştım aslında. Ama önce dostum, sonra editörüm Zeynep bana 'aslında tavsiye üzerine kitap okumam, ama sen kitabı fırlatıp kaçıyorsun, ben de yakalayıp okuyorum' deyince şımardım ve Sereth Irmağı'nın ve Istrati'nin hatırına yazıyı buraya da almaya karar verdim. Serin serin okursunuz dilerim ki.



Dediklerine bakılırsa bir zamanlar Sereth’in de tıpkı bizler gibi bir ruhu, hem de ateşli bir ruhu varmış. Bukovin’den yola çıkıp geçtiği yerlerden birinde güzel ve genç bir kızın gönlünü çelen kendini beğenmiş Sereth , Bistristsa adındaki bu güzel kızı kollarına alıp yeryüzünün en güzel şeyleri olan ama yavuklusunun karşısında saygıyla eğilecek portakal ve nar bahçelerini göstermek üzere Karadeniz’e, ordan da çok daha uzaklara götürmeye karar vermiş.



Bu tasarıyla kendinden geçen, aklı başından giden Bistristsa sevgilisinin önerisini kabul etmiş, koşup elini tutmuş, birlikte bizim oralara dek gelmişler ama Tuna ansızın karşılarına dikilip "Hey, durun bakalım!" diye bağırmış, "Yalnız yollar kesişebilir, akarsular değil! Hem küçük bir ırmak koskoca bir nehrin ortasından asla ve kat’a geçemez."

Ve Tuna böyle dedikten sonra bizimkilerin yolunu kesmiş. Bu işe sinirlenen Sereth, başlamış yatağını genişletmeye. Yavuklusunu altın sarısı meyve bahçelerinin eteklerini yalayan denize ulaştırma sevdasıyla kazdıkça kazmış, Tuna’nın genişliğine erişmiş, hatta geçmiş bile.

Ancak yarış pek orantısız, yaşlı nehrin boyu bizim sevdalılarınkinden çok çok fazla uzunmuş. Sereth ve Bistristsa el ele vermelerine karşın yenilmişler.Tuna ikisini de yedeğine alıp götürmüş. Bununla birlikte Irmakağzı halkı, yani bizler, onların bu tutkulu direnişi sonrasında dünyanın en verimli toprağına sahip olmuşuz, çünkü Sereth ve Bistristsa önüne çıkan herşeyi silip süpüren şu suratsız Tuna’ya teslim olmadan önce işte burada sevişmişler doyasıya."




Böyle başlıyor Panait İstrati‘nin Minka Abla isimli romanı.


Panait İstrati deyince; benim aklıma Kırklareli‘nin o küçük kasabası İğneada geliyor, Bulgaristan sınırının hemen yanı başındaki o enfes yer.


Çocukluğumdan bir yolculuk enstantanesi var gözümün önünde… Kırmızı ‘Vosvos’umuzla İstanbul’dan yola çıkmış, Tekirdağ’a gider gibi yapıp Babaeski-Lüleburgaz sapağından dönmüştük.


İki yanında Istıranca ormanı sıralanan keskin virajlı yolu kaset-çalarda dönen Yeni Türkü şarkılarına eşlik ederek aldığımızı anımsıyorum.


Bir de Sezen Aksu’nun ‘Işık Doğudan Yükselir’ albümünü dinlediğimizi. İlk kez o zaman dinleyip çarpılmıştım "Davet" şarkısına.


Anneme sürekli "geldik mi?", "daha ne kadar kaldı?" diye sormuştum. Tüm çocuklar sorar ya, aynen öyle…


Yolun sonunda, gündüzleri sakin, geceleri hırçın bir deniz…


İçi süprizlerle dolu uçsuz bucaksız bir orman…


Tahta bungalovlar…


Eski bir deniz feneri…


Beyaz dizi kitapların baygın romansı…


Radyo-1′de dinlediğimiz Gheorghe Zamfir ezgileri vardı.


Bir düğün anımsıyorum. Gelinin etrafını kocakarılar çevirmiş, "aman pek akça, pek pakça, hadi oyna, hadi yandan" dürtüklüyorlardı.


Kız sarışın, soluk benizli, incecik bir taze gül. Damat deseniz, çizgili takım, yakada kırmızı karanfil, siz deyin

Kazancakis‘in Zorba‘sı, ben diyeyim Kusturica‘nın Matko Destanov‘u.


Zengin düğünüydü; rakısı, şoparı, çalgıcısı, gırnata nağmesi bol olanından…


O zamanlar Panait İstrati kimdir, bilmiyordum.


Yıllar sonra Sereth Nehri ile ilgili efsaneyle başlayan Minka Abla öyküsünü okuduğumda; zihnim geçmişe

dönüp, bu kareleri hatırladı.


Coğrafi yakınlıktan mı? Yoksa insan manzarasının benzerliğinden mi, bilmem…


********


Panait İstrati.


Bir gezgin.


Romain Rolland‘a göre; ‘Balkanların Gorki’si’.


Her yerde okuyabileceğiniz biyografisinde; Fransa‘nın Nice kentinde boğazını keserek intihara teşebbüs ettiği ama; şah damarını tutturamadığı için bu girişiminin başarısızlıkla sonuçlandığı yazar.


Hastanede Panait İstrati’nin cebinden, Romain Rolland‘a hitaben yazılmış bir mektup bulmuşlar. O da cevap vermiş ve yazışmaya başlamışlar.


Romain Rolland mektubun yazarı hakkında sonradan şunu söylemiş; "Çayırlar üzerinde esen kavurucu bir alevi andırıyordu…"


Rolland‘a "Ne doğru yazmışsın be adam!" demek haddime değil belki ama; diyeceğim! Öyle hakikaten…


Nerrantsula-Sokak Kızı‘yla, sevgilisini turunç ağacına benzeten bir adam görmüştüm. O gün bugün gel – geç aşklara pas veremem.


Bir eski zaman romantiği gibi, gözümün içine bakıp; ‘Nerrantsula, turunç ağaççığı demektir, fundoti de gür. Sen, benim yavru turuncumsun, gür turuncum…’ ayarında bir laf edecek adamı beklerim.

Belki beyhude, belki değil…


Minka Abla‘yı ilk okuduğumda ise, hırçın Sereth Nehri’nin yanı-başındaki Irmakağzı insanlarını anlattığı satırlarda; kavurucu bir tutku ve çoşkun bir yaşam sevinci hissetmiştim.

Yılın belli zamanlarında hırçınlaşan Sereth‘in, eteğindeki köyleri nasıl hırçın bir öfkeyle yıkıp geçtiğini, çoluk, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek demeden her önüne çıkanı nasıl uzaklara sürüklediğini; evleri, ahırları, hayvanları nasıl yuttuğunu sanki yaşarcasına okumuştum.


Sereth‘in öfkesi dinince; evi, köyü, çocuğu, hayvanlarıyla dımdızlak kalan köylünün yeniden yaşama dönüş mücadelesini de büyük bir coşkuyla anlatan Panait İstrati‘nin, hayatına neden son vermek istediğini anlamakta zorlanmıştım.


Satırlarda ‘yeniden varoluş’ vardı çünkü.


Gerçi; Panait İstrati de, intiharını başaramayarak -iyi ki!- yeniden doğmuştu.


Üstelik yazarak.


***


Şimdi gidesim var.


Çantamda bir kaç parça giysi, bir fotoğraf makinası ve Panait İstrati kitapları.


Elimde bir kadeh rakım, sırtımı engin Istranca‘ya, yüzümü Karadeniz‘e çeviresim; cümbüşlü, gırnatalı,

davullu ve ince sazlı Rumeli havalarına kulak veresim var. Kadir Ürün, Selim Sesler, belki daha eskilerden Muhacir İbrahim


Panait İstrati romanlarında korkuyla karışık, saygıyla anlatılan Sereth‘in yıkıp dümdüz ettiği Romanya köyleri gibi; her yağan yağmurda yoksulluğu, yoksunluğu, çaresizliği ile başbaşa kalıveren İstanbul‘u düşünmek de çabası…


Ne de olsa, ‘bu şehir arkamdan gelecek’ hep.


Gelsin…

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons