30 Eylül 2009 Çarşamba

Gelip Geçiciliği ile Bilinen Moda, Sürdürülebilirliği Tartışıyor




Enerjide, turizmde, eğitimde, çevrede, ticarette, uzun sözün kısası her türlü konunun başına getirilen ve şu sıralarda telafuzu pek bir "moda" olan bir sözcük var: Sürdürülebilirlik. Hal böyleyken, artık "endüstrileşmiş" bir olgu olan modanın bu konuya ilgisiz kalması olası değildi.


Modada sürdürülebilirlik kavramı, özellikle biz şehirlilerin aradığı doğallık/organiklik ile sınırlı değil. Sürdürülebilir moda, ucuz olduğu gerekçesiyle ihtiyaç dışı giysi alışverişi yapmamak, düşük ücretle işçi çalıştıran konfeksiyonlarla işbirliği yapan markaları tercih etmemek, çevreye zarar veren hammaddelerle üretilmiş giysileri kullanmayı reddetmek ve daha da güzeli, yaratıcılığı sınırlayan tek tip giysilerden uzak durmak gibi olguları kapsıyor.

Sürdürülebilir moda deyince akla gelen bir başka konu ise, modüler tasarımların kişiye ve bedene özel kıyafetler yaratmaya imkan sağlaması. Kilo alıp 40 bedenden 42'ye mi yükseldiniz, hop takıyorsunuz bir parça ve kullanıyorsunuz. Böylece bu giysi gardırobunuzun en güzide parçası ise, gözden çıkarmanıza ve ağlayarak bir köşeye atmanıza da lüzum kalmıyor. Yine çift taraflı giyilebilen giysiler, beden snırı olmadığından birden fazla kişi tarafından paylaşılabilen giysiler -ki anne kızlar arasındaki malum gardırop savaşlarına son verebilecek bir çözüm-, gündelik bir giysiyken ufak tefek dokunuşlarla gece giyilebilen parçalar... Sürekli "zayıf olun, zayıf olun, zayıf olun" mesajını alttan alttan beyne işleyen "beden ırkçılarına" karşı da geliştirilen hoş bir akım, dahası sevilesi bir felsefe. Üstelik gereksiz tüketimi de önlüyor.

Foto: People Tree

Modanın sürdürülebilirliği mevzusu aslında görünenden çok daha derin. Konu üzerinde bir araştırma yaptığınızda sentetik yerine pamuklu giysiler tercih etmenin çok da "ekoloji-dostu" bir yanı olmadığını görüyorsunuz. Zira pamuk üretiminde kullanılan zirai ilaçlar, toplandıktan sonra kullanılan ağartıcı ürünler ya da konfeksiyon aşamasında kullanılan boyalar sağlıklı gibi görünen bir giysiyi canavarlaştırıyor. Bu nedenle ekolojik dengenin korunması ile yüzeysel değil, derinlemesine ilgileniyorsanız -ki tüm muhalif tercihlerin beraberinde "anlaşılamama" sorununu getireceğini bilirsiniz- giysinin hammaddesinden satın aldığınız tezgahtarın günde kaç saat çalıştığına kadar her aşamasına kafayı takmalısınız. Geçmiş olsun şimdiden, hiç kolay bir iş değil.


Foto:Tanesi 200 Pound'dan başlayan fiyatlarla satılan bu çantalar, gösteriş icabı çevrecilik deyince akla ilk gelen ürünlerden.


Her ne alanda olursa olsun, bir bireyin ya da kuruluşun gerçekten "ekolojik" ya da "adil" olup olmadığını yaşam tarzı açıkça gösteriyor. PR ve reklam bir yere kadar günü kurtarıyor, günümüzde hata kapatıcı makyajların bir dokunuşla yıkılması an meselesi. Zira, sorgulayan şehirli insan yediği yemekte GDO'lu malzeme olup olmadığından tutun da giysisinin üretildiği hammaddeye kadar herşeye tabir-i caizse "takıyor" ve gerçekle "yaldız" olanı fevkalade güzel bir biçimde ayrıştırmayı biliyor.


Özetle, gelip geçiciliği ve anlık/dönemlik oluşu ile popüler kültürün değişmezlerinden olan moda dünyası, ekolojik denge, adil üretim ve ticaret ve gereksiz tüketimin önlenmesi konuları üzerinden sürdürülebilirliği tartışmaya devam ediyor.

Doğa Dostu Markalar


Edun ve People Tree adını bir çırpıda sayabileceğimiz doğa dostu markalar. Geçtiğimiz yıl İstanbul'da sürdürülebilir moda temalı bir serginin küratörlüğünü yapan tasarımcı Kate Fletcher ise bu konuda örnek alınabilecek bir diğer isim. Organik kumaşlardan ürün tasarlayan Avustralyalı Bird Textiles bir başka örnek. Türkiye'de ise, BOA Studio %100 organik pamuklu ürünler tasarlıyor. Yaptığım ufak bir araştırmada, doğa dostu ürünler tasarlayan diğer Türk firmaların ise Yeşim Tekstil ve Morera İç Giyim olduğunu gördüm. Bir kaç jean markası da verilmişti ancak kot taşlama işçilerinin çalışma koşulları nedeniyle yaşadıkları sağlık sorunları içimde büyük bir kuşku uyandırdığından adlarını telafuz etmeyeceğim.


İstanbul'da Eko Şıklık


1-21 Ekim tarihleri, sürdürülebilir moda konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin ajandalarına yazmalarını önerdiğimiz bir tarih. Çünkü söz konusu tarihlerde İstanbul Moda Akademisi (İMA), İsveç Enstitüsü ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu işbirliği ile yürütülen gezici sergi “Eco Chic”e (Eko Şıklık - Sürdürülebilir İsveç Modasına Doğru), 1-21 Ekim 2009 tarihleri arasında ev sahipliği yapacak. 14 İsveçli modacının 16 tasarımının yer aldığı sergi İMA’da moda ve tasarım sektörünü buluşturacak.


Filippa K, Julian Red, Dem Collective gibi İsveçli moda tasarımcılarının ekolojik yaklaşımlarını bir araya getiren “Eco Chic” sergisikapsamında bir seminer ve iki workshop gerçekleştirilecek. 2 Ekim günü gerçekleştirilecek olan “Ekolojik Yaşam ve Moda” temalı seminere İsveç Enstitüsü’nden “Eco Chic” sergisinin proje müdürü Anna Maria Bernitz, Dem Collective’in ortaklarından ve ekolojik moda üzerine konuşacak Annika Axelsson, Bergman’s şirketlerinin ortaklarından ve aynı zamanda akademide ekolojik tasarım üzerine ders veren Marcus Bergman, Centre for Sustainable Fashion, London College of Fashion’dan Nina Baldwin, Türkiye’de organik kumaş üretimi yapan Ants firmasından Rengin Akyüz ile Institute for Marketology’den organik ve ekolojik tasarımların sertifika alma süreçlerinden bahsedecek olan Hüseyin Taş katılacak.


“Eco Chic” sergisi kapsamında 13 ve 14 Ekim tarihlerinde iki workshop yapılması daplanlanıyor. Biri Türk biri İsveçli iki tasarımcı tarafından düzenlenecek olan workshoplarda ise tasarımcılar organik veya kullanılmış kumaşlardan basit tasarımlar yapmayı gösterecekler.



Gelip Geçiciliği ile Bilinen Moda, Sürdürülebilirliği Tartışıyor




Enerjide, turizmde, eğitimde, çevrede, ticarette, uzun sözün kısası her türlü konunun başına getirilen ve şu sıralarda telafuzu pek bir "moda" olan bir sözcük var: Sürdürülebilirlik. Hal böyleyken, artık "endüstrileşmiş" bir olgu olan modanın bu konuya ilgisiz kalması olası değildi.


Modada sürdürülebilirlik kavramı, özellikle biz şehirlilerin aradığı doğallık/organiklik ile sınırlı değil. Sürdürülebilir moda, ucuz olduğu gerekçesiyle ihtiyaç dışı giysi alışverişi yapmamak, düşük ücretle işçi çalıştıran konfeksiyonlarla işbirliği yapan markaları tercih etmemek, çevreye zarar veren hammaddelerle üretilmiş giysileri kullanmayı reddetmek ve daha da güzeli, yaratıcılığı sınırlayan tek tip giysilerden uzak durmak gibi olguları kapsıyor.

Sürdürülebilir moda deyince akla gelen bir başka konu ise, modüler tasarımların kişiye ve bedene özel kıyafetler yaratmaya imkan sağlaması. Kilo alıp 40 bedenden 42'ye mi yükseldiniz, hop takıyorsunuz bir parça ve kullanıyorsunuz. Böylece bu giysi gardırobunuzun en güzide parçası ise, gözden çıkarmanıza ve ağlayarak bir köşeye atmanıza da lüzum kalmıyor. Yine çift taraflı giyilebilen giysiler, beden snırı olmadığından birden fazla kişi tarafından paylaşılabilen giysiler -ki anne kızlar arasındaki malum gardırop savaşlarına son verebilecek bir çözüm-, gündelik bir giysiyken ufak tefek dokunuşlarla gece giyilebilen parçalar... Sürekli "zayıf olun, zayıf olun, zayıf olun" mesajını alttan alttan beyne işleyen "beden ırkçılarına" karşı da geliştirilen hoş bir akım, dahası sevilesi bir felsefe. Üstelik gereksiz tüketimi de önlüyor.

Foto: People Tree

Modanın sürdürülebilirliği mevzusu aslında görünenden çok daha derin. Konu üzerinde bir araştırma yaptığınızda sentetik yerine pamuklu giysiler tercih etmenin çok da "ekoloji-dostu" bir yanı olmadığını görüyorsunuz. Zira pamuk üretiminde kullanılan zirai ilaçlar, toplandıktan sonra kullanılan ağartıcı ürünler ya da konfeksiyon aşamasında kullanılan boyalar sağlıklı gibi görünen bir giysiyi canavarlaştırıyor. Bu nedenle ekolojik dengenin korunması ile yüzeysel değil, derinlemesine ilgileniyorsanız -ki tüm muhalif tercihlerin beraberinde "anlaşılamama" sorununu getireceğini bilirsiniz- giysinin hammaddesinden satın aldığınız tezgahtarın günde kaç saat çalıştığına kadar her aşamasına kafayı takmalısınız. Geçmiş olsun şimdiden, hiç kolay bir iş değil.


Foto:Tanesi 200 Pound'dan başlayan fiyatlarla satılan bu çantalar, gösteriş icabı çevrecilik deyince akla ilk gelen ürünlerden.


Her ne alanda olursa olsun, bir bireyin ya da kuruluşun gerçekten "ekolojik" ya da "adil" olup olmadığını yaşam tarzı açıkça gösteriyor. PR ve reklam bir yere kadar günü kurtarıyor, günümüzde hata kapatıcı makyajların bir dokunuşla yıkılması an meselesi. Zira, sorgulayan şehirli insan yediği yemekte GDO'lu malzeme olup olmadığından tutun da giysisinin üretildiği hammaddeye kadar herşeye tabir-i caizse "takıyor" ve gerçekle "yaldız" olanı fevkalade güzel bir biçimde ayrıştırmayı biliyor.


Özetle, gelip geçiciliği ve anlık/dönemlik oluşu ile popüler kültürün değişmezlerinden olan moda dünyası, ekolojik denge, adil üretim ve ticaret ve gereksiz tüketimin önlenmesi konuları üzerinden sürdürülebilirliği tartışmaya devam ediyor.

Doğa Dostu Markalar


Edun ve People Tree adını bir çırpıda sayabileceğimiz doğa dostu markalar. Geçtiğimiz yıl İstanbul'da sürdürülebilir moda temalı bir serginin küratörlüğünü yapan tasarımcı Kate Fletcher ise bu konuda örnek alınabilecek bir diğer isim. Organik kumaşlardan ürün tasarlayan Avustralyalı Bird Textiles bir başka örnek. Türkiye'de ise, BOA Studio %100 organik pamuklu ürünler tasarlıyor. Yaptığım ufak bir araştırmada, doğa dostu ürünler tasarlayan diğer Türk firmaların ise Yeşim Tekstil ve Morera İç Giyim olduğunu gördüm. Bir kaç jean markası da verilmişti ancak kot taşlama işçilerinin çalışma koşulları nedeniyle yaşadıkları sağlık sorunları içimde büyük bir kuşku uyandırdığından adlarını telafuz etmeyeceğim.


İstanbul'da Eko Şıklık


1-21 Ekim tarihleri, sürdürülebilir moda konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin ajandalarına yazmalarını önerdiğimiz bir tarih. Çünkü söz konusu tarihlerde İstanbul Moda Akademisi (İMA), İsveç Enstitüsü ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu işbirliği ile yürütülen gezici sergi “Eco Chic”e (Eko Şıklık - Sürdürülebilir İsveç Modasına Doğru), 1-21 Ekim 2009 tarihleri arasında ev sahipliği yapacak. 14 İsveçli modacının 16 tasarımının yer aldığı sergi İMA’da moda ve tasarım sektörünü buluşturacak.


Filippa K, Julian Red, Dem Collective gibi İsveçli moda tasarımcılarının ekolojik yaklaşımlarını bir araya getiren “Eco Chic” sergisikapsamında bir seminer ve iki workshop gerçekleştirilecek. 2 Ekim günü gerçekleştirilecek olan “Ekolojik Yaşam ve Moda” temalı seminere İsveç Enstitüsü’nden “Eco Chic” sergisinin proje müdürü Anna Maria Bernitz, Dem Collective’in ortaklarından ve ekolojik moda üzerine konuşacak Annika Axelsson, Bergman’s şirketlerinin ortaklarından ve aynı zamanda akademide ekolojik tasarım üzerine ders veren Marcus Bergman, Centre for Sustainable Fashion, London College of Fashion’dan Nina Baldwin, Türkiye’de organik kumaş üretimi yapan Ants firmasından Rengin Akyüz ile Institute for Marketology’den organik ve ekolojik tasarımların sertifika alma süreçlerinden bahsedecek olan Hüseyin Taş katılacak.


“Eco Chic” sergisi kapsamında 13 ve 14 Ekim tarihlerinde iki workshop yapılması daplanlanıyor. Biri Türk biri İsveçli iki tasarımcı tarafından düzenlenecek olan workshoplarda ise tasarımcılar organik veya kullanılmış kumaşlardan basit tasarımlar yapmayı gösterecekler.



Gelip Geçiciliği ile Bilinen Moda, Sürdürülebilirliği Tartışıyor




Enerjide, turizmde, eğitimde, çevrede, ticarette, uzun sözün kısası her türlü konunun başına getirilen ve şu sıralarda telafuzu pek bir "moda" olan bir sözcük var: Sürdürülebilirlik. Hal böyleyken, artık "endüstrileşmiş" bir olgu olan modanın bu konuya ilgisiz kalması olası değildi.


Modada sürdürülebilirlik kavramı, özellikle biz şehirlilerin aradığı doğallık/organiklik ile sınırlı değil. Sürdürülebilir moda, ucuz olduğu gerekçesiyle ihtiyaç dışı giysi alışverişi yapmamak, düşük ücretle işçi çalıştıran konfeksiyonlarla işbirliği yapan markaları tercih etmemek, çevreye zarar veren hammaddelerle üretilmiş giysileri kullanmayı reddetmek ve daha da güzeli, yaratıcılığı sınırlayan tek tip giysilerden uzak durmak gibi olguları kapsıyor.

Sürdürülebilir moda deyince akla gelen bir başka konu ise, modüler tasarımların kişiye ve bedene özel kıyafetler yaratmaya imkan sağlaması. Kilo alıp 40 bedenden 42'ye mi yükseldiniz, hop takıyorsunuz bir parça ve kullanıyorsunuz. Böylece bu giysi gardırobunuzun en güzide parçası ise, gözden çıkarmanıza ve ağlayarak bir köşeye atmanıza da lüzum kalmıyor. Yine çift taraflı giyilebilen giysiler, beden snırı olmadığından birden fazla kişi tarafından paylaşılabilen giysiler -ki anne kızlar arasındaki malum gardırop savaşlarına son verebilecek bir çözüm-, gündelik bir giysiyken ufak tefek dokunuşlarla gece giyilebilen parçalar... Sürekli "zayıf olun, zayıf olun, zayıf olun" mesajını alttan alttan beyne işleyen "beden ırkçılarına" karşı da geliştirilen hoş bir akım, dahası sevilesi bir felsefe. Üstelik gereksiz tüketimi de önlüyor.

Foto: People Tree

Modanın sürdürülebilirliği mevzusu aslında görünenden çok daha derin. Konu üzerinde bir araştırma yaptığınızda sentetik yerine pamuklu giysiler tercih etmenin çok da "ekoloji-dostu" bir yanı olmadığını görüyorsunuz. Zira pamuk üretiminde kullanılan zirai ilaçlar, toplandıktan sonra kullanılan ağartıcı ürünler ya da konfeksiyon aşamasında kullanılan boyalar sağlıklı gibi görünen bir giysiyi canavarlaştırıyor. Bu nedenle ekolojik dengenin korunması ile yüzeysel değil, derinlemesine ilgileniyorsanız -ki tüm muhalif tercihlerin beraberinde "anlaşılamama" sorununu getireceğini bilirsiniz- giysinin hammaddesinden satın aldığınız tezgahtarın günde kaç saat çalıştığına kadar her aşamasına kafayı takmalısınız. Geçmiş olsun şimdiden, hiç kolay bir iş değil.


Foto:Tanesi 200 Pound'dan başlayan fiyatlarla satılan bu çantalar, gösteriş icabı çevrecilik deyince akla ilk gelen ürünlerden.


Her ne alanda olursa olsun, bir bireyin ya da kuruluşun gerçekten "ekolojik" ya da "adil" olup olmadığını yaşam tarzı açıkça gösteriyor. PR ve reklam bir yere kadar günü kurtarıyor, günümüzde hata kapatıcı makyajların bir dokunuşla yıkılması an meselesi. Zira, sorgulayan şehirli insan yediği yemekte GDO'lu malzeme olup olmadığından tutun da giysisinin üretildiği hammaddeye kadar herşeye tabir-i caizse "takıyor" ve gerçekle "yaldız" olanı fevkalade güzel bir biçimde ayrıştırmayı biliyor.


Özetle, gelip geçiciliği ve anlık/dönemlik oluşu ile popüler kültürün değişmezlerinden olan moda dünyası, ekolojik denge, adil üretim ve ticaret ve gereksiz tüketimin önlenmesi konuları üzerinden sürdürülebilirliği tartışmaya devam ediyor.

Doğa Dostu Markalar


Edun ve People Tree adını bir çırpıda sayabileceğimiz doğa dostu markalar. Geçtiğimiz yıl İstanbul'da sürdürülebilir moda temalı bir serginin küratörlüğünü yapan tasarımcı Kate Fletcher ise bu konuda örnek alınabilecek bir diğer isim. Organik kumaşlardan ürün tasarlayan Avustralyalı Bird Textiles bir başka örnek. Türkiye'de ise, BOA Studio %100 organik pamuklu ürünler tasarlıyor. Yaptığım ufak bir araştırmada, doğa dostu ürünler tasarlayan diğer Türk firmaların ise Yeşim Tekstil ve Morera İç Giyim olduğunu gördüm. Bir kaç jean markası da verilmişti ancak kot taşlama işçilerinin çalışma koşulları nedeniyle yaşadıkları sağlık sorunları içimde büyük bir kuşku uyandırdığından adlarını telafuz etmeyeceğim.


İstanbul'da Eko Şıklık


1-21 Ekim tarihleri, sürdürülebilir moda konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin ajandalarına yazmalarını önerdiğimiz bir tarih. Çünkü söz konusu tarihlerde İstanbul Moda Akademisi (İMA), İsveç Enstitüsü ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu işbirliği ile yürütülen gezici sergi “Eco Chic”e (Eko Şıklık - Sürdürülebilir İsveç Modasına Doğru), 1-21 Ekim 2009 tarihleri arasında ev sahipliği yapacak. 14 İsveçli modacının 16 tasarımının yer aldığı sergi İMA’da moda ve tasarım sektörünü buluşturacak.


Filippa K, Julian Red, Dem Collective gibi İsveçli moda tasarımcılarının ekolojik yaklaşımlarını bir araya getiren “Eco Chic” sergisikapsamında bir seminer ve iki workshop gerçekleştirilecek. 2 Ekim günü gerçekleştirilecek olan “Ekolojik Yaşam ve Moda” temalı seminere İsveç Enstitüsü’nden “Eco Chic” sergisinin proje müdürü Anna Maria Bernitz, Dem Collective’in ortaklarından ve ekolojik moda üzerine konuşacak Annika Axelsson, Bergman’s şirketlerinin ortaklarından ve aynı zamanda akademide ekolojik tasarım üzerine ders veren Marcus Bergman, Centre for Sustainable Fashion, London College of Fashion’dan Nina Baldwin, Türkiye’de organik kumaş üretimi yapan Ants firmasından Rengin Akyüz ile Institute for Marketology’den organik ve ekolojik tasarımların sertifika alma süreçlerinden bahsedecek olan Hüseyin Taş katılacak.


“Eco Chic” sergisi kapsamında 13 ve 14 Ekim tarihlerinde iki workshop yapılması daplanlanıyor. Biri Türk biri İsveçli iki tasarımcı tarafından düzenlenecek olan workshoplarda ise tasarımcılar organik veya kullanılmış kumaşlardan basit tasarımlar yapmayı gösterecekler.



Babylon "Kışlığa" Döndü


Yazın bitmesi iyi oldu. Zira İstanbul'da yaz nedeniyle oluşan konsersizlik durumu içimizi kıymış, bizi suratsız, her bir şey gözüne batan tipler haline getirmişti. Hatta ben, adımın yanına Squidward'ü ekletmeyi ciddi ciddi düşünür olmuştum.


Sokakta kaç kişi aynı şekil gladyatör sandalet giyiyor diye sayı saymaktan tutun da, içinde bulunduğumuz müzikal boşluktan dolayı tırnaklarımızı kemirmeye kadar her türlü depresyon belirtilerinin vuku bulduğu yaz ayları nihayet sona erdi. Gece kulüpleri, barlar ve pavyonlar birer birer tavanlarındaki örümcek ağlarını temizledi. Yaz boyunca açık olan ve nenemizden kalma müziklerle 10 şişe bira satabilir miyiz acaba? mantığındaki kulüpler silkinip kendine geldi. Uzun lafın kısası, eylül biter, ekim başlarlen İstanbul müziğine tekrar kavuştu.



İstanbul'un en göz bebeği Babylon ise, dün akşam gerçekleştirdiği açılış partisi ile "kışlık evi" ne geri döndü. Ekim ayı yine birbirinden güzel etkinliklere ev sahipliği yapacak olan Babylon'da bu akşam Baba Zula sahne alacak. 1-2 Ekim tarihlerinde de Jazzanova İstanbul ile vuslatını gerçekleştirecek. Berlin kökenli altı DJ'in oluşturduğu topluluk, nu-jazz, chillout, latin-jazz ve jazz-house'u harmanlayarak müzikseverlere farklı bir müzikal deneyim yaşatacak. Babylon, bu haftayı 3 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirecek Bora Uzer konseri ile noktalayacak.



Yaşasın "Kış"


Babylon


http://www.myspace.com/jazzanovask


http://www.myspace.com/borauzer



Babylon "Kışlığa" Döndü


Yazın bitmesi iyi oldu. Zira İstanbul'da yaz nedeniyle oluşan konsersizlik durumu içimizi kıymış, bizi suratsız, her bir şey gözüne batan tipler haline getirmişti. Hatta ben, adımın yanına Squidward'ü ekletmeyi ciddi ciddi düşünür olmuştum.


Sokakta kaç kişi aynı şekil gladyatör sandalet giyiyor diye sayı saymaktan tutun da, içinde bulunduğumuz müzikal boşluktan dolayı tırnaklarımızı kemirmeye kadar her türlü depresyon belirtilerinin vuku bulduğu yaz ayları nihayet sona erdi. Gece kulüpleri, barlar ve pavyonlar birer birer tavanlarındaki örümcek ağlarını temizledi. Yaz boyunca açık olan ve nenemizden kalma müziklerle 10 şişe bira satabilir miyiz acaba? mantığındaki kulüpler silkinip kendine geldi. Uzun lafın kısası, eylül biter, ekim başlarlen İstanbul müziğine tekrar kavuştu.



İstanbul'un en göz bebeği Babylon ise, dün akşam gerçekleştirdiği açılış partisi ile "kışlık evi" ne geri döndü. Ekim ayı yine birbirinden güzel etkinliklere ev sahipliği yapacak olan Babylon'da bu akşam Baba Zula sahne alacak. 1-2 Ekim tarihlerinde de Jazzanova İstanbul ile vuslatını gerçekleştirecek. Berlin kökenli altı DJ'in oluşturduğu topluluk, nu-jazz, chillout, latin-jazz ve jazz-house'u harmanlayarak müzikseverlere farklı bir müzikal deneyim yaşatacak. Babylon, bu haftayı 3 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirecek Bora Uzer konseri ile noktalayacak.



Yaşasın "Kış"


Babylon


http://www.myspace.com/jazzanovask


http://www.myspace.com/borauzer



Babylon "Kışlığa" Döndü


Yazın bitmesi iyi oldu. Zira İstanbul'da yaz nedeniyle oluşan konsersizlik durumu içimizi kıymış, bizi suratsız, her bir şey gözüne batan tipler haline getirmişti. Hatta ben, adımın yanına Squidward'ü ekletmeyi ciddi ciddi düşünür olmuştum.


Sokakta kaç kişi aynı şekil gladyatör sandalet giyiyor diye sayı saymaktan tutun da, içinde bulunduğumuz müzikal boşluktan dolayı tırnaklarımızı kemirmeye kadar her türlü depresyon belirtilerinin vuku bulduğu yaz ayları nihayet sona erdi. Gece kulüpleri, barlar ve pavyonlar birer birer tavanlarındaki örümcek ağlarını temizledi. Yaz boyunca açık olan ve nenemizden kalma müziklerle 10 şişe bira satabilir miyiz acaba? mantığındaki kulüpler silkinip kendine geldi. Uzun lafın kısası, eylül biter, ekim başlarlen İstanbul müziğine tekrar kavuştu.



İstanbul'un en göz bebeği Babylon ise, dün akşam gerçekleştirdiği açılış partisi ile "kışlık evi" ne geri döndü. Ekim ayı yine birbirinden güzel etkinliklere ev sahipliği yapacak olan Babylon'da bu akşam Baba Zula sahne alacak. 1-2 Ekim tarihlerinde de Jazzanova İstanbul ile vuslatını gerçekleştirecek. Berlin kökenli altı DJ'in oluşturduğu topluluk, nu-jazz, chillout, latin-jazz ve jazz-house'u harmanlayarak müzikseverlere farklı bir müzikal deneyim yaşatacak. Babylon, bu haftayı 3 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirecek Bora Uzer konseri ile noktalayacak.



Yaşasın "Kış"


Babylon


http://www.myspace.com/jazzanovask


http://www.myspace.com/borauzer



24 Eylül 2009 Perşembe

Şiirsel Sözlü Melodik Pop Güzellemesi: Soaked


Üç gündür benim müzikçalarda "Buried Inside" adında bir parça dönüp duruyor. Söz konusu şarkı, Soaked adlı ve kendi tanımlarıyla şiirsel sözlerle romantik ve melodik müziği kaynaştıran Synth Pop grubuna ait.

Soaked, vokalde Balamir Nazlıca, klavyede Deniz Kunay, geri vokalde Berrak Papuçcuoğlu, gitarda Emrah Akar, basta Yiğit Özkul ve davulda Hakan Ertaşoğlu'dan iskeletlenen sevilesi bir müzika grubu. Myspace adreslerinde öykülerini anlatırken beş üyelerinin her birinin farklı müzik geçmişleri olduğundan, her bir grup üyesinin kendi umutları ve farklı müzik türlerine merakları olduğundan söz ediyor ve bunun da Soaked'ı bir arada tutan hamur olduğunu belirtiyorlar.

80'li yılların Synthesizer esintili melodik pop güzellemeleri ile aranız iyi ise, Soaked'ı keşfetmenizde fayda var. Üstelik canlı performans için çok da beklemenize lüzum yok. Soaked bugün (25 Eylül) Dogzstar'da sahne alacak. Etkinliğin başlama saati 00:00.


MÜ-YAP'a sevgilerle...

http://www.myspace.com/soaked2009

Dogzstar

Şiirsel Sözlü Melodik Pop Güzellemesi: Soaked


Üç gündür benim müzikçalarda "Buried Inside" adında bir parça dönüp duruyor. Söz konusu şarkı, Soaked adlı ve kendi tanımlarıyla şiirsel sözlerle romantik ve melodik müziği kaynaştıran Synth Pop grubuna ait.

Soaked, vokalde Balamir Nazlıca, klavyede Deniz Kunay, geri vokalde Berrak Papuçcuoğlu, gitarda Emrah Akar, basta Yiğit Özkul ve davulda Hakan Ertaşoğlu'dan iskeletlenen sevilesi bir müzika grubu. Myspace adreslerinde öykülerini anlatırken beş üyelerinin her birinin farklı müzik geçmişleri olduğundan, her bir grup üyesinin kendi umutları ve farklı müzik türlerine merakları olduğundan söz ediyor ve bunun da Soaked'ı bir arada tutan hamur olduğunu belirtiyorlar.

80'li yılların Synthesizer esintili melodik pop güzellemeleri ile aranız iyi ise, Soaked'ı keşfetmenizde fayda var. Üstelik canlı performans için çok da beklemenize lüzum yok. Soaked bugün (25 Eylül) Dogzstar'da sahne alacak. Etkinliğin başlama saati 00:00.


MÜ-YAP'a sevgilerle...

http://www.myspace.com/soaked2009

Dogzstar

Şiirsel Sözlü Melodik Pop Güzellemesi: Soaked


Üç gündür benim müzikçalarda "Buried Inside" adında bir parça dönüp duruyor. Söz konusu şarkı, Soaked adlı ve kendi tanımlarıyla şiirsel sözlerle romantik ve melodik müziği kaynaştıran Synth Pop grubuna ait.

Soaked, vokalde Balamir Nazlıca, klavyede Deniz Kunay, geri vokalde Berrak Papuçcuoğlu, gitarda Emrah Akar, basta Yiğit Özkul ve davulda Hakan Ertaşoğlu'dan iskeletlenen sevilesi bir müzika grubu. Myspace adreslerinde öykülerini anlatırken beş üyelerinin her birinin farklı müzik geçmişleri olduğundan, her bir grup üyesinin kendi umutları ve farklı müzik türlerine merakları olduğundan söz ediyor ve bunun da Soaked'ı bir arada tutan hamur olduğunu belirtiyorlar.

80'li yılların Synthesizer esintili melodik pop güzellemeleri ile aranız iyi ise, Soaked'ı keşfetmenizde fayda var. Üstelik canlı performans için çok da beklemenize lüzum yok. Soaked bugün (25 Eylül) Dogzstar'da sahne alacak. Etkinliğin başlama saati 00:00.


MÜ-YAP'a sevgilerle...

http://www.myspace.com/soaked2009

Dogzstar

U2: Git, Git, Git, Gitme Dur Ne Olursun


Bugün öğle saatlerinde ajanslara ulaşan bir haber, insan hakları ihlalleri nedeniyle yıllardır Türkiye'ye gelmeyi reddeden U2'nun 6 Eylül 2010 tarihinde İstanbul Olimpiyat Stadı'nda konser vereceğini cıvıldıyordu. Sabah Hürriyet Gazetesi'nde Egemen Bağış'ın Bono'yu bir kenara çekip "Bak Bono'cum, eğer İstanbul'da konsere gelirsen, söz sana Büyük Boğaziçi Pavyonu'nu, aman Köprüsü'nü sana tahsis ederim" dediği, buna karşılık Bono'nun da "Aklıma İstanbul deyinde crossroads/kıtaların buluşma noktası geliyor, çünkü ben sıkıcı bir insanım. İstanbul deyince bile aklıma klişeden başka bir şey gelmiyor. İnsan haklarını da savunuyorum ama işte sosyal sorumluluk olsun diye. Eğer Boğaz'ı kapatırsanız seneye söz, İstanbul'dayım" minvalli sözler ettiği haberi yer almaktaydı.Tabi daha diplömatik bir dille konuşulmuş, haberlerde de bu dile uygun yazılmış olabilir. Bence kesin bu şekilde konuştular ya, neyse.

Bono deyince benim aklıma yıllar önce kızının bir yerlere verdiği demeç geliyor. Bu Bono, hani çılgın rockstar ya, kızını okula bırakırmış ama üzerinde pembe bornozuyla. Üstelik iç çamaşırı da giymeden. Düşünsenize, lisedesiniz, babanız pembe bornozu dışında takım taklavat açık bir şekilde beslenme çantanızı uzatıyor. 80 yaşına kadar psikiyatriste gitseniz yine de geçmez bıraktığı iz. (şimdi link vereceğim, bir türlü kaynağını bulamadım. hani ne denli dürüst bir tip olduğumu bilmeyen binlerce kişi de uyduruyorum sanacak.)



O gün bugündür Bono fakirlerdi, insanlardı, çoluk çomalak haklarıydı dedikçe kızını düşünürüm. Kızının yerinde olsam, "baba" derdim, "önce benim karizmayı yerle bir etmeseydin yahu."



U2 iyi bir rock grubu mu? Ona edecek lafımız pek tabi yok. Geçenlerde Radikal'den Muhsin Akgün yazdı Londra konserlerini ballandıra ballandıra. Ağzımızın suyu akmadı mı, aktı. Bir gelseler de, ölmeden görsek dedik mi dedik. Gün seneye 6 eylül 2010'muş meğer. Olay resmi ağızlardan (İKSV ve Pozitif) aynı anda onaylanınca şüphe kalmadı.


Tabi haberin ulaşmasıyla U2 karşıt gösteriler de başladı. Biz demokratik bir platform olduğumuzdan bunları da yazmaktan imtina etmiyoruz. Bu karşıt grup, çeşitli mecralarda toplaşıp "hani insan hakkıydı tüm gelmeme bahanen, Türkiye'de bu sorun çözüldü de mi geliyorsun yalancı Bono?" demekteler. Kendilerine Facebook denen yerde üs kuran grup şimdiden pek çok yandaş kazanmış durumda. Hani ben de hak vermiyor değilim kendilerine ama asıl olay Bono'nun kızına ettikleridir, gerisi yalan.




Ne olursa olsun, Where the streets have no name'i çalarlarsa Olimpiyat Stadı'na gitmeyi belki göze alabilirim. Kim olursa olsun, yeni çıkan albümler için yapılan her turneye allerjim var. Biri setlist'i çalabilir mi?



U2: Git, Git, Git, Gitme Dur Ne Olursun


Bugün öğle saatlerinde ajanslara ulaşan bir haber, insan hakları ihlalleri nedeniyle yıllardır Türkiye'ye gelmeyi reddeden U2'nun 6 Eylül 2010 tarihinde İstanbul Olimpiyat Stadı'nda konser vereceğini cıvıldıyordu. Sabah Hürriyet Gazetesi'nde Egemen Bağış'ın Bono'yu bir kenara çekip "Bak Bono'cum, eğer İstanbul'da konsere gelirsen, söz sana Büyük Boğaziçi Pavyonu'nu, aman Köprüsü'nü sana tahsis ederim" dediği, buna karşılık Bono'nun da "Aklıma İstanbul deyinde crossroads/kıtaların buluşma noktası geliyor, çünkü ben sıkıcı bir insanım. İstanbul deyince bile aklıma klişeden başka bir şey gelmiyor. İnsan haklarını da savunuyorum ama işte sosyal sorumluluk olsun diye. Eğer Boğaz'ı kapatırsanız seneye söz, İstanbul'dayım" minvalli sözler ettiği haberi yer almaktaydı.Tabi daha diplömatik bir dille konuşulmuş, haberlerde de bu dile uygun yazılmış olabilir. Bence kesin bu şekilde konuştular ya, neyse.

Bono deyince benim aklıma yıllar önce kızının bir yerlere verdiği demeç geliyor. Bu Bono, hani çılgın rockstar ya, kızını okula bırakırmış ama üzerinde pembe bornozuyla. Üstelik iç çamaşırı da giymeden. Düşünsenize, lisedesiniz, babanız pembe bornozu dışında takım taklavat açık bir şekilde beslenme çantanızı uzatıyor. 80 yaşına kadar psikiyatriste gitseniz yine de geçmez bıraktığı iz. (şimdi link vereceğim, bir türlü kaynağını bulamadım. hani ne denli dürüst bir tip olduğumu bilmeyen binlerce kişi de uyduruyorum sanacak.)



O gün bugündür Bono fakirlerdi, insanlardı, çoluk çomalak haklarıydı dedikçe kızını düşünürüm. Kızının yerinde olsam, "baba" derdim, "önce benim karizmayı yerle bir etmeseydin yahu."



U2 iyi bir rock grubu mu? Ona edecek lafımız pek tabi yok. Geçenlerde Radikal'den Muhsin Akgün yazdı Londra konserlerini ballandıra ballandıra. Ağzımızın suyu akmadı mı, aktı. Bir gelseler de, ölmeden görsek dedik mi dedik. Gün seneye 6 eylül 2010'muş meğer. Olay resmi ağızlardan (İKSV ve Pozitif) aynı anda onaylanınca şüphe kalmadı.


Tabi haberin ulaşmasıyla U2 karşıt gösteriler de başladı. Biz demokratik bir platform olduğumuzdan bunları da yazmaktan imtina etmiyoruz. Bu karşıt grup, çeşitli mecralarda toplaşıp "hani insan hakkıydı tüm gelmeme bahanen, Türkiye'de bu sorun çözüldü de mi geliyorsun yalancı Bono?" demekteler. Kendilerine Facebook denen yerde üs kuran grup şimdiden pek çok yandaş kazanmış durumda. Hani ben de hak vermiyor değilim kendilerine ama asıl olay Bono'nun kızına ettikleridir, gerisi yalan.




Ne olursa olsun, Where the streets have no name'i çalarlarsa Olimpiyat Stadı'na gitmeyi belki göze alabilirim. Kim olursa olsun, yeni çıkan albümler için yapılan her turneye allerjim var. Biri setlist'i çalabilir mi?



U2: Git, Git, Git, Gitme Dur Ne Olursun


Bugün öğle saatlerinde ajanslara ulaşan bir haber, insan hakları ihlalleri nedeniyle yıllardır Türkiye'ye gelmeyi reddeden U2'nun 6 Eylül 2010 tarihinde İstanbul Olimpiyat Stadı'nda konser vereceğini cıvıldıyordu. Sabah Hürriyet Gazetesi'nde Egemen Bağış'ın Bono'yu bir kenara çekip "Bak Bono'cum, eğer İstanbul'da konsere gelirsen, söz sana Büyük Boğaziçi Pavyonu'nu, aman Köprüsü'nü sana tahsis ederim" dediği, buna karşılık Bono'nun da "Aklıma İstanbul deyinde crossroads/kıtaların buluşma noktası geliyor, çünkü ben sıkıcı bir insanım. İstanbul deyince bile aklıma klişeden başka bir şey gelmiyor. İnsan haklarını da savunuyorum ama işte sosyal sorumluluk olsun diye. Eğer Boğaz'ı kapatırsanız seneye söz, İstanbul'dayım" minvalli sözler ettiği haberi yer almaktaydı.Tabi daha diplömatik bir dille konuşulmuş, haberlerde de bu dile uygun yazılmış olabilir. Bence kesin bu şekilde konuştular ya, neyse.

Bono deyince benim aklıma yıllar önce kızının bir yerlere verdiği demeç geliyor. Bu Bono, hani çılgın rockstar ya, kızını okula bırakırmış ama üzerinde pembe bornozuyla. Üstelik iç çamaşırı da giymeden. Düşünsenize, lisedesiniz, babanız pembe bornozu dışında takım taklavat açık bir şekilde beslenme çantanızı uzatıyor. 80 yaşına kadar psikiyatriste gitseniz yine de geçmez bıraktığı iz. (şimdi link vereceğim, bir türlü kaynağını bulamadım. hani ne denli dürüst bir tip olduğumu bilmeyen binlerce kişi de uyduruyorum sanacak.)



O gün bugündür Bono fakirlerdi, insanlardı, çoluk çomalak haklarıydı dedikçe kızını düşünürüm. Kızının yerinde olsam, "baba" derdim, "önce benim karizmayı yerle bir etmeseydin yahu."



U2 iyi bir rock grubu mu? Ona edecek lafımız pek tabi yok. Geçenlerde Radikal'den Muhsin Akgün yazdı Londra konserlerini ballandıra ballandıra. Ağzımızın suyu akmadı mı, aktı. Bir gelseler de, ölmeden görsek dedik mi dedik. Gün seneye 6 eylül 2010'muş meğer. Olay resmi ağızlardan (İKSV ve Pozitif) aynı anda onaylanınca şüphe kalmadı.


Tabi haberin ulaşmasıyla U2 karşıt gösteriler de başladı. Biz demokratik bir platform olduğumuzdan bunları da yazmaktan imtina etmiyoruz. Bu karşıt grup, çeşitli mecralarda toplaşıp "hani insan hakkıydı tüm gelmeme bahanen, Türkiye'de bu sorun çözüldü de mi geliyorsun yalancı Bono?" demekteler. Kendilerine Facebook denen yerde üs kuran grup şimdiden pek çok yandaş kazanmış durumda. Hani ben de hak vermiyor değilim kendilerine ama asıl olay Bono'nun kızına ettikleridir, gerisi yalan.




Ne olursa olsun, Where the streets have no name'i çalarlarsa Olimpiyat Stadı'na gitmeyi belki göze alabilirim. Kim olursa olsun, yeni çıkan albümler için yapılan her turneye allerjim var. Biri setlist'i çalabilir mi?



22 Eylül 2009 Salı

MÜ-YAP'a Gerilla Usulü Protesto: Özgür Müziğe Dokunma!

Image Hosted by ImageShack.us

Last Fm ve Myspace'in telif haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle MÜ-YAP tarafından yapılan şikayet sonucu kapatılması, geçtiğimiz birkaç güne damgasını vuran internet ve ne yazık ki sansür haberlerinden biriydi.


Bu iki sitenin kapatılmasının ardından, bir dağıtım şirketine bağlı olmayan ve bu nedenle dinleyicilerine doğrudan ulaşmayı tercih eden bağımsız müzisyenler ve dinleyiciler karara tepki gösterdi.


Herkesin ortak noktada buluştuğu 2 gerçek vardı ortada: İlki, Türkiye'de bilişim kanunlarının yetersizliği ve bu kanunları uygulayacak olan bilişim mahkemelerinin olmayışı nedeniyle, aklına esenin internet sitesi kapattırabiliyor oluşunun trajikomikliği, ikincisi ise, MÜ-YAP denen ve kendisini müzik yapımcılarının haklarını korumaya adadığını iddia eden STK'nın bağımsız müzisyenlere vurduğu darbe.


Aradan fazla geçmeden MÜ-YAP'tan gelen açıklama ise, durumun komikliğini daha da arttırır nitelikteydi. MÜ-YAP, kapatma başvurusunu Last Fm ve Myspace ile telif hakları anlaşmasının bir türlü sağlanamadığı için dikkat çekmek için yaptığını, çünkü bu iki firmanın da Türkiye'de ofisleri olmasına karşın Türkiye'yi ciddiye almadıklarını belirtiyordu. (bknz.)


Müzikseverler, MÜ-YAP'ın yaptığı bu açıklamayı, daha doğrusu açıklamanın içinde geçen "dikkat çekmek" tabirini samimiyetten ve inandırıcılıktan uzak buldular. Çeşitli sosyal medya araçlarında geçtiğimiz bir kaç gün boyunca bu konu tartışıldı. Sonunda da MÜ-YAP'a gösterilen tepkinin sanallıktan çıkıp, sokağa inmesi kararı alındı.


Müzikseverler şimdi "telif haklarına dikkat çekmek" için kafasına göre site kapattıran MÜYAP'ı boş CD kaplarının içine yukarıdaki görseli yerleştirip postalayarak protesto etmeye hazırlanıyor. Konu hakkında hazırlanan bildiride başlatılan protestonun nedenleri şu şekilde ifade edliyor:


"Dünya değişiyor, ekonomiler değişiyor, para kazanma yöntemleri farklılaşıyor; fakat MÜ-YAP ve benzeri kuruluşlar kendilerine çok para kazandıran, kendilerini çok güçlü hale getiren bir sistemin yıkılıyor olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bunu yaparken “telif hakları”, “sanatçı emeği” gibi kavramları önümüze seriyorlar. Aslına bakılırsa “sanatçı emeği”ni umursadıkları yok, umursadıkları tek şey kendilerini güçlü hale getiren bu düzenin olabildiğince devam etmesini sağlamak ve müzik üzerindeki tekellerini, iktidarlarını kaybetmemek. Artık yaşam sürelerinin sonuna geldiklerinin, müzik endüstrisinin işleyiş tarzının değişmek zorunda olduğunun kendileri de farkında; fakat bu değişimi olabildiğince geciktirmenin, o arada da elde edebilecekleri kadar maddi kazanç elde etmenin peşindeler.

Biz internet vatandaşları olarak bunun bilincindeyiz, bu nedenle MÜ-YAP’ın bu son yasaklama girişimini protesto etmek için bir eylem yaptık. Bu eylem internette şekillendirildi ve internet vatandaşları ile internet tabanlı sosyal ağların kesinlikle hafife alınmaması gerektiğini gösterdi. Çarşamba günü MÜ-YAP’a anonim olarak yüzlerce “protesto CD’si” yolladık, bu haberi duymuşsunuzdur. Bu eylemi müzik endüstrisinin çıkarlarının, toplumun ve müzisyenlerin çıkarlarıyla uyuşmadığını , onların toplumun çıkarlarına aykırı hareket ettiğini göstermek ve bir kamuoyu bilinci oluşturabilmek için yaptık. Lütfen müzik endüstrisinin temsilcilerine inanmayalım, bize yalan söylüyorlar!



Protesto ile ilgili tüm ayrıntılar Friendfeed denen sosyal medyanın günah çukurunda konuşuluyor. (bknz.) Müzikseverlerin merakı ise, MÜ-YAP'ın Frienfeed'i de kapattırıp kapattırmayacağı.


Bendenizin kişisel merakı ise, haklar/özgürlükler husunda ne bildiği/bilmediği kendinden menkul şahsiyetlerin internet üzerindeki sözde horozlanmaları ne zaman bırakacakları? Türkiye'nin adam akıllı bir bilişim hukukuna ne zaman kavuşacağı? Hepsinden daha da önemlisi, dijital ya da gerçek, insanları "tek tipli" kılmaya, sessizleştirmeye ve sindirmeye yönelik her türlü fikri sansürün ne zaman tarihe karışacağı?

MÜ-YAP'a Gerilla Usulü Protesto: Özgür Müziğe Dokunma!

Image Hosted by ImageShack.us

Last Fm ve Myspace'in telif haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle MÜ-YAP tarafından yapılan şikayet sonucu kapatılması, geçtiğimiz birkaç güne damgasını vuran internet ve ne yazık ki sansür haberlerinden biriydi.


Bu iki sitenin kapatılmasının ardından, bir dağıtım şirketine bağlı olmayan ve bu nedenle dinleyicilerine doğrudan ulaşmayı tercih eden bağımsız müzisyenler ve dinleyiciler karara tepki gösterdi.


Herkesin ortak noktada buluştuğu 2 gerçek vardı ortada: İlki, Türkiye'de bilişim kanunlarının yetersizliği ve bu kanunları uygulayacak olan bilişim mahkemelerinin olmayışı nedeniyle, aklına esenin internet sitesi kapattırabiliyor oluşunun trajikomikliği, ikincisi ise, MÜ-YAP denen ve kendisini müzik yapımcılarının haklarını korumaya adadığını iddia eden STK'nın bağımsız müzisyenlere vurduğu darbe.


Aradan fazla geçmeden MÜ-YAP'tan gelen açıklama ise, durumun komikliğini daha da arttırır nitelikteydi. MÜ-YAP, kapatma başvurusunu Last Fm ve Myspace ile telif hakları anlaşmasının bir türlü sağlanamadığı için dikkat çekmek için yaptığını, çünkü bu iki firmanın da Türkiye'de ofisleri olmasına karşın Türkiye'yi ciddiye almadıklarını belirtiyordu. (bknz.)


Müzikseverler, MÜ-YAP'ın yaptığı bu açıklamayı, daha doğrusu açıklamanın içinde geçen "dikkat çekmek" tabirini samimiyetten ve inandırıcılıktan uzak buldular. Çeşitli sosyal medya araçlarında geçtiğimiz bir kaç gün boyunca bu konu tartışıldı. Sonunda da MÜ-YAP'a gösterilen tepkinin sanallıktan çıkıp, sokağa inmesi kararı alındı.


Müzikseverler şimdi "telif haklarına dikkat çekmek" için kafasına göre site kapattıran MÜYAP'ı boş CD kaplarının içine yukarıdaki görseli yerleştirip postalayarak protesto etmeye hazırlanıyor. Konu hakkında hazırlanan bildiride başlatılan protestonun nedenleri şu şekilde ifade edliyor:


"Dünya değişiyor, ekonomiler değişiyor, para kazanma yöntemleri farklılaşıyor; fakat MÜ-YAP ve benzeri kuruluşlar kendilerine çok para kazandıran, kendilerini çok güçlü hale getiren bir sistemin yıkılıyor olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bunu yaparken “telif hakları”, “sanatçı emeği” gibi kavramları önümüze seriyorlar. Aslına bakılırsa “sanatçı emeği”ni umursadıkları yok, umursadıkları tek şey kendilerini güçlü hale getiren bu düzenin olabildiğince devam etmesini sağlamak ve müzik üzerindeki tekellerini, iktidarlarını kaybetmemek. Artık yaşam sürelerinin sonuna geldiklerinin, müzik endüstrisinin işleyiş tarzının değişmek zorunda olduğunun kendileri de farkında; fakat bu değişimi olabildiğince geciktirmenin, o arada da elde edebilecekleri kadar maddi kazanç elde etmenin peşindeler.

Biz internet vatandaşları olarak bunun bilincindeyiz, bu nedenle MÜ-YAP’ın bu son yasaklama girişimini protesto etmek için bir eylem yaptık. Bu eylem internette şekillendirildi ve internet vatandaşları ile internet tabanlı sosyal ağların kesinlikle hafife alınmaması gerektiğini gösterdi. Çarşamba günü MÜ-YAP’a anonim olarak yüzlerce “protesto CD’si” yolladık, bu haberi duymuşsunuzdur. Bu eylemi müzik endüstrisinin çıkarlarının, toplumun ve müzisyenlerin çıkarlarıyla uyuşmadığını , onların toplumun çıkarlarına aykırı hareket ettiğini göstermek ve bir kamuoyu bilinci oluşturabilmek için yaptık. Lütfen müzik endüstrisinin temsilcilerine inanmayalım, bize yalan söylüyorlar!



Protesto ile ilgili tüm ayrıntılar Friendfeed denen sosyal medyanın günah çukurunda konuşuluyor. (bknz.) Müzikseverlerin merakı ise, MÜ-YAP'ın Frienfeed'i de kapattırıp kapattırmayacağı.


Bendenizin kişisel merakı ise, haklar/özgürlükler husunda ne bildiği/bilmediği kendinden menkul şahsiyetlerin internet üzerindeki sözde horozlanmaları ne zaman bırakacakları? Türkiye'nin adam akıllı bir bilişim hukukuna ne zaman kavuşacağı? Hepsinden daha da önemlisi, dijital ya da gerçek, insanları "tek tipli" kılmaya, sessizleştirmeye ve sindirmeye yönelik her türlü fikri sansürün ne zaman tarihe karışacağı?

MÜ-YAP'a Gerilla Usulü Protesto: Özgür Müziğe Dokunma!

Image Hosted by ImageShack.us

Last Fm ve Myspace'in telif haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle MÜ-YAP tarafından yapılan şikayet sonucu kapatılması, geçtiğimiz birkaç güne damgasını vuran internet ve ne yazık ki sansür haberlerinden biriydi.


Bu iki sitenin kapatılmasının ardından, bir dağıtım şirketine bağlı olmayan ve bu nedenle dinleyicilerine doğrudan ulaşmayı tercih eden bağımsız müzisyenler ve dinleyiciler karara tepki gösterdi.


Herkesin ortak noktada buluştuğu 2 gerçek vardı ortada: İlki, Türkiye'de bilişim kanunlarının yetersizliği ve bu kanunları uygulayacak olan bilişim mahkemelerinin olmayışı nedeniyle, aklına esenin internet sitesi kapattırabiliyor oluşunun trajikomikliği, ikincisi ise, MÜ-YAP denen ve kendisini müzik yapımcılarının haklarını korumaya adadığını iddia eden STK'nın bağımsız müzisyenlere vurduğu darbe.


Aradan fazla geçmeden MÜ-YAP'tan gelen açıklama ise, durumun komikliğini daha da arttırır nitelikteydi. MÜ-YAP, kapatma başvurusunu Last Fm ve Myspace ile telif hakları anlaşmasının bir türlü sağlanamadığı için dikkat çekmek için yaptığını, çünkü bu iki firmanın da Türkiye'de ofisleri olmasına karşın Türkiye'yi ciddiye almadıklarını belirtiyordu. (bknz.)


Müzikseverler, MÜ-YAP'ın yaptığı bu açıklamayı, daha doğrusu açıklamanın içinde geçen "dikkat çekmek" tabirini samimiyetten ve inandırıcılıktan uzak buldular. Çeşitli sosyal medya araçlarında geçtiğimiz bir kaç gün boyunca bu konu tartışıldı. Sonunda da MÜ-YAP'a gösterilen tepkinin sanallıktan çıkıp, sokağa inmesi kararı alındı.


Müzikseverler şimdi "telif haklarına dikkat çekmek" için kafasına göre site kapattıran MÜYAP'ı boş CD kaplarının içine yukarıdaki görseli yerleştirip postalayarak protesto etmeye hazırlanıyor. Konu hakkında hazırlanan bildiride başlatılan protestonun nedenleri şu şekilde ifade edliyor:


"Dünya değişiyor, ekonomiler değişiyor, para kazanma yöntemleri farklılaşıyor; fakat MÜ-YAP ve benzeri kuruluşlar kendilerine çok para kazandıran, kendilerini çok güçlü hale getiren bir sistemin yıkılıyor olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bunu yaparken “telif hakları”, “sanatçı emeği” gibi kavramları önümüze seriyorlar. Aslına bakılırsa “sanatçı emeği”ni umursadıkları yok, umursadıkları tek şey kendilerini güçlü hale getiren bu düzenin olabildiğince devam etmesini sağlamak ve müzik üzerindeki tekellerini, iktidarlarını kaybetmemek. Artık yaşam sürelerinin sonuna geldiklerinin, müzik endüstrisinin işleyiş tarzının değişmek zorunda olduğunun kendileri de farkında; fakat bu değişimi olabildiğince geciktirmenin, o arada da elde edebilecekleri kadar maddi kazanç elde etmenin peşindeler.

Biz internet vatandaşları olarak bunun bilincindeyiz, bu nedenle MÜ-YAP’ın bu son yasaklama girişimini protesto etmek için bir eylem yaptık. Bu eylem internette şekillendirildi ve internet vatandaşları ile internet tabanlı sosyal ağların kesinlikle hafife alınmaması gerektiğini gösterdi. Çarşamba günü MÜ-YAP’a anonim olarak yüzlerce “protesto CD’si” yolladık, bu haberi duymuşsunuzdur. Bu eylemi müzik endüstrisinin çıkarlarının, toplumun ve müzisyenlerin çıkarlarıyla uyuşmadığını , onların toplumun çıkarlarına aykırı hareket ettiğini göstermek ve bir kamuoyu bilinci oluşturabilmek için yaptık. Lütfen müzik endüstrisinin temsilcilerine inanmayalım, bize yalan söylüyorlar!



Protesto ile ilgili tüm ayrıntılar Friendfeed denen sosyal medyanın günah çukurunda konuşuluyor. (bknz.) Müzikseverlerin merakı ise, MÜ-YAP'ın Frienfeed'i de kapattırıp kapattırmayacağı.


Bendenizin kişisel merakı ise, haklar/özgürlükler husunda ne bildiği/bilmediği kendinden menkul şahsiyetlerin internet üzerindeki sözde horozlanmaları ne zaman bırakacakları? Türkiye'nin adam akıllı bir bilişim hukukuna ne zaman kavuşacağı? Hepsinden daha da önemlisi, dijital ya da gerçek, insanları "tek tipli" kılmaya, sessizleştirmeye ve sindirmeye yönelik her türlü fikri sansürün ne zaman tarihe karışacağı?

21 Eylül 2009 Pazartesi

Balıkçı Osman Bizim Vatandaşımızın Hikayesidir










Oldum olası, güzel ve oturaklı argo konuşanlara özenmişimdir. Bu işin güzeli mi olurmuş demeyin. Kastım, tabi ki bugünün insanın yedi sülalesine giden, anasına bacısına söven ya da canım hayvanların adlarını istismar eden iğrenç söz öbekleri değil. 



"Oturaklı argo nasıl olur?" sorusu beynime girdiğinden beri, envai çeşit argo sözlüğünü açıp okumaktayım. Can Yücel deseniz hala en mühim başvuru kaynaklarımdan. Ama yabancı bir dili okumaktan ziyade görerek/dinleyerek daha iyi kavradığım gerçeği göz önüne alındığında bu konudaki en büyük yardımcımın filmler, özellikle 60'lı 70'li yılların eski İstanbul arka planlı Sadri Alışık filmleri olması kaçınılmazdı.





Tabi, Sadri Alışık deyince yanına Mualla Sürer'i koymadan olmaz. Nasıl Sadri Alışık bıçkın bir kopilse, Mualla Sürer ise yırtık ve çaçaron mahalle karısı rollerinde harikalar yaratmaktaydı. Üstelik, aralarında geçen diyaloglarla adileşmeden ve sakil muhabbetlere girmeden (merhaba Gökşen! merhaba Meltem!) argonun dibine vurarak nasıl komedi filmi yapılacağının kitabını yazmışlardı. Korkarım ki, o kitap teorik ve de sıkıcı eğitim veren İletişim Fakülteleri'nin sinema bölümlerinde okutulmaz.






Şimdi ben bu kadar nağmeyi nereden aklıma geldi de okudum? Öğleden sonra 1973 yapımı "Balıkçı Osman" filmine denk geldim de ondan.







Film özetle şöyledir: Sadri Alışık'ın oynadığı Balıkçı Osman'ın anası rolündeki Mualla Sürer, oğlunun batakhaneden çıkarıp eve getirdiği şarkıcı kız Meral'e-ki Feri Cansel oynamakta- hayatı dar etmekte, iki aşığı dırdırı ile daraltmaktadır. Filmin muhtelif sahnelerinde müstakbel gelinine şu sözlerle hitap eder: Kokulu tuvalet ibriği, çöplük civcivi, batakhane karanfili, bulaşık suyu.




Gelin görün ki, filmin "İstanbul Ticaret" tarafından takdim edilen filmin fragmanında belirtiği üzere, Balıkçı Osman hepimizin arasında yaşayan temiz, saf ve iyi insanların hikayesidir. Mualla Sürer'in de katı görünen kalbi, o güzel aşk karşısında eriyecek, deniz kenarında yapılan düğünde gelini ile karşılıklı göbek atacaktır.





Şimdi, aradan geçen 40 yıla karşın İstanbul'un herşeyi kadar argosuna meraklı bir kız bu filmleri tekrar tekrar izliyor ve oturaklı argoyu izleyerek öğreniyor. Ruhları şad olsun.





Mutlu son.









Balıkçı Osman Bizim Vatandaşımızın Hikayesidir










Oldum olası, güzel ve oturaklı argo konuşanlara özenmişimdir. Bu işin güzeli mi olurmuş demeyin. Kastım, tabi ki bugünün insanın yedi sülalesine giden, anasına bacısına söven ya da canım hayvanların adlarını istismar eden iğrenç söz öbekleri değil. 



"Oturaklı argo nasıl olur?" sorusu beynime girdiğinden beri, envai çeşit argo sözlüğünü açıp okumaktayım. Can Yücel deseniz hala en mühim başvuru kaynaklarımdan. Ama yabancı bir dili okumaktan ziyade görerek/dinleyerek daha iyi kavradığım gerçeği göz önüne alındığında bu konudaki en büyük yardımcımın filmler, özellikle 60'lı 70'li yılların eski İstanbul arka planlı Sadri Alışık filmleri olması kaçınılmazdı.





Tabi, Sadri Alışık deyince yanına Mualla Sürer'i koymadan olmaz. Nasıl Sadri Alışık bıçkın bir kopilse, Mualla Sürer ise yırtık ve çaçaron mahalle karısı rollerinde harikalar yaratmaktaydı. Üstelik, aralarında geçen diyaloglarla adileşmeden ve sakil muhabbetlere girmeden (merhaba Gökşen! merhaba Meltem!) argonun dibine vurarak nasıl komedi filmi yapılacağının kitabını yazmışlardı. Korkarım ki, o kitap teorik ve de sıkıcı eğitim veren İletişim Fakülteleri'nin sinema bölümlerinde okutulmaz.






Şimdi ben bu kadar nağmeyi nereden aklıma geldi de okudum? Öğleden sonra 1973 yapımı "Balıkçı Osman" filmine denk geldim de ondan.







Film özetle şöyledir: Sadri Alışık'ın oynadığı Balıkçı Osman'ın anası rolündeki Mualla Sürer, oğlunun batakhaneden çıkarıp eve getirdiği şarkıcı kız Meral'e-ki Feri Cansel oynamakta- hayatı dar etmekte, iki aşığı dırdırı ile daraltmaktadır. Filmin muhtelif sahnelerinde müstakbel gelinine şu sözlerle hitap eder: Kokulu tuvalet ibriği, çöplük civcivi, batakhane karanfili, bulaşık suyu.




Gelin görün ki, filmin "İstanbul Ticaret" tarafından takdim edilen filmin fragmanında belirtiği üzere, Balıkçı Osman hepimizin arasında yaşayan temiz, saf ve iyi insanların hikayesidir. Mualla Sürer'in de katı görünen kalbi, o güzel aşk karşısında eriyecek, deniz kenarında yapılan düğünde gelini ile karşılıklı göbek atacaktır.





Şimdi, aradan geçen 40 yıla karşın İstanbul'un herşeyi kadar argosuna meraklı bir kız bu filmleri tekrar tekrar izliyor ve oturaklı argoyu izleyerek öğreniyor. Ruhları şad olsun.





Mutlu son.









Balıkçı Osman Bizim Vatandaşımızın Hikayesidir










Oldum olası, güzel ve oturaklı argo konuşanlara özenmişimdir. Bu işin güzeli mi olurmuş demeyin. Kastım, tabi ki bugünün insanın yedi sülalesine giden, anasına bacısına söven ya da canım hayvanların adlarını istismar eden iğrenç söz öbekleri değil. 



"Oturaklı argo nasıl olur?" sorusu beynime girdiğinden beri, envai çeşit argo sözlüğünü açıp okumaktayım. Can Yücel deseniz hala en mühim başvuru kaynaklarımdan. Ama yabancı bir dili okumaktan ziyade görerek/dinleyerek daha iyi kavradığım gerçeği göz önüne alındığında bu konudaki en büyük yardımcımın filmler, özellikle 60'lı 70'li yılların eski İstanbul arka planlı Sadri Alışık filmleri olması kaçınılmazdı.





Tabi, Sadri Alışık deyince yanına Mualla Sürer'i koymadan olmaz. Nasıl Sadri Alışık bıçkın bir kopilse, Mualla Sürer ise yırtık ve çaçaron mahalle karısı rollerinde harikalar yaratmaktaydı. Üstelik, aralarında geçen diyaloglarla adileşmeden ve sakil muhabbetlere girmeden (merhaba Gökşen! merhaba Meltem!) argonun dibine vurarak nasıl komedi filmi yapılacağının kitabını yazmışlardı. Korkarım ki, o kitap teorik ve de sıkıcı eğitim veren İletişim Fakülteleri'nin sinema bölümlerinde okutulmaz.






Şimdi ben bu kadar nağmeyi nereden aklıma geldi de okudum? Öğleden sonra 1973 yapımı "Balıkçı Osman" filmine denk geldim de ondan.







Film özetle şöyledir: Sadri Alışık'ın oynadığı Balıkçı Osman'ın anası rolündeki Mualla Sürer, oğlunun batakhaneden çıkarıp eve getirdiği şarkıcı kız Meral'e-ki Feri Cansel oynamakta- hayatı dar etmekte, iki aşığı dırdırı ile daraltmaktadır. Filmin muhtelif sahnelerinde müstakbel gelinine şu sözlerle hitap eder: Kokulu tuvalet ibriği, çöplük civcivi, batakhane karanfili, bulaşık suyu.




Gelin görün ki, filmin "İstanbul Ticaret" tarafından takdim edilen filmin fragmanında belirtiği üzere, Balıkçı Osman hepimizin arasında yaşayan temiz, saf ve iyi insanların hikayesidir. Mualla Sürer'in de katı görünen kalbi, o güzel aşk karşısında eriyecek, deniz kenarında yapılan düğünde gelini ile karşılıklı göbek atacaktır.





Şimdi, aradan geçen 40 yıla karşın İstanbul'un herşeyi kadar argosuna meraklı bir kız bu filmleri tekrar tekrar izliyor ve oturaklı argoyu izleyerek öğreniyor. Ruhları şad olsun.





Mutlu son.









17 Eylül 2009 Perşembe

Beşiktaş-Manchester United Maçından Tribün Notları : Hani Şans Bizim Elimizden Tutacaktı, Neden Bıraktı?





Bunu yazmaktan imtina ediyorum ama, damarlarımdaki kana kadar Beşiktaş'lı hissetmem en son 94-95 sezonundaydı. Her küçük kız gibi babamın dibinden ayrılmıyor ve Baba Hakkı'lı, Şükrü'lü, arka planında Şeref Stadı'nın çamurlu zemini olan efsane Beşiktaş öyküleri dinleyerek büyüyordum.


Sonra birşeyler oldu. Vakur, alçakgönüllü, tatlı-sert ve az biraz anarşist o takım gitti. Yerine kadrosunu saymaktan aciz olduğum, eskiden gelen tatlı muhabbet vesilesiyle saygım koruduğum ama eskisi kadar takip etmediğim bir Beşiktaş'ı kabullenmek zorunda kaldım. Eskiden televizyondan da olsa izlediğim maçlar artık o kadar da ilgilendirmez oldu. Beşiktaş taraftarlığım, arada sırada Fenerli arkadaşlarıma takılmak ve 2-3 futbolcusunu tanımak dahiline sıkıştı kaldı.



Bu haftanın başında gelen bir haber, artık hayatını çocukluğunu geçirdiği o güzel yalıyı hala üzüntüyle hatırlayan yaşlı kadın misali sahiplendiğim Beşiktaş taraftarlığımda yeni bir dönemin başlangıcı oldu: 15 Eylül'de oynanacak Beşiktaş-Mancherster United maçı için bir arkadaşımın (merhaba Gökçe! ) fazladan bileti vardı ve gidecek adam arıyordu, bahtına hatun çıktı. Yüksek beleşçi ruhumla bilete talip olduğum gibi siyah beyaz pöti kareli gömleğimi sırtıma geçirdim ve soluğu İnönü Stadı'nda aldım. Yani aldık.


Veee, yüksek gözlemci ve de gizli fanatik Beşiktaş'lı tavrımla gözümü ve kulağımı dört açtım ve 1-0 yenik kapadığımız maçı yine de keyifle izledim. İşte maç notlarım:


- Kadın güvenlik görevlileri erkeklerden daha erkeksi davranıyor. Bir tanesi, çantamın içindeki yeşil çekirge anahtarlığımı sertçe tutarak "Bu ne?" diye sordu. "Anahtarlarım" yanıtını alınca "Yeşil yeşil görünce çantanda canlı bir şey var sandım" dedi. Karşılıklı gülüştük, ortam yumuşadı.



- Daha maç başlamadan Beşiktaş tribününde hafif yollu bir keyifsizlik vardı. Meğer UEFA bizim Çarşı'nın simgesindeki "A" harfini anarşizm anlamına geliyor diye toplatmış. Sonradan nedenini öğrendiğimde içim cız etti, eski sevgiliyi hatırladım. Hayatımda gördüğüm en aklı başında futbol fanatiğiydi, üstelik endüstriyel futbola karşıydı.


- Çarşı, baştaki keyifsizliğe karşın, taraftarlık konusunda tüm takımların ağzını sulandıran tavrını sürdürdü ve harkulade tribün gösterileri ve taraftar marşları ile İnönü'yü yıktı. Hatta sonradan ailemizin haber kaynağı Twitter'dan öğrendiğim kadarıyla Beşiktaş tribününün şovu karşısında heyecanlanan maç spikeri "Atkılar, eller, her şey havada!" yorumunu yaparak televizyon başındaki milyonları dumura uğratmış. Ben oradaydım ve atkılar ve de eller dışında hiçbir şeyimizin havada olmadığı konusunda sizi temin ederim.




- Beşiktaş tribünü, yönetimin Tabata'ya çil çil sekizbuçukmilyoneuro saymasından fevkalade rahatsız. Arkamdaki taraftarın sözcükleri ile aynen aktarmam gerekirse "Ben bu Tabata'ya sekizbuçukmilyoneuro sayan yönetimin taaaaaa ..." Ehöm, neyse.


- Beşiktaş tribünü bir de Bobo'nun Mustafa Denizli tarafından kadroya alınmamasına hayıflanıyor. Delgado'nun takımda işi olmadığı kanaati de oldukça yaygın görülüyor.


- Herkes, ben de dahil, Beşiktaş'ın pire gibi bir forvet ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir.


- Deli İbrahim, Manchester United'ın 25 numarası Valencia'yı tutmakta epeyce zorlandı.


- Maç boyunca Hakan kale vuruşlarında topu taca salladı durdu. En sonunda isyankar bir taraftar "Ulan ayağını şeyettiğimin Hakan'ı, şu topa doğru vur bir kere de be" diye haykırdı.


- Hakem maç boyunca Manchester United'dan yanaydı. Buna karşın, kimse hakemin cinsel tercihine yönelik herhangi bir pis imada bulunmadı.


- O 77. dakikada yediğimiz gol var ya o gol, boku bokuna yedik o golü.


- Az önce sözü geçen spiker, "hani şans bizim elimizden tutacaktı neden bıraktı'' demiş bir yerde. Fazla arabesk takılan bir arkadaş kendisi sanırım, sevdim.


Sonuç olarak, baktım ki ben bu taraftarlık mevzusuna geri döndüğüm için pek mesut oldum, daha sık periyodlarla maça gitme kararı aldım. Beşiktaş takımını beni bir sosyal sorumluluk projesi olarak ele alıp tarafıma Çarşı'ya yakın bir yerlerde çift kişilik kombine bilet hibe etmesini temenni ediyorum şimdi.


İnsan hayallerle yaşarmış. Hah, buyrun, 11. Bienal'in sorusunu da cevaplamış oldum böylece.


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons