30 Ağustos 2009 Pazar

Moda'nın yalnızca Kadıköy'de bir semt olarak bilinmesini istediğimiz anlar..

istanbulfashiondays

İstanbul tarihinin ilk moda günleri dün (cumartesi) Hakan Yıldırım'ın defilesi ardından gerçekleşen kapanış partisiyle son buldu.

Perşembe günü başlayan ve toplamda 3 gün süren moda günleri yaklaşık 10bin modaseveri İTÜ Taşkışla kampüsünde bir araya getirdi. Bu mekanın neden seçildiğini bilemiyorum ancak, ilk kez gerçekleştirilen bu sebeple sınırlı sayıda tasarımcının (11) ve markanın (13) katıldığı etkinlikte kreasyonları rahatça incelemek adına iyi bir seçim olduğunu söyleyebilirim. (Her ne kadar iç ışıklandırma yetersiz kalksa da) Zaten binanın tarihi dokusu, ayrıca o enfes avlusuyla ziyaretçilerden tam not aldığını kulaklarımla duydum.

baharkorcan16

Defilelerden yalnızca iki tanesini izleyebildim (Bahar Korçan ve Özlem Süer) ama 2009-2010 sonbahar kış kreasyonuna ilişkin az çok fikrim oldu diyebilirim. Renk kullanımı malesef az, siyah ve beyazın tonları sonbahar ve kışın vazgeçilmezi her zamanki gibi ancak illa renk diyorsanız aralara pembeler serpiştirmek mümkün (aklınızda bulunsun diye söylüyorum)..

Tasarımcılar arasında favorim en eğlenceli ve renkli modellere sahip olan Günseli Türkay oldu.

Yerli yabancı bir çok basın mensubunun da takibe aldığı bu etkinliklerde söylendiğine göre 2 milyon doların üzerinde bir ekonomik değer yaratılmış. Şu kriz günlerinde moda sektörünün biraz yüzü gülmüş olsa gerek.

Moda günlerinin bundan sonra Londra, Newyork, Paris, Milano vb. moda başkentlerinde olduğu gibi yılda iki kez yapılacağı da konuşulan konular arasındaydı. Ancak saydığım bu şehirler arasında İstanbul'un konumu ne olur emin değilim. Arzu Kaprol'ün dediğine göre İstanbul diğer şehirlerden önce bu günlere ev sahipliği yapacağından moda otoritelerinin gözlerini ilk çevireceği kent olacakmış. Hadi bakalım..

Moda günlerinden aklımda kalan kimi ıvır zıvır şeyleri de paylaşayım istiyorum burada hazır başlamışken. Aslında Ezgi'yle Bahar Korçan defilesi ardından bir video çekmiştik ancak, henüz yayın aşamasına getirecek durumda değiliz. Ayrıca kameranın insanı olduğundan şişman göstermesi gerçeği sebebiyle kamera karşısına çıkmama kararı da aldığımı belirtmeliyim.

Etkinliğin son günü, yani cumartesi, cuma gününe oranla çok daha renkli ve hareketliydi.

Etkinlik kapsamında ilk dikkatimi çeken husus, ortamdaki insanların çoğunlukla kadınlardan ve feminen erkekleden -gay olup olmadıklarını kestiremeyebiliyorsunuz- olmasıydı. Homofobik değilim kesinlikle, ancak yine de bu konunun üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Erkekler maskülen doğalarını modaya ilgi duyunca kaybedebiliyorlar mı, yoksa modayla zaten feminen eğilimli erkekler mi ilgileniyor, çözemedim..

boykgladyatör

Giyim kuşam açısından inceleyecek olursak, genç yaşlı herkesin ayağında gladyatör sandaletler ya da kışın giydiğimz çizmelerden olduğunu gördüm. Çok komik çünkü gerçekten ne rahat görünüyorlar ne de şık. Delinin biri kuyuya taş atmış misali tüm dünya bunları giydi bu yaz. Eminim bundan 10 sene sonra bu günlerin moda dergilerine baktıklarında, bizim şimdi 80lere bakıp vatka, permalı saç ve krepe üçlüsüne kahkahalarla güldüğümüz gibi gülecekler.

Bir diğer dikkat çeken husus ise bitmek tükenmek bilmeyen tayt modası. Geçtiğimiz seneden bu yana bir türlü eskimedi, eskitilemedi. Meğersem ne çok özlemişiz tayt giymeyi. Desenli ya da tek renk farketmez, vücudunuz bir model gibi değilse öyle kısa bir üstle (top) giyilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi tam bir görüntü kirliliği..

Modayı nasıl tanımlarsak tanımlayalım farklı ve aykırı görünen herkesi modayla ilgili alakalı sanıyoruz. Moda eğer sürekli yenilik farklılık getirebilseydi, anne ve anneannelerimizin giydiği şeyleri önümüze ısıtıp ısıtıp koymazlardı sanki.

löprotokole

Kendimize özgü birşeyler yapamıyoruz malesef, gençlerimiz ya Camden Town - Bricklane gençliğine özeniyor ya da Kate Moss'a(İngiliz modasını daha yakından takip ettiğimden mütevellit bu örnekleri veriyorum). Farklılığın tektipleşmeye ışık hızıyla dönüştüğü şu günlerde özgün bir şeyler yapan insan sayısı bir elin parmağını geçemiyor.

Moda benim gözümde "yenilikçilik" kavramıyla yakından ilintili. Ama elbette bu da yenilikçi olacağım diye absürd görünmeyi beraberinde getirmemeli.

Kısacası aykırı olmak adına çirkin ve gülünç görünmeyi göze almak moda kesinlikle olmamalı !

Velhasılı kelam İstanbul moda günleri büyük tantana ardından sona erdi.

Etkinliklere bakış açım son dönemde, katılımcılara verilen bez çantaların tasarımı ve kalitesiyle yakından ilintili. Malesef bir moda etkinliğinde çok daha orijinal tasarımlı bir çanta görmek isterdim, çok özensiz duruyor ama yine de koleksiyonumdaki yerini alacak.

Darısı daha renkli, eğlenceli etkinliklerin başına..

Daha fazla fotoğraf için doğru adres burası..

Moda'nın yalnızca Kadıköy'de bir semt olarak bilinmesini istediğimiz anlar..

istanbulfashiondays

İstanbul tarihinin ilk moda günleri dün (cumartesi) Hakan Yıldırım'ın defilesi ardından gerçekleşen kapanış partisiyle son buldu.

Perşembe günü başlayan ve toplamda 3 gün süren moda günleri yaklaşık 10bin modaseveri İTÜ Taşkışla kampüsünde bir araya getirdi. Bu mekanın neden seçildiğini bilemiyorum ancak, ilk kez gerçekleştirilen bu sebeple sınırlı sayıda tasarımcının (11) ve markanın (13) katıldığı etkinlikte kreasyonları rahatça incelemek adına iyi bir seçim olduğunu söyleyebilirim. (Her ne kadar iç ışıklandırma yetersiz kalksa da) Zaten binanın tarihi dokusu, ayrıca o enfes avlusuyla ziyaretçilerden tam not aldığını kulaklarımla duydum.

baharkorcan16

Defilelerden yalnızca iki tanesini izleyebildim (Bahar Korçan ve Özlem Süer) ama 2009-2010 sonbahar kış kreasyonuna ilişkin az çok fikrim oldu diyebilirim. Renk kullanımı malesef az, siyah ve beyazın tonları sonbahar ve kışın vazgeçilmezi her zamanki gibi ancak illa renk diyorsanız aralara pembeler serpiştirmek mümkün (aklınızda bulunsun diye söylüyorum)..

Tasarımcılar arasında favorim en eğlenceli ve renkli modellere sahip olan Günseli Türkay oldu.

Yerli yabancı bir çok basın mensubunun da takibe aldığı bu etkinliklerde söylendiğine göre 2 milyon doların üzerinde bir ekonomik değer yaratılmış. Şu kriz günlerinde moda sektörünün biraz yüzü gülmüş olsa gerek.

Moda günlerinin bundan sonra Londra, Newyork, Paris, Milano vb. moda başkentlerinde olduğu gibi yılda iki kez yapılacağı da konuşulan konular arasındaydı. Ancak saydığım bu şehirler arasında İstanbul'un konumu ne olur emin değilim. Arzu Kaprol'ün dediğine göre İstanbul diğer şehirlerden önce bu günlere ev sahipliği yapacağından moda otoritelerinin gözlerini ilk çevireceği kent olacakmış. Hadi bakalım..

Moda günlerinden aklımda kalan kimi ıvır zıvır şeyleri de paylaşayım istiyorum burada hazır başlamışken. Aslında Ezgi'yle Bahar Korçan defilesi ardından bir video çekmiştik ancak, henüz yayın aşamasına getirecek durumda değiliz. Ayrıca kameranın insanı olduğundan şişman göstermesi gerçeği sebebiyle kamera karşısına çıkmama kararı da aldığımı belirtmeliyim.

Etkinliğin son günü, yani cumartesi, cuma gününe oranla çok daha renkli ve hareketliydi.

Etkinlik kapsamında ilk dikkatimi çeken husus, ortamdaki insanların çoğunlukla kadınlardan ve feminen erkekleden -gay olup olmadıklarını kestiremeyebiliyorsunuz- olmasıydı. Homofobik değilim kesinlikle, ancak yine de bu konunun üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Erkekler maskülen doğalarını modaya ilgi duyunca kaybedebiliyorlar mı, yoksa modayla zaten feminen eğilimli erkekler mi ilgileniyor, çözemedim..

boykgladyatör

Giyim kuşam açısından inceleyecek olursak, genç yaşlı herkesin ayağında gladyatör sandaletler ya da kışın giydiğimz çizmelerden olduğunu gördüm. Çok komik çünkü gerçekten ne rahat görünüyorlar ne de şık. Delinin biri kuyuya taş atmış misali tüm dünya bunları giydi bu yaz. Eminim bundan 10 sene sonra bu günlerin moda dergilerine baktıklarında, bizim şimdi 80lere bakıp vatka, permalı saç ve krepe üçlüsüne kahkahalarla güldüğümüz gibi gülecekler.

Bir diğer dikkat çeken husus ise bitmek tükenmek bilmeyen tayt modası. Geçtiğimiz seneden bu yana bir türlü eskimedi, eskitilemedi. Meğersem ne çok özlemişiz tayt giymeyi. Desenli ya da tek renk farketmez, vücudunuz bir model gibi değilse öyle kısa bir üstle (top) giyilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi tam bir görüntü kirliliği..

Modayı nasıl tanımlarsak tanımlayalım farklı ve aykırı görünen herkesi modayla ilgili alakalı sanıyoruz. Moda eğer sürekli yenilik farklılık getirebilseydi, anne ve anneannelerimizin giydiği şeyleri önümüze ısıtıp ısıtıp koymazlardı sanki.

löprotokole

Kendimize özgü birşeyler yapamıyoruz malesef, gençlerimiz ya Camden Town - Bricklane gençliğine özeniyor ya da Kate Moss'a(İngiliz modasını daha yakından takip ettiğimden mütevellit bu örnekleri veriyorum). Farklılığın tektipleşmeye ışık hızıyla dönüştüğü şu günlerde özgün bir şeyler yapan insan sayısı bir elin parmağını geçemiyor.

Moda benim gözümde "yenilikçilik" kavramıyla yakından ilintili. Ama elbette bu da yenilikçi olacağım diye absürd görünmeyi beraberinde getirmemeli.

Kısacası aykırı olmak adına çirkin ve gülünç görünmeyi göze almak moda kesinlikle olmamalı !

Velhasılı kelam İstanbul moda günleri büyük tantana ardından sona erdi.

Etkinliklere bakış açım son dönemde, katılımcılara verilen bez çantaların tasarımı ve kalitesiyle yakından ilintili. Malesef bir moda etkinliğinde çok daha orijinal tasarımlı bir çanta görmek isterdim, çok özensiz duruyor ama yine de koleksiyonumdaki yerini alacak.

Darısı daha renkli, eğlenceli etkinliklerin başına..

Daha fazla fotoğraf için doğru adres burası..

Moda'nın yalnızca Kadıköy'de bir semt olarak bilinmesini istediğimiz anlar..

istanbulfashiondays

İstanbul tarihinin ilk moda günleri dün (cumartesi) Hakan Yıldırım'ın defilesi ardından gerçekleşen kapanış partisiyle son buldu.

Perşembe günü başlayan ve toplamda 3 gün süren moda günleri yaklaşık 10bin modaseveri İTÜ Taşkışla kampüsünde bir araya getirdi. Bu mekanın neden seçildiğini bilemiyorum ancak, ilk kez gerçekleştirilen bu sebeple sınırlı sayıda tasarımcının (11) ve markanın (13) katıldığı etkinlikte kreasyonları rahatça incelemek adına iyi bir seçim olduğunu söyleyebilirim. (Her ne kadar iç ışıklandırma yetersiz kalksa da) Zaten binanın tarihi dokusu, ayrıca o enfes avlusuyla ziyaretçilerden tam not aldığını kulaklarımla duydum.

baharkorcan16

Defilelerden yalnızca iki tanesini izleyebildim (Bahar Korçan ve Özlem Süer) ama 2009-2010 sonbahar kış kreasyonuna ilişkin az çok fikrim oldu diyebilirim. Renk kullanımı malesef az, siyah ve beyazın tonları sonbahar ve kışın vazgeçilmezi her zamanki gibi ancak illa renk diyorsanız aralara pembeler serpiştirmek mümkün (aklınızda bulunsun diye söylüyorum)..

Tasarımcılar arasında favorim en eğlenceli ve renkli modellere sahip olan Günseli Türkay oldu.

Yerli yabancı bir çok basın mensubunun da takibe aldığı bu etkinliklerde söylendiğine göre 2 milyon doların üzerinde bir ekonomik değer yaratılmış. Şu kriz günlerinde moda sektörünün biraz yüzü gülmüş olsa gerek.

Moda günlerinin bundan sonra Londra, Newyork, Paris, Milano vb. moda başkentlerinde olduğu gibi yılda iki kez yapılacağı da konuşulan konular arasındaydı. Ancak saydığım bu şehirler arasında İstanbul'un konumu ne olur emin değilim. Arzu Kaprol'ün dediğine göre İstanbul diğer şehirlerden önce bu günlere ev sahipliği yapacağından moda otoritelerinin gözlerini ilk çevireceği kent olacakmış. Hadi bakalım..

Moda günlerinden aklımda kalan kimi ıvır zıvır şeyleri de paylaşayım istiyorum burada hazır başlamışken. Aslında Ezgi'yle Bahar Korçan defilesi ardından bir video çekmiştik ancak, henüz yayın aşamasına getirecek durumda değiliz. Ayrıca kameranın insanı olduğundan şişman göstermesi gerçeği sebebiyle kamera karşısına çıkmama kararı da aldığımı belirtmeliyim.

Etkinliğin son günü, yani cumartesi, cuma gününe oranla çok daha renkli ve hareketliydi.

Etkinlik kapsamında ilk dikkatimi çeken husus, ortamdaki insanların çoğunlukla kadınlardan ve feminen erkekleden -gay olup olmadıklarını kestiremeyebiliyorsunuz- olmasıydı. Homofobik değilim kesinlikle, ancak yine de bu konunun üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Erkekler maskülen doğalarını modaya ilgi duyunca kaybedebiliyorlar mı, yoksa modayla zaten feminen eğilimli erkekler mi ilgileniyor, çözemedim..

boykgladyatör

Giyim kuşam açısından inceleyecek olursak, genç yaşlı herkesin ayağında gladyatör sandaletler ya da kışın giydiğimz çizmelerden olduğunu gördüm. Çok komik çünkü gerçekten ne rahat görünüyorlar ne de şık. Delinin biri kuyuya taş atmış misali tüm dünya bunları giydi bu yaz. Eminim bundan 10 sene sonra bu günlerin moda dergilerine baktıklarında, bizim şimdi 80lere bakıp vatka, permalı saç ve krepe üçlüsüne kahkahalarla güldüğümüz gibi gülecekler.

Bir diğer dikkat çeken husus ise bitmek tükenmek bilmeyen tayt modası. Geçtiğimiz seneden bu yana bir türlü eskimedi, eskitilemedi. Meğersem ne çok özlemişiz tayt giymeyi. Desenli ya da tek renk farketmez, vücudunuz bir model gibi değilse öyle kısa bir üstle (top) giyilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi tam bir görüntü kirliliği..

Modayı nasıl tanımlarsak tanımlayalım farklı ve aykırı görünen herkesi modayla ilgili alakalı sanıyoruz. Moda eğer sürekli yenilik farklılık getirebilseydi, anne ve anneannelerimizin giydiği şeyleri önümüze ısıtıp ısıtıp koymazlardı sanki.

löprotokole

Kendimize özgü birşeyler yapamıyoruz malesef, gençlerimiz ya Camden Town - Bricklane gençliğine özeniyor ya da Kate Moss'a(İngiliz modasını daha yakından takip ettiğimden mütevellit bu örnekleri veriyorum). Farklılığın tektipleşmeye ışık hızıyla dönüştüğü şu günlerde özgün bir şeyler yapan insan sayısı bir elin parmağını geçemiyor.

Moda benim gözümde "yenilikçilik" kavramıyla yakından ilintili. Ama elbette bu da yenilikçi olacağım diye absürd görünmeyi beraberinde getirmemeli.

Kısacası aykırı olmak adına çirkin ve gülünç görünmeyi göze almak moda kesinlikle olmamalı !

Velhasılı kelam İstanbul moda günleri büyük tantana ardından sona erdi.

Etkinliklere bakış açım son dönemde, katılımcılara verilen bez çantaların tasarımı ve kalitesiyle yakından ilintili. Malesef bir moda etkinliğinde çok daha orijinal tasarımlı bir çanta görmek isterdim, çok özensiz duruyor ama yine de koleksiyonumdaki yerini alacak.

Darısı daha renkli, eğlenceli etkinliklerin başına..

Daha fazla fotoğraf için doğru adres burası..

27 Ağustos 2009 Perşembe

Istanbul Twestival Local 2009

Sosyal medya, gün geçtikçe dallanıp budaklanır ve dünyadaki iletişim trendlerini belirlerken, kıtaları da birbirine yakınlaştırıyor ve birbirini hiç tanımayan insanları aynı konu üzerinde fikir alışverişi yaparken buluyorsunuz. Bunun en güzel örneklerinden biri Blog Action Day, ki 2007'de düzenlenen etkinliğe Alternatif-İstanbul olarak şu yazımızla katılmıştık.


Dün akşam gündemi Twitter'dan takip ederken (yeni ve en keyifli alışkanlığım bu, gazetelerimi okuduktan sonra Twitter sayfamı açıyor ve gün boyunca aktüel, kültürel, magazinel, dedikodusal... şehirde ne gelişme olmuşsa haberdar oluyorum) yeni bir oluşuma rastgeldim: Istanbul Twestival Local 2009.


Istanbul Twestival Local 2009, sosyal medyadaki olanakların sosyal olgulara karşı farkındalık yaratmak adına yönlendirilmesine güzel bir örnek. Aldığımız bilgiye göre, İstanbul Twestival Global kapsamındaki ilk buluşma, 12 Şubat 2009'da tüm dünyadaki 202 kentin katılımı ile eş zamanlı olarak gerçekleşmiş. Bu buluşmanın amacı ise, gelişmkete olan ülkelerde susuzluktan ölen çocuklar için yardım toplamak olarak belirtilmiş. Tüm dünyada toplanan bağışlar sayesinde Etiyopya'da 15 kuyu açılmasına ve 17,000 insana ömür boyu yetebilecek su sağlanmasına katkıda bulunulmuş.



İkinci Twestival Local etkinliği ise, yerel kalkınmaya destek amacıyla bu sene 10-13 Eylul 2009 tarihleri aralarında İstanbul'un da yer aldığı 300'den fazla kentin katılımı ile gerçekleşecekmiş.


Etkinlik kapsamında her şehir kendi seçeceği ve Twestival Local'ın yönlendirdiği CouseCast.com 'un onayladığı bir vakfa destek sağlıyormuş. Etkinliğin İstanbul ayağı için Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı seçilmiş. 12 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşecek gecede hem İstanbul'daki twitter kullanıcılarının bir araya gelerek sosyal medyanın geleceği üzerinde hoşbeş edilmesi, hem de Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı'nın yürüttüğü çalışmalara destek sağlanması amaçlanıyormuş.


Etkinlik hakkında ayrıntılı bilgi almak için:


http://istanbul.twestival.com/



http://twitter.com/IstanbulTWSTVL

Istanbul Twestival Local 2009

Sosyal medya, gün geçtikçe dallanıp budaklanır ve dünyadaki iletişim trendlerini belirlerken, kıtaları da birbirine yakınlaştırıyor ve birbirini hiç tanımayan insanları aynı konu üzerinde fikir alışverişi yaparken buluyorsunuz. Bunun en güzel örneklerinden biri Blog Action Day, ki 2007'de düzenlenen etkinliğe Alternatif-İstanbul olarak şu yazımızla katılmıştık.


Dün akşam gündemi Twitter'dan takip ederken (yeni ve en keyifli alışkanlığım bu, gazetelerimi okuduktan sonra Twitter sayfamı açıyor ve gün boyunca aktüel, kültürel, magazinel, dedikodusal... şehirde ne gelişme olmuşsa haberdar oluyorum) yeni bir oluşuma rastgeldim: Istanbul Twestival Local 2009.


Istanbul Twestival Local 2009, sosyal medyadaki olanakların sosyal olgulara karşı farkındalık yaratmak adına yönlendirilmesine güzel bir örnek. Aldığımız bilgiye göre, İstanbul Twestival Global kapsamındaki ilk buluşma, 12 Şubat 2009'da tüm dünyadaki 202 kentin katılımı ile eş zamanlı olarak gerçekleşmiş. Bu buluşmanın amacı ise, gelişmkete olan ülkelerde susuzluktan ölen çocuklar için yardım toplamak olarak belirtilmiş. Tüm dünyada toplanan bağışlar sayesinde Etiyopya'da 15 kuyu açılmasına ve 17,000 insana ömür boyu yetebilecek su sağlanmasına katkıda bulunulmuş.



İkinci Twestival Local etkinliği ise, yerel kalkınmaya destek amacıyla bu sene 10-13 Eylul 2009 tarihleri aralarında İstanbul'un da yer aldığı 300'den fazla kentin katılımı ile gerçekleşecekmiş.


Etkinlik kapsamında her şehir kendi seçeceği ve Twestival Local'ın yönlendirdiği CouseCast.com 'un onayladığı bir vakfa destek sağlıyormuş. Etkinliğin İstanbul ayağı için Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı seçilmiş. 12 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşecek gecede hem İstanbul'daki twitter kullanıcılarının bir araya gelerek sosyal medyanın geleceği üzerinde hoşbeş edilmesi, hem de Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı'nın yürüttüğü çalışmalara destek sağlanması amaçlanıyormuş.


Etkinlik hakkında ayrıntılı bilgi almak için:


http://istanbul.twestival.com/



http://twitter.com/IstanbulTWSTVL

Istanbul Twestival Local 2009

Sosyal medya, gün geçtikçe dallanıp budaklanır ve dünyadaki iletişim trendlerini belirlerken, kıtaları da birbirine yakınlaştırıyor ve birbirini hiç tanımayan insanları aynı konu üzerinde fikir alışverişi yaparken buluyorsunuz. Bunun en güzel örneklerinden biri Blog Action Day, ki 2007'de düzenlenen etkinliğe Alternatif-İstanbul olarak şu yazımızla katılmıştık.


Dün akşam gündemi Twitter'dan takip ederken (yeni ve en keyifli alışkanlığım bu, gazetelerimi okuduktan sonra Twitter sayfamı açıyor ve gün boyunca aktüel, kültürel, magazinel, dedikodusal... şehirde ne gelişme olmuşsa haberdar oluyorum) yeni bir oluşuma rastgeldim: Istanbul Twestival Local 2009.


Istanbul Twestival Local 2009, sosyal medyadaki olanakların sosyal olgulara karşı farkındalık yaratmak adına yönlendirilmesine güzel bir örnek. Aldığımız bilgiye göre, İstanbul Twestival Global kapsamındaki ilk buluşma, 12 Şubat 2009'da tüm dünyadaki 202 kentin katılımı ile eş zamanlı olarak gerçekleşmiş. Bu buluşmanın amacı ise, gelişmkete olan ülkelerde susuzluktan ölen çocuklar için yardım toplamak olarak belirtilmiş. Tüm dünyada toplanan bağışlar sayesinde Etiyopya'da 15 kuyu açılmasına ve 17,000 insana ömür boyu yetebilecek su sağlanmasına katkıda bulunulmuş.



İkinci Twestival Local etkinliği ise, yerel kalkınmaya destek amacıyla bu sene 10-13 Eylul 2009 tarihleri aralarında İstanbul'un da yer aldığı 300'den fazla kentin katılımı ile gerçekleşecekmiş.


Etkinlik kapsamında her şehir kendi seçeceği ve Twestival Local'ın yönlendirdiği CouseCast.com 'un onayladığı bir vakfa destek sağlıyormuş. Etkinliğin İstanbul ayağı için Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı seçilmiş. 12 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşecek gecede hem İstanbul'daki twitter kullanıcılarının bir araya gelerek sosyal medyanın geleceği üzerinde hoşbeş edilmesi, hem de Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı'nın yürüttüğü çalışmalara destek sağlanması amaçlanıyormuş.


Etkinlik hakkında ayrıntılı bilgi almak için:


http://istanbul.twestival.com/



http://twitter.com/IstanbulTWSTVL

26 Ağustos 2009 Çarşamba

İstanbul, Moda yolunda..



Bir varmış bir yokmuş..

Daha MP3'ler kasetlerin, blue rayler vhs'lerin tahtına oturmamışmış..

İşte bu vakitlerden birinde Gökşen isimli mini mini bir kızın sesini kaydetmiş sevgili kuzenleri kasete.

Evet bu ben oluyorum. Bahsettiğim kaset ise bildiğiniz amatör bir röportaj kaydı. Seneler sonra elime geçtiğinde gülmekten gözlerimden yaşlar geldiğini hatırladığım bu kayıtta kendime ait özel sırları bir bir ifşa ediyorum. Gezegen üzerinde bu kadar çok mekan değiştirmeseydim kaseti kaybetmez sizinle de paylaşırdım. Belli mi olur belki ortalığı biraz toparlar ve uslu olursam şirinlerle birlikte kaseti de bulurum.

Mevzu bahis röportaj esnasında bir dizi soru soruluyor bana. Bunlardan zihnime kazınan birkaç tanesini paylaşacağım sizinle ve ardından asıl mevzuya geçeceğim.

Kuzenlerden en afacan olanından geliyor bir soru, vücudunda en çok nereyi beğeniyorsun diye, düşünüyorum mırın kırın ediyorum ve "saçlarım" diyorum. Not: saçlarım o vakitler kısacık..

Bir başka soru geliyor, en sevdiğin kıyafetin hangisi diye. Yine birkaç saniyelik düşünme faslı ve cevap "Nükhet teyzemin diktiği mavi elbise". Neden diye soruyorlar devamında, cevap gayet net, "çünkü kimsede yok".

O zamandan beridir giydiğim bir nesneyi başkasının üstünde gördüğümde nedense utanırım. Sırf üniversitede ders veren asistan benimle aynı üstü (top) giyiyor diye ilk dersin sonuna hiç üşenmeden eve üstümü değiştirmeye gitmişliğim bile var. Ya da bulunduğum mekanda benimle aynı elbiseyi giyen birini görünce acilen alışveriş yapmışlığım. Artık birazcık da olsa akıllandığımdan bu denli saçmalamıyorum elbet, en azından eskisi kadar rahatsızlık duymuyorum bu "pişti" olma durumlarından.

Bu yazdıklarımı okuyanlar butiklerden alışveriş yaptığımı ya da yalnızca özel tasarım giydiğimi düşünebilirler ama tabi ki yok öyle birşey. Malesef Nükhet teyzemin kendi kızını dünyaya getirmesi ile şahsıma özel tasarım kıyafet giyme devrim de altı yaşımda son buldu.

Söylemeyi unuttum sanırım, bahsettiğim ses kaydı benim 4 yaşında olduğum zamanlara denk geliyor.

Moda konusunda bilirkişi olduğumu iddia etmesem de gezip görmek ve de gözlemlemekten kaynaklı az çok bir algı açıklığım olduğunu söyleyebilirim. Uygulamada başarıya ulaştığımı söyleyemem ama yine neler olup bitiyor takip ederken eğlenirim. Hatta Melis Alphancılık oynamaktan da bol keyif alırım..

Bu kadar zırvalamayı aslında yarın başlayacak İstanbul Moda Günleri (İstanbul fashion days) etkinliği hatrına yapıyorum.


İTKİB ve Moda Tasarımcıları Derneği (MTD) işbirliği ile Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilecek olan Istanbul Fashion Days (IFD), 26-29 Ağustos 2009 tarihleri arasında güzeller güzeli, kıskanılası İTÜ Taşkışla Kampüsü'nde moda severlerle buluşacak.

Önde gelen moda tasarımcılarının defile ve butik fuar organizasyonu olan ISTANBUL FASHION LAB, IFD çatısı altında Türk tasarımcılarının çizgilerini dünyaya yansıtırken hazır giyim firmalarına odaklanan BRANDIST ise markaların defile ve fuar platformu olacak.

Genç moda tasarımcıları için de önemli bir platform sunarak, sektöre adım atmalarını sağlayan, İTKİB Genç Moda Tasarımcıları Yarışması ise bu yıl ilk kez KOZA adıyla IFD bünyesinde devam edecek.

Bahar Korçan, Arzu Kaprol, İdil Tarzi, Hakan Yıldırım gibi birçok önemli ismin koleksiyon sergileyeceği etkinliği biz Alternatif İstanbul ekibi olarak elimizden geldiğince, işten vakit buldukça takip edeceğiz.

Özellikle Ezgiyle ben cuma akşamı gerçekleşecek Bahar Korçan'ın "Kabullen ya da Değiştir" temalı 2010 Yaz koleksiyonunu merakla bekliyoruz. Kendisinin sosyal medyayla olan son dönemdeki yakın ilişkisini de tebrik ve takdir ediyoruz.

Ayrıntılar birkaç gün sonra burada..

Ama öncesinde sizlere Ajda Pekkan'dan Moda Yolunda şarkısı armağan..

İstanbul, Moda yolunda..



Bir varmış bir yokmuş..

Daha MP3'ler kasetlerin, blue rayler vhs'lerin tahtına oturmamışmış..

İşte bu vakitlerden birinde Gökşen isimli mini mini bir kızın sesini kaydetmiş sevgili kuzenleri kasete.

Evet bu ben oluyorum. Bahsettiğim kaset ise bildiğiniz amatör bir röportaj kaydı. Seneler sonra elime geçtiğinde gülmekten gözlerimden yaşlar geldiğini hatırladığım bu kayıtta kendime ait özel sırları bir bir ifşa ediyorum. Gezegen üzerinde bu kadar çok mekan değiştirmeseydim kaseti kaybetmez sizinle de paylaşırdım. Belli mi olur belki ortalığı biraz toparlar ve uslu olursam şirinlerle birlikte kaseti de bulurum.

Mevzu bahis röportaj esnasında bir dizi soru soruluyor bana. Bunlardan zihnime kazınan birkaç tanesini paylaşacağım sizinle ve ardından asıl mevzuya geçeceğim.

Kuzenlerden en afacan olanından geliyor bir soru, vücudunda en çok nereyi beğeniyorsun diye, düşünüyorum mırın kırın ediyorum ve "saçlarım" diyorum. Not: saçlarım o vakitler kısacık..

Bir başka soru geliyor, en sevdiğin kıyafetin hangisi diye. Yine birkaç saniyelik düşünme faslı ve cevap "Nükhet teyzemin diktiği mavi elbise". Neden diye soruyorlar devamında, cevap gayet net, "çünkü kimsede yok".

O zamandan beridir giydiğim bir nesneyi başkasının üstünde gördüğümde nedense utanırım. Sırf üniversitede ders veren asistan benimle aynı üstü (top) giyiyor diye ilk dersin sonuna hiç üşenmeden eve üstümü değiştirmeye gitmişliğim bile var. Ya da bulunduğum mekanda benimle aynı elbiseyi giyen birini görünce acilen alışveriş yapmışlığım. Artık birazcık da olsa akıllandığımdan bu denli saçmalamıyorum elbet, en azından eskisi kadar rahatsızlık duymuyorum bu "pişti" olma durumlarından.

Bu yazdıklarımı okuyanlar butiklerden alışveriş yaptığımı ya da yalnızca özel tasarım giydiğimi düşünebilirler ama tabi ki yok öyle birşey. Malesef Nükhet teyzemin kendi kızını dünyaya getirmesi ile şahsıma özel tasarım kıyafet giyme devrim de altı yaşımda son buldu.

Söylemeyi unuttum sanırım, bahsettiğim ses kaydı benim 4 yaşında olduğum zamanlara denk geliyor.

Moda konusunda bilirkişi olduğumu iddia etmesem de gezip görmek ve de gözlemlemekten kaynaklı az çok bir algı açıklığım olduğunu söyleyebilirim. Uygulamada başarıya ulaştığımı söyleyemem ama yine neler olup bitiyor takip ederken eğlenirim. Hatta Melis Alphancılık oynamaktan da bol keyif alırım..

Bu kadar zırvalamayı aslında yarın başlayacak İstanbul Moda Günleri (İstanbul fashion days) etkinliği hatrına yapıyorum.


İTKİB ve Moda Tasarımcıları Derneği (MTD) işbirliği ile Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilecek olan Istanbul Fashion Days (IFD), 26-29 Ağustos 2009 tarihleri arasında güzeller güzeli, kıskanılası İTÜ Taşkışla Kampüsü'nde moda severlerle buluşacak.

Önde gelen moda tasarımcılarının defile ve butik fuar organizasyonu olan ISTANBUL FASHION LAB, IFD çatısı altında Türk tasarımcılarının çizgilerini dünyaya yansıtırken hazır giyim firmalarına odaklanan BRANDIST ise markaların defile ve fuar platformu olacak.

Genç moda tasarımcıları için de önemli bir platform sunarak, sektöre adım atmalarını sağlayan, İTKİB Genç Moda Tasarımcıları Yarışması ise bu yıl ilk kez KOZA adıyla IFD bünyesinde devam edecek.

Bahar Korçan, Arzu Kaprol, İdil Tarzi, Hakan Yıldırım gibi birçok önemli ismin koleksiyon sergileyeceği etkinliği biz Alternatif İstanbul ekibi olarak elimizden geldiğince, işten vakit buldukça takip edeceğiz.

Özellikle Ezgiyle ben cuma akşamı gerçekleşecek Bahar Korçan'ın "Kabullen ya da Değiştir" temalı 2010 Yaz koleksiyonunu merakla bekliyoruz. Kendisinin sosyal medyayla olan son dönemdeki yakın ilişkisini de tebrik ve takdir ediyoruz.

Ayrıntılar birkaç gün sonra burada..

Ama öncesinde sizlere Ajda Pekkan'dan Moda Yolunda şarkısı armağan..

İstanbul, Moda yolunda..



Bir varmış bir yokmuş..

Daha MP3'ler kasetlerin, blue rayler vhs'lerin tahtına oturmamışmış..

İşte bu vakitlerden birinde Gökşen isimli mini mini bir kızın sesini kaydetmiş sevgili kuzenleri kasete.

Evet bu ben oluyorum. Bahsettiğim kaset ise bildiğiniz amatör bir röportaj kaydı. Seneler sonra elime geçtiğinde gülmekten gözlerimden yaşlar geldiğini hatırladığım bu kayıtta kendime ait özel sırları bir bir ifşa ediyorum. Gezegen üzerinde bu kadar çok mekan değiştirmeseydim kaseti kaybetmez sizinle de paylaşırdım. Belli mi olur belki ortalığı biraz toparlar ve uslu olursam şirinlerle birlikte kaseti de bulurum.

Mevzu bahis röportaj esnasında bir dizi soru soruluyor bana. Bunlardan zihnime kazınan birkaç tanesini paylaşacağım sizinle ve ardından asıl mevzuya geçeceğim.

Kuzenlerden en afacan olanından geliyor bir soru, vücudunda en çok nereyi beğeniyorsun diye, düşünüyorum mırın kırın ediyorum ve "saçlarım" diyorum. Not: saçlarım o vakitler kısacık..

Bir başka soru geliyor, en sevdiğin kıyafetin hangisi diye. Yine birkaç saniyelik düşünme faslı ve cevap "Nükhet teyzemin diktiği mavi elbise". Neden diye soruyorlar devamında, cevap gayet net, "çünkü kimsede yok".

O zamandan beridir giydiğim bir nesneyi başkasının üstünde gördüğümde nedense utanırım. Sırf üniversitede ders veren asistan benimle aynı üstü (top) giyiyor diye ilk dersin sonuna hiç üşenmeden eve üstümü değiştirmeye gitmişliğim bile var. Ya da bulunduğum mekanda benimle aynı elbiseyi giyen birini görünce acilen alışveriş yapmışlığım. Artık birazcık da olsa akıllandığımdan bu denli saçmalamıyorum elbet, en azından eskisi kadar rahatsızlık duymuyorum bu "pişti" olma durumlarından.

Bu yazdıklarımı okuyanlar butiklerden alışveriş yaptığımı ya da yalnızca özel tasarım giydiğimi düşünebilirler ama tabi ki yok öyle birşey. Malesef Nükhet teyzemin kendi kızını dünyaya getirmesi ile şahsıma özel tasarım kıyafet giyme devrim de altı yaşımda son buldu.

Söylemeyi unuttum sanırım, bahsettiğim ses kaydı benim 4 yaşında olduğum zamanlara denk geliyor.

Moda konusunda bilirkişi olduğumu iddia etmesem de gezip görmek ve de gözlemlemekten kaynaklı az çok bir algı açıklığım olduğunu söyleyebilirim. Uygulamada başarıya ulaştığımı söyleyemem ama yine neler olup bitiyor takip ederken eğlenirim. Hatta Melis Alphancılık oynamaktan da bol keyif alırım..

Bu kadar zırvalamayı aslında yarın başlayacak İstanbul Moda Günleri (İstanbul fashion days) etkinliği hatrına yapıyorum.


İTKİB ve Moda Tasarımcıları Derneği (MTD) işbirliği ile Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilecek olan Istanbul Fashion Days (IFD), 26-29 Ağustos 2009 tarihleri arasında güzeller güzeli, kıskanılası İTÜ Taşkışla Kampüsü'nde moda severlerle buluşacak.

Önde gelen moda tasarımcılarının defile ve butik fuar organizasyonu olan ISTANBUL FASHION LAB, IFD çatısı altında Türk tasarımcılarının çizgilerini dünyaya yansıtırken hazır giyim firmalarına odaklanan BRANDIST ise markaların defile ve fuar platformu olacak.

Genç moda tasarımcıları için de önemli bir platform sunarak, sektöre adım atmalarını sağlayan, İTKİB Genç Moda Tasarımcıları Yarışması ise bu yıl ilk kez KOZA adıyla IFD bünyesinde devam edecek.

Bahar Korçan, Arzu Kaprol, İdil Tarzi, Hakan Yıldırım gibi birçok önemli ismin koleksiyon sergileyeceği etkinliği biz Alternatif İstanbul ekibi olarak elimizden geldiğince, işten vakit buldukça takip edeceğiz.

Özellikle Ezgiyle ben cuma akşamı gerçekleşecek Bahar Korçan'ın "Kabullen ya da Değiştir" temalı 2010 Yaz koleksiyonunu merakla bekliyoruz. Kendisinin sosyal medyayla olan son dönemdeki yakın ilişkisini de tebrik ve takdir ediyoruz.

Ayrıntılar birkaç gün sonra burada..

Ama öncesinde sizlere Ajda Pekkan'dan Moda Yolunda şarkısı armağan..

Kaybeder Gibi Olduklarımız...

Image Hosted by ImageShack.us



Bugün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Sinema Salonları Zor Durumda” başlıklı haberde bağımsız filmlerin gösterildiği sinemaların yanı sıra, büyük zincirlere bağlı salonların da kapanma tehlikesi altında oduğu belirtiliyordu.


Aklım bir gün önce Radikal’de okuduğum Kemal Yılmaz’ın yazısına gitti. Söz konusu yazıda, Roll dergisinin üç ayda bir çıkarılması kararının alındığı, bundan sonrası için durumun ise belirsiz olduğu bilgisi veriliyordu. Hafif Müzik ise, konuya farklı ve bana göre çok doğru bir açıdan yaklaşarak “Roll kapanmasın evet ama ya biz yeterince sahip çıkıyor muyuz?” diye özetlenebilecek görüşünü aktarıyordu.


Image Hosted by ImageShack.us



İstanbul’un her nedense güdükleşen kültür-sanat ortamında Cumhuriyet’in gündeme getirdiği sinema salonlarının içinde bulunduğu zor durum konusu, kafamın içinde Roll’ün sıkıntısı ile birleşiyor ve düşünüyorum: hayatımıza internet girdiğinden beri sevdiğimiz dergi ve fanzinleri arka plana attık, hatta yayıncılara internet sitesi kurmaları yönünde baskı yaptık, DVD ve Divx çıktığından bu yana görmek istediğimiz sinema filmlerini beyazperdede izlemek yerine yatağımızdan kalkmadan izlemeyi tercih eder olduk, eh kitap ya da çizgi roman okumak, ya da hatırı sayılır bir müzik arşivi oluşturmak gibi ıvır zıvır uğraşları terkedeli neredeyse çeyrek yüzyıl geçti.



Olayı “ne çabuk tüketiyoruz herşeyi” klişesine getirmeyeceğim ancak kendi birikimini oluşturan ögelerin kaybedilişine samimi tepki gösteren kişileri “ağlak bir nostalji tutkunu” olarak yaftalamadan önce bir durup düşünmek gerek. Altını tekrar çiziyorum, samimi bir tepki göstermek. Yani eğer Alkazar Sineması bir sinema filmini epi topu 25 kişilik bir salona gösterebiliyorsa, ya da İstanbul’un o çok meşgul insanları film festivallerinde kaçırdıkları filmleri Yeşilçam Sineması’nda izleyebileceklerini bilmiyorlarsa... Bu mekanlar birer birer kapandığında “İstanbul değerlerini kaybediyor, yerine kimbilir neler açılır?” diye ağlaşmak geçici etki yaratan ama fuzuli bir çaba olarak kalacaktır.



Başta Roll olmak üzere benzer durumdaki her yayın için de aynı düşünceyi taşıyorum. Sahi Roll kapanmasın, kapanmasın ama kapanmaması için en azından Roll’e değer veren okuyucu da elini taşın altına soksun. Hani şimdilik 3 ayda bir kavuşacağımız bir dergi Roll, ama sonrası?

Başta Yeşilçam ve Alkazar olmak üzere tüm sinema salonları için de aynı düşünceyi taşıyorum. Aslında bunun için nasıl bir İstanbul aradığımızı anlamak gerekiyor sanırım: Kaybettiği kültür mekanlarının molozlarında ağlak hayaletlerin gezdiği tuhaf ve terkedilmiş bir beton yığını mı? Yoksa yalnızca festivallerde değil, yılın tüm zamanlarında yaşayan, akıp giden bir şehir mi?

Kaybeder Gibi Olduklarımız...

Image Hosted by ImageShack.us



Bugün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Sinema Salonları Zor Durumda” başlıklı haberde bağımsız filmlerin gösterildiği sinemaların yanı sıra, büyük zincirlere bağlı salonların da kapanma tehlikesi altında oduğu belirtiliyordu.


Aklım bir gün önce Radikal’de okuduğum Kemal Yılmaz’ın yazısına gitti. Söz konusu yazıda, Roll dergisinin üç ayda bir çıkarılması kararının alındığı, bundan sonrası için durumun ise belirsiz olduğu bilgisi veriliyordu. Hafif Müzik ise, konuya farklı ve bana göre çok doğru bir açıdan yaklaşarak “Roll kapanmasın evet ama ya biz yeterince sahip çıkıyor muyuz?” diye özetlenebilecek görüşünü aktarıyordu.


Image Hosted by ImageShack.us



İstanbul’un her nedense güdükleşen kültür-sanat ortamında Cumhuriyet’in gündeme getirdiği sinema salonlarının içinde bulunduğu zor durum konusu, kafamın içinde Roll’ün sıkıntısı ile birleşiyor ve düşünüyorum: hayatımıza internet girdiğinden beri sevdiğimiz dergi ve fanzinleri arka plana attık, hatta yayıncılara internet sitesi kurmaları yönünde baskı yaptık, DVD ve Divx çıktığından bu yana görmek istediğimiz sinema filmlerini beyazperdede izlemek yerine yatağımızdan kalkmadan izlemeyi tercih eder olduk, eh kitap ya da çizgi roman okumak, ya da hatırı sayılır bir müzik arşivi oluşturmak gibi ıvır zıvır uğraşları terkedeli neredeyse çeyrek yüzyıl geçti.



Olayı “ne çabuk tüketiyoruz herşeyi” klişesine getirmeyeceğim ancak kendi birikimini oluşturan ögelerin kaybedilişine samimi tepki gösteren kişileri “ağlak bir nostalji tutkunu” olarak yaftalamadan önce bir durup düşünmek gerek. Altını tekrar çiziyorum, samimi bir tepki göstermek. Yani eğer Alkazar Sineması bir sinema filmini epi topu 25 kişilik bir salona gösterebiliyorsa, ya da İstanbul’un o çok meşgul insanları film festivallerinde kaçırdıkları filmleri Yeşilçam Sineması’nda izleyebileceklerini bilmiyorlarsa... Bu mekanlar birer birer kapandığında “İstanbul değerlerini kaybediyor, yerine kimbilir neler açılır?” diye ağlaşmak geçici etki yaratan ama fuzuli bir çaba olarak kalacaktır.



Başta Roll olmak üzere benzer durumdaki her yayın için de aynı düşünceyi taşıyorum. Sahi Roll kapanmasın, kapanmasın ama kapanmaması için en azından Roll’e değer veren okuyucu da elini taşın altına soksun. Hani şimdilik 3 ayda bir kavuşacağımız bir dergi Roll, ama sonrası?

Başta Yeşilçam ve Alkazar olmak üzere tüm sinema salonları için de aynı düşünceyi taşıyorum. Aslında bunun için nasıl bir İstanbul aradığımızı anlamak gerekiyor sanırım: Kaybettiği kültür mekanlarının molozlarında ağlak hayaletlerin gezdiği tuhaf ve terkedilmiş bir beton yığını mı? Yoksa yalnızca festivallerde değil, yılın tüm zamanlarında yaşayan, akıp giden bir şehir mi?

Kaybeder Gibi Olduklarımız...

Image Hosted by ImageShack.us



Bugün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Sinema Salonları Zor Durumda” başlıklı haberde bağımsız filmlerin gösterildiği sinemaların yanı sıra, büyük zincirlere bağlı salonların da kapanma tehlikesi altında oduğu belirtiliyordu.


Aklım bir gün önce Radikal’de okuduğum Kemal Yılmaz’ın yazısına gitti. Söz konusu yazıda, Roll dergisinin üç ayda bir çıkarılması kararının alındığı, bundan sonrası için durumun ise belirsiz olduğu bilgisi veriliyordu. Hafif Müzik ise, konuya farklı ve bana göre çok doğru bir açıdan yaklaşarak “Roll kapanmasın evet ama ya biz yeterince sahip çıkıyor muyuz?” diye özetlenebilecek görüşünü aktarıyordu.


Image Hosted by ImageShack.us



İstanbul’un her nedense güdükleşen kültür-sanat ortamında Cumhuriyet’in gündeme getirdiği sinema salonlarının içinde bulunduğu zor durum konusu, kafamın içinde Roll’ün sıkıntısı ile birleşiyor ve düşünüyorum: hayatımıza internet girdiğinden beri sevdiğimiz dergi ve fanzinleri arka plana attık, hatta yayıncılara internet sitesi kurmaları yönünde baskı yaptık, DVD ve Divx çıktığından bu yana görmek istediğimiz sinema filmlerini beyazperdede izlemek yerine yatağımızdan kalkmadan izlemeyi tercih eder olduk, eh kitap ya da çizgi roman okumak, ya da hatırı sayılır bir müzik arşivi oluşturmak gibi ıvır zıvır uğraşları terkedeli neredeyse çeyrek yüzyıl geçti.



Olayı “ne çabuk tüketiyoruz herşeyi” klişesine getirmeyeceğim ancak kendi birikimini oluşturan ögelerin kaybedilişine samimi tepki gösteren kişileri “ağlak bir nostalji tutkunu” olarak yaftalamadan önce bir durup düşünmek gerek. Altını tekrar çiziyorum, samimi bir tepki göstermek. Yani eğer Alkazar Sineması bir sinema filmini epi topu 25 kişilik bir salona gösterebiliyorsa, ya da İstanbul’un o çok meşgul insanları film festivallerinde kaçırdıkları filmleri Yeşilçam Sineması’nda izleyebileceklerini bilmiyorlarsa... Bu mekanlar birer birer kapandığında “İstanbul değerlerini kaybediyor, yerine kimbilir neler açılır?” diye ağlaşmak geçici etki yaratan ama fuzuli bir çaba olarak kalacaktır.



Başta Roll olmak üzere benzer durumdaki her yayın için de aynı düşünceyi taşıyorum. Sahi Roll kapanmasın, kapanmasın ama kapanmaması için en azından Roll’e değer veren okuyucu da elini taşın altına soksun. Hani şimdilik 3 ayda bir kavuşacağımız bir dergi Roll, ama sonrası?

Başta Yeşilçam ve Alkazar olmak üzere tüm sinema salonları için de aynı düşünceyi taşıyorum. Aslında bunun için nasıl bir İstanbul aradığımızı anlamak gerekiyor sanırım: Kaybettiği kültür mekanlarının molozlarında ağlak hayaletlerin gezdiği tuhaf ve terkedilmiş bir beton yığını mı? Yoksa yalnızca festivallerde değil, yılın tüm zamanlarında yaşayan, akıp giden bir şehir mi?

23 Ağustos 2009 Pazar

Erotİstanbul

Kırmızı Nokta

Bostancı'da inşaat halindeki bir residence'ı çevreleyen panolar üzerindeki temsili yatak odası fotoğrafına montajlanmış kırmızı noktalı çizimler. :)



Kırmızı Nokta


Erotİstanbul

Kırmızı Nokta

Bostancı'da inşaat halindeki bir residence'ı çevreleyen panolar üzerindeki temsili yatak odası fotoğrafına montajlanmış kırmızı noktalı çizimler. :)



Kırmızı Nokta


Erotİstanbul

Kırmızı Nokta

Bostancı'da inşaat halindeki bir residence'ı çevreleyen panolar üzerindeki temsili yatak odası fotoğrafına montajlanmış kırmızı noktalı çizimler. :)



Kırmızı Nokta


22 Ağustos 2009 Cumartesi

İstanbul'da "Uzaylı" , Afedersiniz, "Vejetaryen" Olmak...

Kendimi bildim bileli, bazı tercihlerim ve "anormalliğim" sayesinde çoğu zaman "Englishman in New York" şarkısında Sting'in hissettiği gibi "şaşkın şaşkın dolaşan uzaylı" gibi hissederim. İşte bu tercihlerden biri de "vejetaryenliğim"dir. Üniversite birinci sınıfta aldığım ani bir kararla hayatımdan her türlü eti çıkardığımdan beri, hayatım renklendi diyebilirim.



En son Cuma akşamı Gökşen ve Melikcan ile Meksika yemeği yemek için gittiğimiz Baja'da "ben vejetaryenim" dediğimde tatlı garson kızın yüzünde oluşan tuhaf mimikleri görünce artık bu makus talihime karşı çıkmaya ve sesimi duyurmaya karar verdim. Tatlı garson kıza "Evet, vejetaryenim ve bunu söylediğimdeki o tuhaf bakışlardan çok muzdaribim. Ne bu yahu, her yerde o aynı aşağılar gibi tavır?" diye söylenerek ilk eylemimi gerçekleştirdim. Meğer kız da bir zamanlar et yemiyormuş. "O zaman anlaman lazım" diyip ortalığı yumuşatmaya çalıştım biraz.


"Anlamak". İşte sanırım anahtar sözcük bu. Ben vejetaryen olmayı biraz da hayatımdaki çelişkilerden kurtulmak için seçtim. Yani, kurban bayramında et görünce kusacak raddeye gelirken yılın diğer dönemlerinde et tüketmek benim "nazik" ruhumu rahatsız eder olmuştu. Balık yerken çırpınışlarını aklıma getirmek ama yine de lezzetine dayanamayıp yemek, hayatımda en sevdiğim yemek annemin altta patates püresi, üste didiklenmiş tavuk, en üstte de beşamel sos ve kaşar rendesi iken tavuk çiftliklerinde ayaklarından asılan tavukların aklıma gelmesi... Kendimle fena halde çelişiyordum, bir canlının hayatını alma fikri inanılmaz kötü geliyordu ama yine de alışkanlık ve damak tadı yüzünden yiyordum. Sonunda, hazır yeni bir şehire taşınmışım, etrafımda yeni yüzler var ve nasılsa Türkiye sebze cenneti bir ülke, adaptasyon ne kadar zor olabilir ki diye düşünerek beslenmemden eti yok ettim.


Meğer yanılmışım. Türkiye ve "Küçük Türkiye" İstanbul, o güzelim Akdeniz, Ege ve Karadeniz mutfağından çoktan vazgeçmiş, tümüyle Doğu'nun kebabı ve Amerika'nın hamburgeri arasında bir yere sıkışmış kalmış. En benim diyen lokantada dahi 3-4 çeşitten fazla etsiz yemek bulamaz hale gelmişiz. Bulsak dahi, "sebze" lafını duydukları anda sanki bulunmaz hint kumaşı istemiş gibi tavırlı garsonlara maruz kalmaya başlamışız.


Pek çok zamanlar, kendimi 5 sayfalık menüde kaybolmuş, herkes siparişini çoktan vermişken ne yiyeceğimi seçmeye çalışırken bulmuşumdur. En sonunda yiyebileceğim tek şeyin çorba ve pilav olduğunu görüp içinde tavuk suyu, et suyu ya da bulyon olup olmadığını sorgulamaya giriştiğimde ise garsonun bıkmış yüz ifadesiyle burun buruna geldiğim de bakidir.


"Et yemez" olduğumdan beri, hayatımda zaten varolan kara mizah iyice su yüzüne çıkar oldu. Bir gün arkadaşımla güzel bir kahvaltı etme niyetiyle hoş bir terasta yerimizi almış, gelen garsona kahvaltımızı sipariş vermiştik. Özellikle et ürünü istemediğimi belirtmiş olmama rağmen, gelen tabağımda salam ve sosisle karşılaşmış, garsondan içinde salam olmayan etsiz bir tabak getirmesini rica etmiş, gelen ikinci tabağımda "sosis"in hala durduğunu, salamı aldıklarını görmüştüm. "Et ürünü istemediğimi söylemiştim ama" diye sorduğumda ise, "salamı çıkarın dediniz, sosis için bir şey söylemediğinizi düşündük" demeleri karşısında müşteri memnuniyetine verdikleri önem karşısında küçük dilimi yutmuştum. Uzun zaman sonra yediğim tek et ürünü budur.


Kallavi bir sofrada yavaş yavaş yemek yemeyi geçtim, İstanbul denen şu engin şehirde içinde sebze olan bir fast food ürününü bulmak adına verdiğim çabayı görseniz, yıllardır Küçük Emrah'a ait olan "acıların çocuğu" tacını elinden alır, bana verirdiniz.



İstanbul'da, sayısı bir elin parmaklarını bile geçmeyecek sayıda vejetaryen lokanta olmasını bırakın, menülerinde hatırı sayılır miktarda sebze yemeği sunan mekan sayısı oldukça az. Etsiz yemek istediğinizde, çoğunlukla salata ya da ızgara sebze gibi "yan ürünlere" mahkum oluyorsunuz. Halbuki, sözde Türk mutfağından yemekler sunduğunu iddia eden mekanlar gerçek bir mutfak kültürü araştırması yapsalar, kendilerinden utanır ve çekidüzen verirlerdi. Yine de bu yazıyı "İstanbul'da Hayatımı Kurtaran Mekanlar" listemi yayınlamadan bitirmek istemem. Zaten uzun sürmeyecek inanın bana:


- Asmalı Cavit (menüsünde bol ot olan tüm meyhaneler aslında)

- 3. Mevki (Meksika usulü patates yemeği nefis)

- Parsifal

- Zencefil


Tabi menülerinde güzel sebzeli yemekler olan mekanlar da yok değil, bunları bilare düşünüp listelemeliyim.

İstanbul'da "Uzaylı" , Afedersiniz, "Vejetaryen" Olmak...

Kendimi bildim bileli, bazı tercihlerim ve "anormalliğim" sayesinde çoğu zaman "Englishman in New York" şarkısında Sting'in hissettiği gibi "şaşkın şaşkın dolaşan uzaylı" gibi hissederim. İşte bu tercihlerden biri de "vejetaryenliğim"dir. Üniversite birinci sınıfta aldığım ani bir kararla hayatımdan her türlü eti çıkardığımdan beri, hayatım renklendi diyebilirim.



En son Cuma akşamı Gökşen ve Melikcan ile Meksika yemeği yemek için gittiğimiz Baja'da "ben vejetaryenim" dediğimde tatlı garson kızın yüzünde oluşan tuhaf mimikleri görünce artık bu makus talihime karşı çıkmaya ve sesimi duyurmaya karar verdim. Tatlı garson kıza "Evet, vejetaryenim ve bunu söylediğimdeki o tuhaf bakışlardan çok muzdaribim. Ne bu yahu, her yerde o aynı aşağılar gibi tavır?" diye söylenerek ilk eylemimi gerçekleştirdim. Meğer kız da bir zamanlar et yemiyormuş. "O zaman anlaman lazım" diyip ortalığı yumuşatmaya çalıştım biraz.


"Anlamak". İşte sanırım anahtar sözcük bu. Ben vejetaryen olmayı biraz da hayatımdaki çelişkilerden kurtulmak için seçtim. Yani, kurban bayramında et görünce kusacak raddeye gelirken yılın diğer dönemlerinde et tüketmek benim "nazik" ruhumu rahatsız eder olmuştu. Balık yerken çırpınışlarını aklıma getirmek ama yine de lezzetine dayanamayıp yemek, hayatımda en sevdiğim yemek annemin altta patates püresi, üste didiklenmiş tavuk, en üstte de beşamel sos ve kaşar rendesi iken tavuk çiftliklerinde ayaklarından asılan tavukların aklıma gelmesi... Kendimle fena halde çelişiyordum, bir canlının hayatını alma fikri inanılmaz kötü geliyordu ama yine de alışkanlık ve damak tadı yüzünden yiyordum. Sonunda, hazır yeni bir şehire taşınmışım, etrafımda yeni yüzler var ve nasılsa Türkiye sebze cenneti bir ülke, adaptasyon ne kadar zor olabilir ki diye düşünerek beslenmemden eti yok ettim.


Meğer yanılmışım. Türkiye ve "Küçük Türkiye" İstanbul, o güzelim Akdeniz, Ege ve Karadeniz mutfağından çoktan vazgeçmiş, tümüyle Doğu'nun kebabı ve Amerika'nın hamburgeri arasında bir yere sıkışmış kalmış. En benim diyen lokantada dahi 3-4 çeşitten fazla etsiz yemek bulamaz hale gelmişiz. Bulsak dahi, "sebze" lafını duydukları anda sanki bulunmaz hint kumaşı istemiş gibi tavırlı garsonlara maruz kalmaya başlamışız.


Pek çok zamanlar, kendimi 5 sayfalık menüde kaybolmuş, herkes siparişini çoktan vermişken ne yiyeceğimi seçmeye çalışırken bulmuşumdur. En sonunda yiyebileceğim tek şeyin çorba ve pilav olduğunu görüp içinde tavuk suyu, et suyu ya da bulyon olup olmadığını sorgulamaya giriştiğimde ise garsonun bıkmış yüz ifadesiyle burun buruna geldiğim de bakidir.


"Et yemez" olduğumdan beri, hayatımda zaten varolan kara mizah iyice su yüzüne çıkar oldu. Bir gün arkadaşımla güzel bir kahvaltı etme niyetiyle hoş bir terasta yerimizi almış, gelen garsona kahvaltımızı sipariş vermiştik. Özellikle et ürünü istemediğimi belirtmiş olmama rağmen, gelen tabağımda salam ve sosisle karşılaşmış, garsondan içinde salam olmayan etsiz bir tabak getirmesini rica etmiş, gelen ikinci tabağımda "sosis"in hala durduğunu, salamı aldıklarını görmüştüm. "Et ürünü istemediğimi söylemiştim ama" diye sorduğumda ise, "salamı çıkarın dediniz, sosis için bir şey söylemediğinizi düşündük" demeleri karşısında müşteri memnuniyetine verdikleri önem karşısında küçük dilimi yutmuştum. Uzun zaman sonra yediğim tek et ürünü budur.


Kallavi bir sofrada yavaş yavaş yemek yemeyi geçtim, İstanbul denen şu engin şehirde içinde sebze olan bir fast food ürününü bulmak adına verdiğim çabayı görseniz, yıllardır Küçük Emrah'a ait olan "acıların çocuğu" tacını elinden alır, bana verirdiniz.



İstanbul'da, sayısı bir elin parmaklarını bile geçmeyecek sayıda vejetaryen lokanta olmasını bırakın, menülerinde hatırı sayılır miktarda sebze yemeği sunan mekan sayısı oldukça az. Etsiz yemek istediğinizde, çoğunlukla salata ya da ızgara sebze gibi "yan ürünlere" mahkum oluyorsunuz. Halbuki, sözde Türk mutfağından yemekler sunduğunu iddia eden mekanlar gerçek bir mutfak kültürü araştırması yapsalar, kendilerinden utanır ve çekidüzen verirlerdi. Yine de bu yazıyı "İstanbul'da Hayatımı Kurtaran Mekanlar" listemi yayınlamadan bitirmek istemem. Zaten uzun sürmeyecek inanın bana:


- Asmalı Cavit (menüsünde bol ot olan tüm meyhaneler aslında)

- 3. Mevki (Meksika usulü patates yemeği nefis)

- Parsifal

- Zencefil


Tabi menülerinde güzel sebzeli yemekler olan mekanlar da yok değil, bunları bilare düşünüp listelemeliyim.

İstanbul'da "Uzaylı" , Afedersiniz, "Vejetaryen" Olmak...

Kendimi bildim bileli, bazı tercihlerim ve "anormalliğim" sayesinde çoğu zaman "Englishman in New York" şarkısında Sting'in hissettiği gibi "şaşkın şaşkın dolaşan uzaylı" gibi hissederim. İşte bu tercihlerden biri de "vejetaryenliğim"dir. Üniversite birinci sınıfta aldığım ani bir kararla hayatımdan her türlü eti çıkardığımdan beri, hayatım renklendi diyebilirim.



En son Cuma akşamı Gökşen ve Melikcan ile Meksika yemeği yemek için gittiğimiz Baja'da "ben vejetaryenim" dediğimde tatlı garson kızın yüzünde oluşan tuhaf mimikleri görünce artık bu makus talihime karşı çıkmaya ve sesimi duyurmaya karar verdim. Tatlı garson kıza "Evet, vejetaryenim ve bunu söylediğimdeki o tuhaf bakışlardan çok muzdaribim. Ne bu yahu, her yerde o aynı aşağılar gibi tavır?" diye söylenerek ilk eylemimi gerçekleştirdim. Meğer kız da bir zamanlar et yemiyormuş. "O zaman anlaman lazım" diyip ortalığı yumuşatmaya çalıştım biraz.


"Anlamak". İşte sanırım anahtar sözcük bu. Ben vejetaryen olmayı biraz da hayatımdaki çelişkilerden kurtulmak için seçtim. Yani, kurban bayramında et görünce kusacak raddeye gelirken yılın diğer dönemlerinde et tüketmek benim "nazik" ruhumu rahatsız eder olmuştu. Balık yerken çırpınışlarını aklıma getirmek ama yine de lezzetine dayanamayıp yemek, hayatımda en sevdiğim yemek annemin altta patates püresi, üste didiklenmiş tavuk, en üstte de beşamel sos ve kaşar rendesi iken tavuk çiftliklerinde ayaklarından asılan tavukların aklıma gelmesi... Kendimle fena halde çelişiyordum, bir canlının hayatını alma fikri inanılmaz kötü geliyordu ama yine de alışkanlık ve damak tadı yüzünden yiyordum. Sonunda, hazır yeni bir şehire taşınmışım, etrafımda yeni yüzler var ve nasılsa Türkiye sebze cenneti bir ülke, adaptasyon ne kadar zor olabilir ki diye düşünerek beslenmemden eti yok ettim.


Meğer yanılmışım. Türkiye ve "Küçük Türkiye" İstanbul, o güzelim Akdeniz, Ege ve Karadeniz mutfağından çoktan vazgeçmiş, tümüyle Doğu'nun kebabı ve Amerika'nın hamburgeri arasında bir yere sıkışmış kalmış. En benim diyen lokantada dahi 3-4 çeşitten fazla etsiz yemek bulamaz hale gelmişiz. Bulsak dahi, "sebze" lafını duydukları anda sanki bulunmaz hint kumaşı istemiş gibi tavırlı garsonlara maruz kalmaya başlamışız.


Pek çok zamanlar, kendimi 5 sayfalık menüde kaybolmuş, herkes siparişini çoktan vermişken ne yiyeceğimi seçmeye çalışırken bulmuşumdur. En sonunda yiyebileceğim tek şeyin çorba ve pilav olduğunu görüp içinde tavuk suyu, et suyu ya da bulyon olup olmadığını sorgulamaya giriştiğimde ise garsonun bıkmış yüz ifadesiyle burun buruna geldiğim de bakidir.


"Et yemez" olduğumdan beri, hayatımda zaten varolan kara mizah iyice su yüzüne çıkar oldu. Bir gün arkadaşımla güzel bir kahvaltı etme niyetiyle hoş bir terasta yerimizi almış, gelen garsona kahvaltımızı sipariş vermiştik. Özellikle et ürünü istemediğimi belirtmiş olmama rağmen, gelen tabağımda salam ve sosisle karşılaşmış, garsondan içinde salam olmayan etsiz bir tabak getirmesini rica etmiş, gelen ikinci tabağımda "sosis"in hala durduğunu, salamı aldıklarını görmüştüm. "Et ürünü istemediğimi söylemiştim ama" diye sorduğumda ise, "salamı çıkarın dediniz, sosis için bir şey söylemediğinizi düşündük" demeleri karşısında müşteri memnuniyetine verdikleri önem karşısında küçük dilimi yutmuştum. Uzun zaman sonra yediğim tek et ürünü budur.


Kallavi bir sofrada yavaş yavaş yemek yemeyi geçtim, İstanbul denen şu engin şehirde içinde sebze olan bir fast food ürününü bulmak adına verdiğim çabayı görseniz, yıllardır Küçük Emrah'a ait olan "acıların çocuğu" tacını elinden alır, bana verirdiniz.



İstanbul'da, sayısı bir elin parmaklarını bile geçmeyecek sayıda vejetaryen lokanta olmasını bırakın, menülerinde hatırı sayılır miktarda sebze yemeği sunan mekan sayısı oldukça az. Etsiz yemek istediğinizde, çoğunlukla salata ya da ızgara sebze gibi "yan ürünlere" mahkum oluyorsunuz. Halbuki, sözde Türk mutfağından yemekler sunduğunu iddia eden mekanlar gerçek bir mutfak kültürü araştırması yapsalar, kendilerinden utanır ve çekidüzen verirlerdi. Yine de bu yazıyı "İstanbul'da Hayatımı Kurtaran Mekanlar" listemi yayınlamadan bitirmek istemem. Zaten uzun sürmeyecek inanın bana:


- Asmalı Cavit (menüsünde bol ot olan tüm meyhaneler aslında)

- 3. Mevki (Meksika usulü patates yemeği nefis)

- Parsifal

- Zencefil


Tabi menülerinde güzel sebzeli yemekler olan mekanlar da yok değil, bunları bilare düşünüp listelemeliyim.

21 Ağustos 2009 Cuma

Fikir Sahibi Damaklar'dan Çağrı: "Unutmayın, Ne Yersek, O'yuz"

,Fikir Sahibi Damaklar, gerçek gıdadan ayrı düşme halini sorgulayan ve buna karşı çözümler üreten şehirli kişilerin oluşturduğu bir paylaşım platformu. Tercihimizi gerçek gıdadan yana yapmamız halinde üretimin de iyi, temiz ve adil olacağına inanıyor ve bu inançlarını "Ne Yersek O'yuz" diyerek özetliyorlar. Bugüne kadar gerçekleştirdikleri pek çok yaratıcı aktiviteden sonra, geçtiğimiz günlerde içeriğinde Genetiği Değiştirilmiş Organizma bulunmayan ürünleri desteklemeye yönelik bir çağrı yayınladılar. İnsanları 30 gün boyunca içeriğinde GDO bulunduğundan şüphelendikleri ürünleri tüketmemeye, üretici firmaları da bu anlamda sorgulamaya davet eden çağrı epeyce destek gördü ve Fikir Sahibi Damaklar'ın www.fikirsahibidamaklar.org adresinden yayın yapan blogunda ve e-posta grubunda katılımcılar deneyimlerini paylaşmaya başladılar. Biz de Fikir Sahibi Damaklar grubundan sevgili Defne Koryürek ile "temiz, adil ve güvenli gıda"nın hayatımızı nasıl değiştireceği üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

"Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" konusunda geçmeden önce Fikir Sahibi Damaklar'dan biraz söz edelim istiyorum.

Kanaatimizce, şehirli insan, gece saat 10'a kadar açık kalan hipermarketlerin insanı tembelliğe iten konforu karşısında, satılan yoğurdun "gerçekten" yoğurt, ekmeğin "gerçekten" ekmek olup olmadığını düşünmeyi bıraktı ve nihayetinde, gıda yerine gıdaymış gibi yapan, büyük üreticilerin karını arttırma odaklı ar-ge çalışmalarının karşılığı, pek çok "endüstriyel" ürünü tüketir oldu.

Biz Fikir Sahibi bünyesinde hızlı hayatın sebebiyet verdiği bu "gerçek gıdadan ayrı düşme hali"ne çözümler üreten aktiviteleri benimsedik. Çünkü hem şehirli kalıp hem de gerçek gıdalarla hayat kalitemizi yükseltebileceğimize inanıyoruz. Bu amaçla "şehirli insanın avcılığı" diye özetlenebilecek aktiviteler düzenliyoruz. Geçmiş aktivitelerimiz arasında Belgrad ve Polenezköy ormanlarında mantar eğitimi; evde ekşi maya ekmek üretimi ve Slow Food'un felsefesi paralelinde "iyi", "temiz" ve "adil" kavramlarını pratik ettigimiz toplu yemek şölenimiz sayılabilir.
Hiç bir maddi ilişki içinde gerçekleşmeyen tüm bu aktiviteler makul eğitim almış, zeki ve meraklı bireylerin damağının fikrini konuştuğu fırsatlar ve belki de aslen bir "hayatta kalma" pratiği. Dernek degiliz, legal ve ya hiyerarsik bir orgutlenmemiz yok ama tutkuluyuz. slow food'un temsilcisi sayiyoruz kendimizi, fikren. Bugday Ekolojik Yaşam Dernegi, Pembe Domates Ağı, GDO'ya Hayır Platformu ile işbirliği içinde sayıyoruz kendimizi, onların dostu olmaktan gurur duyuyoruz. Istanbul Culinary Institute'un destegini cok aldik. 300'ü aşkın üyemizle Slow Food'un Türkiye'de (simdilik, elbette) en geniş temsil bulan grubuyuz.


Fikir Sahibi Damaklar topluluğun öncelikli konularından biri GDO'lı yiyecek ve içecekler. Çok güzel bir tanımlamayla "Frankeştayn" da denilen bu ürünlere neden karşısınız?


İyi, temiz ve adil olanı dünyanın tum insanları olumlu karşılar. tüm dinler, tüm ideoloji ve aklınıza gelebilecek her türlü sistem bu üçünün insanlık icin doğru olan olduğunu söyler. Biz de, vicdan sahibi, zeki bireyler olarak iyi, temiz ve adil olana inanıyoruz. Ayrıca "ne yersek O'yuz".



Fikir Sahibi Damaklar'ın blogunda ve e-posta grubunda bir çağrı yayınladınız. Katılımcıları 30 gün boyunca GDO'lu yiyecekleri tüketmemeye yönlendiren bu çağrının ardından, gruptaki kişiler kendi deneyimlerini paylaşmaya başladı. Sonuçlar çok çarpıcı: İçtiğimiz birada glikoz şurubu, yediğimiz çikolatada soya lesitini, kullandığımız yağda ve tükettiğimiz cipslerde GDO'lu mısır kullanılmakta. Peki, yiyecek ve içeceklerdeki bu yozlaşmaya karşı nasıl mücadele edeceğiz? Organik ürün tüketmek yeterli mi?



Öncelikle, ne kadar güçlü olduğumuzu hatırlamak zorundayız. Cebimizden harcadığımız her kuruş, Google'da yaptigimiz her arama... Üreticiler tarafindan istatistiki veri olarak değerlendiriliyor. Bizi huzursuz edeni, bize satamayacaklarını göstermemiz sadece bir niyet meselesi. Paramızı alabilmek icin arzu ettiğimiz malı satacaklardır eninde sonunda! Siyasiler de oyumuzun peşinde, neticede. Bizi zehirleyene oy vermeyeceğimizi göstermemiz çok şeyi değiştirecektir. Tek yapmamız gereken, idrak etmek. Tercihimizi bugün icin değil, yarın ve çocuklarımız için yapmak ve taraftar toplamak. Tek başına değişmek, kolay değil. Ama annenizi, kızınızı ve iş arkadaşınızı da katarsanız yanınıza... Dünyayı değiştirirsiniz. Gücümüze güvenmek zorundayız. Organik üretime gelince. Gönül aslında toprağına saygılı tarım yapan, hayvanının doğasına hürmet eden üreticiden yana. Ama bugünkü düzende organik ciddi bir teminat. Evet, organik tüketin.



Aslında sunu da merak ediyorum: Yıllarca önüne getirileni kabullenmiş tüketicilerin kemikleşmiş yeme-içme alışkanlıklarına karşı da aktivist bir duruş sergiliyorsunuz aslında. Yemeğin yanında her gün gazlı içecek tüketenler, organik sebze ve meyvenin "pahalı" olması nedeniyle alamadığını söyleyenler, menülerindekini sorgulamaya yanaşmayan yiyecek içecek işletmeleri. Sizce bu algılar nasıl değişir?



Değişir. Biz bir haftada ince belli bardakta çaydan, sokakta yürürken içmelik karton bardak kahvesine sıçramış bir tüketici grubuyuz. Değişime karşı önyargımız yok. Hoşumuza gitsin, yeter. Umuyorum bizim anlattıklarımız bir durdursun tüketiciyi ve neyin hoşuna gittiğini düşündürsün.



İstanbul'da yemeklerinde kullandığı malzemelerde GDO'suz olanı tercih eden yeme-içme mekanları konusunda bir arşiv çalışması da yapmak istediğinizi biliyoruz. Şu ana kadar listenize girebilmiş bir mekan var mı?




Eminim tüm sektor emekçileri "gerçek gıda" nedir, biliyorlar ve satabilmek de isterler. Yeter ki biz tüketici olarak talep edelim.

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons