Daha önceki düşüncelerimle çelişeceğimi bile bile milletçe mizah duygumuzun pek gelişmiş olduğunu ve gülmeyi seven bir toplum olduğumuzu iddia edeceğim. Yıllar yılı yazlık sinemalarda ağlama seansları düzenlediğimizi, 80 sonrası vuku bulan arabesk fırtınası ile acıların çocuğu etiketini üzerimize pek güzel uydurduğumuzu, yeni televizyon yayıncılığı anlayışında arkaya dayanan içli müzik eşliğinde hangi programın ne kadar ağlatabiliyorsa o kadar reyting aldığını yazan ben değilmişim gibi bu sözlerimin tam tersini savunacak, kendi düşüncelerimi afiyetle yutacağım! Zira hangi kanalı açsam millet "haydi eller havaya, atalım göbecikleri, ohh ohhhh sefam olsun!" havasında. Uzaktan biri görse "aaa, ne güzel hiç dertleri yok herhalde, mutlu mutlu oynuyorlar." der. Uzaktan değil, bizzat olayların içinden baktığımız için işin aslını biliyoruz: dertler almış başını gitmekteyken bir şekilde deşarj olmaya ihtiyacımız var. Bu noktada mahallecek toplaşan kadınları servislerle stüdyolara taşıyan TV kanalları imdada yetişiyor. Örneğin Hatice Teyze bir gün önceden "Hadi toplaşıp bilmemkimin programına gidelim komşular" diyor, aynı mahalleden 30-40 kadın altın gününe gider gibi süslenip kanalların tahsis ettiği araçlarla hiç bilmedikleri ve normalde uzaktan görebilecekleri cam plazalara doğru yol alıyorlar.
İyi de bu durumu yalnızca deşarj olma isteğiyle açıklamak yeterli mi? Dün kanalın birinde kim olduğunu bilmediğim bir kızın üzerine stüdyodaki kadınlar "Kızım sen bize böyle davranırsan kocanı döversin!" diye saldırıyorlardı. Kızın yaptığı büyük olasılıkla kaynanalı damatlı programlardan birine katılıp yırtıklık sergilemekti, programın seyircileri ise derhal ağzının payını verdiler. Zaten milletçe bir huyumuz da biraz sesini çıkaran bir hatun kişi görünce derhal kocasının durumuna atıfta bulunmaktır. Örneğin otobüste fordçuluk yapan biri yüzünden ortamın sessizliğini bozan(!) kadının evdeki kocasına nasıl davranıyor olduğu içten içe merak edilirken sürtünen adamın ev ve ne bileyim cinsel hayatı mevzu bahis edilmez. Orta yaşın üzeri kadınlar bir konuda tepki gösterirlerse ve parmaklarında alyans yoksa derhal evde kaldığı veya kocasının ilgi göstermediği gibi seksist düşüncelere maruz kalırlar. Daha da kötüsü bunu bizzat hemcinsleri yapar. Sanırsınız ki bu yorumlarda bulunanların yaşamları Holivud'un romantik aşk filmleri gibi geçiyor.
Televizyondaki diziler ise bir başka alem. Geçenlerde bir dizi tanıtımında bir karakter için "arabacı takımından" benzetmesi yapılıyordu. Kılığıyla kıyafetiyle, başındaki kasketiyle köyden yeni göçetmiş bir kişi sözkonusuydu. Bu kıyafeti giymiş birine yakıştırılan sıfat "arabacı takımı" olunca ister istemez şekilciliğimizin vardığı son noktayı da merak etmeden yapamıyor insan. İşin daha da kötüsü bu dizilerin zaten alt ya da orta direk seyirciye hitaben çekiliyor olması. İnsanlar kendi içlerinden, kendilerinden biri gibi giyinen ve aslında sosyal statü olarak pek de farklı olmadıkları bu kişiye yakıştırılan sıfatı kabullenip züppe ve şehirli olanla arasından geçenlere gülüyorlar. Mı acaba? Çok az dizinin gerçekten takip edildiği, kalanının reyting almadığı gerekçesiyle kaldırıldığı günümüzde senaristler neden bu tarz zengin-fakir çatışması gibi bayat bir konuyu ısıtıp ısıtıp sunuyor? Tutmadığı alenen ortadayken yapımcılar neden para akıtıyor?Reyting ölçümlerine baktığımızda üst burjuvaziyi anlatan öykülerin çok seyredildiğini görüyoruz ama mahalle dizileri zamanında bunların prim yapmıyor olması ayrı bir gerçek. Bu durumda homojen bir seyirciden söz etmek zor ama benim kafamı karıştıran nokta insanların bir yandan hiç sahip olamayacakları hayatları izlemekten keyif alırken öte yandan kendi içlerinden öyküleri de seviyor olmaları. Bu öykülerdeki kahramanlar daha gerçek, hayat pahalılığı, ev kirası, okul masrafı gibi sorunları var. Diğerlerinin ise başka dertleri var. Belki gerçek hayatta yaşanan çelişkileri daha sosyolojik açıdan irdeleyen senaryolar yazılsa tutabilir. Gene soru eki ekleyeceğim: Tutabilir mi acaba? Şöyle bir dizi düşünelim: Villakentlerin yakınlarındaki gecekondularda oturanların yanıbaşlarında bulunan villa sahiplerinin evlerinin duvarlarını neden gitgide daha da yükselttiğini sorgulayan, neden gölgemizden korkar hale geldiğimizi merak eden, milletçe artan paranoyaklığımızın sebebini soruşturan karakterleri olsun. İzlenir mi yoksa ağır mı gelir? Yeterince acı ve gözyaşı dolu hayatımıza bir de bunları katarsak ne olur?
Bu konuları televizyon dizilerinde işlemek zor, her halükarda yapımcılar gelecek reklam gelirine bakmalılar ancak nispeten daha özgür bir mecra olan sinema imdadımıza yetişiyor. 80 sonrası toplumsal filmler yayınlandığında hala çok fazla izleniyor çünkü samimi ve abartıdan uzak geliyor. Yakın dönem yapımları içerisinde ise yakın tarihten insan öyküleri anlatanlar tercih ediliyor. Bu durumda insanların idealist tarafını sinema, sıradanlık tarafını ise televizyon doyuruyor diyebilir miyiz? Şeklen komedi gibi gözüken ve yakın zamanda vizyona giren filmlerde dahi suya sabuna dokunuyor ucundan kıyısından. Suya sabuna dokunmayı bırakın baştan aşağı yıkayan Türk filmleri de vizyona girmeye devam ediyor. Ben çıtır çerez tabir edilen sinema filmlerini dahi televizyon dizilerine tercih ederim doğrusu. Örneğin aklıma "Çalsın Sazlar" adlı Türk filmi geliyor. Perran Kutman'ın benim gözümde devleştiği yapımlardan biri olan bu filmde Aysel Ateş ile gazino sahibi arasında geçen diyalog hem gözümden yaş gelircesine güldürüyor, hem de gelişen olanaklara rağmen ironide bu filmi yakalayamayan popüler kültür lokmalarını düşündürüyor. Yazımı sonlandırırken Ajdar Anik'e daha fazla meydan dayağı atılmamasını yürekten diliyorum. Dün haber diye Mehmetalibey'in kendisini sazla patakladığı gösterildi, gerçekten üzüldüm. Ben severim Ajdar'ı. Kendisinin sosyal mesajlı şarkılarının en önde giden takipçilerindenim. Yazıyı böylece sonlandırırken sizleri kült ikonam Aysel Ateş ile başbaşa bırakıyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder