21 Ocak 2007 Pazar

''Loksandra:Bir İstanbul Düşü''


''Loksandra:Bir İstanbul Düşü'' adlı kitap ile ilgili bu yazıyı aylar önce Alternatif-İstanbul'da yayınlamıştım. Ancak aylar önceki arşive dönüp bakmalarını istemek okuyucuya haksızlık olur. Hrant Dink'in ölümünden sonra Maria Yordanidu'nun bu kitabı daha da anlam kazandı gözümde. İstanbul'un bu güzel öyküsünü 2007 yılının bu berbat İstanbul'una anlam katan Ermeni ve Rum dostlarıma armağan ediyorum. Biliyorum, kimilerine göre aptalca bir duygusallık şu yazdıklarım, hiçbiri umrumda değil, olmadı, olmayacak da.



Birkaç yıl önce bir kitap okumuştum. Bir Rum kadının günlük yaşantısı çerçevesinde aile ilişkilerini, yıllarla bir kentin değişimini ve bu değişime insanların tepkisini anlatıyordu ''Loksandra:Bir İstanbul Düşü.'' Geniş ailesiyle, yedi milletten komşusuyla, mahalle sakinleri ile yaşayıp giden Loksandra bir gün ansızın yıllarca oturduğu Bakırköy'deki evinden taşınmak zorunda kalıyor ve Galatasaray'da (İstavroz Sokağı) bir eve yerleşiyordu. Loksandra kalabalık ailesinin tamamını rahatça ağırlayabildiği büyük evinden tavanına, duvarlarına baktıkça içine afakanlar bastıran yeni evine alışma sürecinde bocalamalar yaşıyor, her sabah sokağından geçen Ermeni sütçüyü, birlikte mangal ateşinde pişmiş bir fincan Türk kahvesini paylaştıkları Türk bekçiyi özlüyordu. Ancak eli mahkum, alışıyordu bu yeni duruma da. Alıştıktan sonra da yıllarca sevdiklerini yemekleriyle mutlu etme geleneğini devam ettirmeye çalışıyor, mutfağın bir kadının en önemli yaşam alanı olması gerektiğine yürekten inanıyor, yemekleri eski tadına kavuşuyordu. Doğrusu kitabı okurken yazarın yaptığı sofra tasvirlerini ağzım sulanarak ve imrenerek okumuştum. Yıllar sonra Çengelköy sokaklarında fellik fellik ayazma aramamızın amacı eski İstanbul'dan kalan izlerin peşine düşmekti elbette... Yıllar sonra bir kadeh rakımın yanında hala topik ve fava geliyorsa mütevazi soframa kim ne derse desin bu şehrin müziğinden mezelerine üzerine sinmiş olan lezzeti kimse silip süpüremez.

Öykünün en önemli mesajı ise ''bir yere ait olabilme''nin insana verdiği rahatlık duygusuydu. Burada anlatılan kesinlikle bir mekana ya da körükörüne bir yere bağlılık değil, yaşanılan yer neresi olursa olsun alışkanlıkları orada sürdürebilmekti .Loksandra bunu zor da olsa başarıyordu, ilk zamanlar eski evindeki tadı vermeyen mezeleri bir süre sonra eski tadına kavuşuyor, etrafındakilerin beğeni nidaları eşliğinde yıllar akıp, geçiyordu. Loksandra zamanın değiştiğini ise etrafındaki durağan yaşamın hareketlenmesinden anlıyor, komşu yüzlerinin farklılaşmasıyla kesinleştiriyordu bu değişimi. Yıllarca rahat rahat yaşadığı sokağına tedirginlik hakim olmaya başlıyor, Ermeni ve Rum komşuları birer birer evlerini boşalttıkça Loksandra korkunç gerçeğin farkına varıyordu: İstanbul artık çocukluğunun şehri değildi, olamayacaktı bir daha. Ülkesine göç etmek zorunda kaldığında ise yaşamındaki en önemli anılarının geçtiği Yeditepe'yi bir daha göremeyeceği gerçeğiyle yüzyüze kalıyor ama bir süre sonra yeni yaşamına da alışıyordu. Kitabın en önemli özelliği ise eski İstanbul'u tüm renkleriyle betimlemesiydi,Tatavla'dan (şimdiki Kurtuluş) tutun da Bakırköy'e kadar...Tatavla'nın kedileri ve köpekleri,bir nevi tiyatro oyuncusu gibi sahneyi paylaşıyorlardı Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve diğer milletlerden insanlarla...

Karoçeri Trava, na pame sta Tatavla / Çek arabacı Tatavla'ya gidelim

Posa Talira yirevis, ya na pas ke na mas feris? / Bizi götürmek için kaç beşlik istersin?

Büyükdere ke Therapia; Tatavla ke Nihori / Büyükdere ve Tarabya; Tatavla ve Yeniköy

Afta ta tessara horia, pu stolizune tin poli / İstanbul'u güzelleştiren işte bu dört köy...


Kitabın sonunda ise Loksandra ve İstanbul için bir devir sona eriyor ve tarihe karışıyorlar.Tarih sahnesine günümüzün İstanbul'u ve yeni sakinleri çıkıyor ve sonra... Sonrası malumunuz...


Yıllar önce babam "Sarı Gelin" türküsünü mırıldanırken bana da sormuştu "Bu türküdeki Sarı Gelin kimdir biliyor musun?" diye. " Bir Ermeni kızıdır. Anadolu'nun umrunda mı Ermeni olmuş, Rum olmuş, Türk olmuş? Anadolu türküsünü yakar, ötesine karışmaz." diye eklemişti, şimdi yıllar sonra bu cümle taş gibi oturdu içime Dink'in tabanı paramparça ayakkabısı kadar, en az Kira(Bayan) Rakel'in "Biz size güvenip de kalmıştık Türkiye'de" deyişi kadar...


2 yorum:

Ozan Ezgi Berberoğlu dedi ki...

Bu fotoğrafın perspektifini çılgınlar gibi kıskandım *huh*

Ezgi dedi ki...

Ben de bu fotoğrafı çeken kızı çok kıskandım. 1 aydır fotoğraf makinasına elini sürmeyen bu kız fotoğraf makinasız sokağa adım attığında kendini çıplak hisseden o kızı kıskanıyor fena halde.

Daha iyi ışıklar, daha iyi kadrajlar, daha iyi perspektifler sizin olsun bayım.

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons