Şu anda The Magnificent Seven adlı filmi izliyorum. Filmin kadrosunu şöyle bir saymak gerekirse: Chris Adams rolünde rol kesen Yul Brynner, Calvera rolünde Elli Wallach, Bernardo rolünde Charles Bronson ve benim adamımı en sona sakladım: Vin rolünde Steve McQueen. Steve’i sona saklamamın elbet bir nedeni var, yıllar önce Kelebek/ Papillon filmi ile alevlenen umutsuz bir aşk hikayesi bu…
Yıllar önce saat sabaha karşı 3’ e gelirken kanepeye tünemiş televizyon izliyordum. Özel kanalların birinde bir film oynamaktaydı: Fransız bir kürek mahkumunun özgürlük mücadelesini anlatan Kelebek/ Papillon. Filmi ortasında yakalamıştım. Bir pezevengi öldürdüğü iddiasıyla küreğe mahkum edilen ve kaçma girişimlerinden sonra hücreye kapatılan Papillon, hücreden çıktığı zaman güçsüz görünmemek ve kürekten firar ederek kendisini haksız yere suçlayan otoritelerden intikamını almak için 5 adımlık hücresinde her gün şınav çekiyor, bir duvardan ötekine defalarca gidip geliyor, duvarda dolaşan karafatmaları yakalayıp protein kaybetmemek için yemeğine katıp yiyordu. Papillon, yıllar sonra hücreden çıktığında sağlıklı sayılabilecek görüntüsüyle polisleri şaşkına çeviriyordu. Bu, Papillon’un sayısız meydan okumalarından yalnızca biriydi. Yıllar yılı kaça yakalana sürdürdüğü özgürlük mücadelesini nihayet kazandığında “Hey Bastards! I’m still here! (Hey Piç Kuruları! Hala hayattayım işte!)’’ diyecek ve kendisini yok etmeye çalışan düzene ve onun temsilcilerine son mesajını da böylece gönderecekti. İşte bu özgürlüğüne düşkün Kelebek rolünde Steve McQueen diye bir adam harikalar yaratmaktaydı ve gıyabında da olsa yıllarca küllenmeden süregelecek bir büyük aşkın ilk kıvılcımını bu filmdeki rolüyle çakmıştı. Steve’in elbetteki bu takıntılı aşktan haberi olamazdı ama kimin umrunda... Bir Nazi kampından kaçış mücadelesi veren Amerikalı tutsakların öyküsünü anlatan “Büyük Kaçış / The Great Escape” ise özgürlüğüne düşkün adam rollerine cuk oturan Steve McQueen’in adeta manifestosu gibiydi. Oyuncunun filmde dublör kullanmadığını, motosikletli sahneleri kendisinin kotarmış olduğunu da eklemekte fayda görüyorum. Bullitt büyük aşkımın bir diğer sevdiğim filmi. Araba yarışlarından hazedenler için hazine değerindeki bu filmde iyilerin Mustang’inin kötülerin Dodge Charger’ını kovaladığı sahne sinemanın kült takip sahneleri arasındaki yerini almıştı. Vanishing Point’e ilham veren bu sahne harcını Vanishing Point’den karan Ölüm Geçirmez’i de dolaylı da olsa etkilemişti.
Kaprisiyle ve film kontratlarına eklettiği bir ton ıvır zıvırla tepki çeken Steve’in derdi ölümünden sonra anlaşılacak ve film yapımcılarından istediği traş makinesı ve jean pantolon gibi malzemeleri gençliğinde kendisinin de çemberinden geçtiği ıslah evindeki dostlarına armağan ettiği öğrenilecekti. Belli ki Steve ününü ve “The Cooler King” karizmasını kullanarak zenginden alıp fakire veriyor ve kendi çapında Robin Hood’culuk oynuyordu.
Huzursuz, Alaycı, Sert ve Gururlu Bir Adam: Humphrey Bogart
Naçizane kulunuzun normal bir insan evladına tutulduğu görülmemiştir. Gerçek hayat ya da beyazperde aşkı olsun, nerede arızalı, nerede huzursuz biri var, gidip bulmak gibi bir beceri sahibiyim. Eh, böyle yetenek timsali bir hatun kişi olarak sinemanın en huzursuz ve karanlık adamı Humphrey Bogart’a tutulmamam mümkün olamazdı elbette.
Humphrey Bogart deyince akla Casablanca filminin geldiğini biliyorum ama beni bu adamın ekseninde döndüren asıl film Dashiell Hammett’in eserinden sinemaya John Huston tarafından uyarlanan 1941 yapımı Malta Şahini / Maltese Falcon’ dur. Film Noir’in öncülerinden sayılan Malta Şahini’nde canlandırdığı Sam Spade, dudağının kenarına iliştirdiği cigarası, fötr şapkası, trençkotu, hınzır bir gülüşü, fevkalade etkileyici bir ses tonu, yakıcı bakışları ve yılan bir dili olan bir özel dedektiftir. (okuyan hatunlar şöyle bir iç çektilerse devam edebilirim.) Spade, evli kadınlarla ilişki kurar, sonra onları mümüklü bir mendil gibi bir kenara fırlatıverir. Ama bu kadınlar öyle saftirik, öyle beyinsizdirler ki Spade'e ister istemez hak verir, ondan yana taraf olursunuz. (kadın kadının kurdu mu ne?) Aynı Bogart, Casablanca’da bütün kadınların ilgi beslediği ama yalnızca tek kadına umutsuzca aşık umursamaz Rick rolünde biz aşık kullarını yer ile yeksan eylemektedir. The African Queen’ de canlandırdığı Charlie Allnut karakteri ise Katherine Hepburn’ün hayat verdiği Rose Sayer’ı da aynı boşvermiş, alaycı ve kaba tavırlarıyla kendine aşık etmektedir. Bogart, kadınları sert, alaycı ve serseri tavırlarla baştan çıkarmakta öyle başarılıdır ki Akademi nihayet şeytan tüylü aktörü görmezden gelemeyerek The Africian Queen'deki üstün performansını “En İyi Erkek Oyuncu” dalında eline tutuşturduğu Oscar heykelciği ile ödüllendirir. (iyi de oynar serseri hani, hakkıdır bu ödül.)
Humphrey Bogart, aşkımı Yedi Kocalı Hürmüz’ün Çizgi Aşkları başlıklı yazımda beyan ettiğim Corto Maltese’in sinema perdesindeki aksidir bir nevi. Duygusuz görünen, ideallerinden taviz vermeyen, maceraperest ve bireyci karakterleri başarıyla canlandıran Bogart, öleli 50 yıl olmasına rağmen hatırlanan bir kült oyuncudur. Beyazperdedeki iki büyük aşkım, McQueen ve Bogart’ın cehennemin en karizmatik adamlarıyla dünyaya bakıp bakıp eğlendiklerine eminim. Onlar eğleniyordur eğlenmesine de ben kendi derdime yanayım: böyle aşklarla daha çoook evde kalırım ben.
0 yorum:
Yorum Gönder