5 Temmuz 2007 Perşembe

Başlık Vardı da Biz mi İçtik Binanaleyh...*

Fotoğraf, bendenize ait olup kış mevsiminde İstiklal caddesinde deklanşörlenmiştir. Arşivden çıkarılıp ne alakaysa bu yazıya iliştirilmiştir. Maksat okuyucu görselsiz kalıp "ıyyy ne görselsiz yazı" demesindir.

Bugün bakkala gittim ey okuyucu, evde küp şeker bitmişti ve de ben çay içmem ama babam çayı şekersiz içmez. Ben hem çay içmediğim hem de vejetaryenliğim münasebetiyle şeker kullanmam çok fazla. Vejetaryenlikle ne alaka diye soranlarınız olabilir, rivayet olunur ki bu küp küp billur gibi beyaz şekerlerimize o beyazlığı tavuk kemiği veriyormuş. Şekere zaten vücudumuzun ihtiyacı çok varmış gibi, almayıverelim efendim, ne lüzumu var ekstra şekere. Meyve şekeri neye yetmiyor. Neyse başa dönüyorum, bakkala gittim ey okuyucu, bakkala gidip de içeri girdiğimde bizim Laz bakkal bana bakıp gülümsüyordu. “Hayda” dedim, “Kesin üzerimde başımda bir yamuk var, saç baş dağılmış, bu adam da bakıp bakıp kafa buluyor benimle.” Çaktırmadan süzüyorum kendimi tepeden tırnağa, neyse ki falso-frikik verme gibi bir durum yok. Zaten ben Tuğba Özay mıyım canım frikik vereyim habire… Adam bir de “günaydın” demez mi, çıldırıciim. Daha aylar önce bana cevap vermeyen, üstüne azarlayan Laz bakkal değil mi bu? O aksi adam gitmiş, kanatsız melek konmuş kasaya sanki. Sesim titreyerekten “Küküküp şeker bi tane lütfen” diyorum. Heyecan basınca kekelerim ben söylemesi ayıp. Adam küp şekeri verip gülümsemeye devam ediyor. Sadece bana da değil, dükkana giren bütün müşterilere de iyilik perisi mübarek. Giren üzerine nur tozu yağmış gibi çıkıyor dışarı. Bu dükkanda bir eksik var ama hadi hayırlısı. Bir kere Seda Sayan’ın Kadırgalı sesi çınlamıyor duvarlarda. Bu tuhaflığı sezince televizyonun durduğu yere bakıyorum ki ne göreyim: 37 ekranın yerinde yeller esmekte! Halbuki bakkalda benden başka biri varsa ekrana bakıyordum sıramı beklerken… Artık şansımıza ne düşerse, siz diyin Seda Sayan, ben diyeyim Malkoçoğlu… Bakkal deseniz artık televizyondan gözünü ayırmadan peynir kesme yeteneğine haiz olmuş ulu bir zat. Şimdi bu televizyonun yerinde yeller esiyor ya, bizim laz bakkala sevimlilik gelmiş. Artık müşterileriyle iletişim kuruyor mesela. Tabi benim gibi uyuzlar için adamın her hareketi kabahat. İlgilense suç, ilgilenmese daha da suç. Sinirim bozuk zira Seda Sayan Nihat Doğan’dan ayrılınca Pazar günü öğleden sonramızı katleden Nihat Doğan Şov’u kaldırtmış diyorlar. Bunun dedikodusunu kiminle yapacağım ben?

Şimdi bu laz bakkal zat-ı alimle pek fena ilgilendi ya, bana iyimserlik geldi ey okur. Üzerimden iyilik tozları akarken minibüse bindim. “İstikamet Kadıköy, ileri” dememizle kır at misali şahlanmamız bir oldu. Kaptan fevkalade bıçkın bir delikanlı, teypte ise en hasından Serdar Ortaç ağabeymiz döktürmekte. Fekat öyle bir açmış ki teybin sesini çenesinde gamze olan ve de bıçkın kaptan, yanımdaki arkadaşımı duymak ne mümkün. Kızcağız yüzüme “neden geldim İstanbul’a” der gibi bakıyor, ben de köyden indim şehere modunda tecrübeli Kezban, “welcome to the cangıl” muhabbeti yapıyorum ki az biraz gevşesin. “Isırmazlar korkma” diyorum ama nafile. Kızcağız sindikçe siniyor. Hadi biz bu şehirde doğduk büyüdük, kuduza kuduzla karşılık veriyoruz ama arkadaşım henüz ısınma aşamasında Yeditepe’ye. Esen rüzgarla birlikte başımın zonklaması artınca içimden bir ses “yeter üleyyyn, deli Ezgi üleyyn” diye bağırmaya başlıyor. Böyle anlarda feriştahı gelse çenemi tutamam, anama çekmişim. Şöför dikiz aynasından dikizlemekte bir yandan, zaten burcumda da yazıyordu: “sevgili yay, artan cazibeniz yıldızları üzerinize yağdıracak” diye. Adamın ilgisini cezbedince “kaptan” diyorum, “müziğin sesini azaltır mısınız lütfen?” Hayret ki ne hayret, adam “tabi” deyip Serdar’ın sesini kısıyor. Arkadaşıma bakıyorum o anda, tir tir titriyor. “Ne oldu yahu?” diyorum, “sen şimdi öyle deyince adam bizi atacak sandım arabadan” diye cevaplıyor. “Bizim şöförlerimiz fevkaladedir, yapmazlar öyle şey” diyorum, sanki aylar önce “kaltak” denerek taksiden kovulan ben değilmişim gibi. Mevzu İngiliz konsolosluğuna Tarlabaşı’ndan inmenin mi yoksa Sıraselviler’den inmenin mi daha kolay olduğu. En son Tarlabaşı’ndan gidelim dediğimi hatırlıyorum, bir de şöförün “arabanın parasını sen mi ödüyorsun kaltak!” dediğini. Neyse. Bunları anlatıp da İstanbul fobisini azdırmaya lüzum yok.

Efendim, bir uzun ama saçma yazıyı daha nihayete erdirirken sizlere iyi geceler ve sinirsiz trafikler ve televizyonsuz bakkallar dileklerimi iletirim. İletişiniz efendim, iletişmek güzeldir. Ben su içmeye gidiyorum. Bu İstanbul’da bir damacana su 5 lira olmuş, halbuki bizim köyde kızları gerzek ya da dünya güzeli yaptığı üzerine rivayetler anlatılan Kalabak suyu 1,30 lira. Siz bana bakıp Kalabak hakkındaki rivayetlerin hangisine inanmak istiyorsanız ona inanabilirsiniz. Son söz olarak Jan Garbarek Kasım’da buralara gelecek diyorlar, umarım aslı astarı vardır. İnsanın İskandinav olası geliyor. Antony'e iki gün kaldı.

*Bu yazıya başlık bulamadığım için fevkalade yaratıcı bir biçimde büyük bir Türk büyüğünden aparttım efenim. Bu yazının 400. yazı olması münasebetiyle bir Antony şarkısı daha yolluyorum size... "Şu konser geçip gitse de kurtulsak" dediğinizi duyar gibiyim. Ben sonsuza kadar sürmesini diliyorum yalnızca...

Ek Not: Bu kadar konser haberi yazıyoruz, davetiye bile göndermiyorsunuz ey organizatörler! Mümkünse çift kişilik olsun gönderilecek davetiyeler. (beleşçi insan. güya mezunuz. öğrenciyken para yoktu, hala da yok. ne anladım bu işten? okula dönüyorum ben. almıyorum diploma falan.)

0 yorum:

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons