“Grbavica: Esma’nın Sırrı” adlı film geçtiğimiz günlerde İstanbul Film Festivali’nde seyircilerinin halini hatırını sorduktan sonra yolunu küçükten hallice bir İç Anadolu şehrine düşürdüğünde bilemezdi elbette sinema koltuklarına gömülmüş birinin Sara karakterinde kendi ilk gençliğini gördüğünü… 15-16 yaşlarında burnunun dikine giden ve her halükarda kendi doğrularına inanan Ezgi meğer annesini ne kadar zorlar, ne kadar fütursuz ve delidolu laflar edermiş geçmişte yaşananları düşünmeden… Annesine empati yapmasını öğütleyip dururken meğer kendi içine ne kadar çok kapanır, yalnızca kendi doğrularından yargı çıkarırmış.
Sanırım kendimi bir film karakteriyle özdeşleştirmeyi bırakıp filmle ilgili birkaç satır karalamalıyım. “Grbavica: Esma’nın Sırrı”; savaştan yeni çıkmış Sarajevo kentinin varoşlarında yaşayan bir kadının kızıyla sürdürdüğü yaşam mücadelesini ana eksene oturtup ilk gençlik bunalımlarından, savaş travmalarından, okul denen acımasız vahşi ormanda hayatta kalma çabalarından ve ne kadar kırıcı laflar edilirse edilsin asla inceldiği yerden kopamayan dostluklardan dem vuran bir film. Filmin her yerde okuyabileceğiniz kısa konusu ise şöyle: “Savaş sonrası Saraybosna… Esma 12 yaşındaki kızıyla kentin Grbavica mahallesinde yaşamaktadır. Babasının savaşta şehit olduğuna kızını inandırmıştır. Yoksulluk ve yalnızlık içinde kızını büyütmeye çalışan Esma, bir gece kulübünde garson olarak çalışmaya başlar. Savaşın yaralarını sarmak için, bir yandan da düzenli olarak kentte dul kadınların katıldığı rehabilitasyon merkezine gider. Bir gün kızı, sınıf arkadaşlarıyla okulun düzenlediği geziye katılmak ister. Geziye ücretsiz olarak katılabilmesi için de babasının savaşta şehit düştüğüne dair bir belgeye ihtiyacı vardır. Esma, kızına böyle bir belge olmadığını söylediğinde de yavaş yavaş gerçekler ortaya çıkmaya başlar…”
Bildiğiniz ya da şimdi öğreneceğiniz üzere bir film hakkında ahkam keserken teknik kısmına girmekten pek hazetmem. Bir sinema filminde asıl üzerinde kafa yorulması gereken yerin anlattığı öykü olduğuna inanırım. Jasmila Zbanic’in bu ilk uzun metrajlı filmine gelen en temel eleştiri filmin rejisinin teknik hatalarla dolu olması. Yanlış kamera açılarından tutun da öyküsünü yüzeysel geçtiğine ve kimi sahnelerinin bir öğrenci filminden farklı bir yanı olmadığına kadar giden bu yorumlar filmin anlattığı insani, düzeltiyorum, kadınsı öyküyü gölgede bırakmamış olacak ki Berlin Film Festivali’nin iki önemli ödülünü kapmış götürmüş: Altın Ayı’yı ve kimilerinin Balkanlar’daki siyasi duruma neredeyse hiç değinmeden geçtiği için eleştirilmesine rağmen Barış Ödülü’nü. Yönetmen ödülü alırken filmin içeriğinde kadın oyuncusunun gözlerinden akan yaşa yansıttığı savaş olgusunu konuşmasında sözlere dökmeyi de ihmal etmemiş: “Savaş suçluları Radovan Karadzic ve Ratka Miladic hala serbest!”. Filmin baş kadın oyuncusu Miryana Karanoviç ise bir elini yumruk yaparak seyirciye şöyle demiş: “Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz! Bu Miloşeviç karşıtlarının sembolüydü.”
Filmde ise savaş yıkıntıları ve yeniden yaşama tutunma mücadelesi bir kadın naifliğinde ve bakışında ele alınmış. Filmin etrafında döndüğü ana sorulardan biri savaşta ölmenin mi savaştan sonra hayatta kalmanın mı daha zor olduğu… Savaş sonrası kurulan rehabilitasyon merkezlerinden birine devam eden kadınların aralarındaki diyaloglarda bu açıkça görülüyor. İlle politik mesaj isteyen sert adamlara ise inceden serpiştirdiği yaşam öyküleriyle bunu iletiyor. Tabi duymak isteyene. Kadınlardan birinin “Sürekli konuşuyorsunuz, bizim lafa değil, işe ihtiyacımız var.” minvalindeki sözleri ya da kızını okul gezisine göndermek için çırpınan Esma’nın hiçbir yerden bulamadığı 200 Avro’nun en yakın kadın arkadaşı tarafından ayakkabı fabrikasında birlikte çalıştığı işçilerden borç alınıp vermesi benim diyen politik söyleme beş basar nitelikte bana göre.
Esma’nın sırrı ise her kadının kolay kolay kaldıramayacağı türden. Zaten Esma onunla yaşamayı çok zor kabul ediyor. Kızı Sara bunu bilmeden ergenliğin bütün enerjisiyle toprağın altını deşmeye başladığında ve sonunda sırra ortak olmayı başardığında annesini anlamaya başlıyor. Filmin son sahnesi, beni ilk paragraftaki cümleleri kurmaya yönelten son sahnesi işte bunu anlatıyor. Ve benim aklıma yıllar önce okuduğum bir paragrafı getiriyor: “Kendinize fazla önem veriyorsunuz. İnsanların işlerini güçlerini bırakıp sizinle ilgili olduklarını sanıyorsunuz. Bu bir hastalıktır. Attan inip eşeğe binenlerin, daha doğrusu eşeğe bulamayıp da yayan yürüyenlerin hastalığı. Bu hiç faydası olmayan vıdı vıdıcılığ yenin kardeşim, mutlaka yenin. Sonra sizinle fazla uğraşıyorum diye tuhafınıza gidiyordur ihtimal. Fakat görüyorum ki işleyen bir kafanız var, gözlerinizdeki bağ düşmeli. İnsanlığa işleyen kafalar lazım, et kafalar değil.” (Orhan Kemal, Avare Yıllar)
0 yorum:
Yorum Gönder