Geçtiğimiz haftayı pek tuhaf duygularla geçirmiş, işte ve özelde bir takım sert açılara maruz kalmıştım. Cuma günü 9 Ağustos'ta Harbiye Açıkhava'da gerçekleşecek MFÖ konserine gitmeye karar verince derin bir nefes almış, haftasonuna çok sevmeme rağmen hiç canlı dinlemediğim ama haklarında gerekli-gereksiz pek çok şey bildiğim MFÖ ile ilk defa buluşacak olmanın verdiği heyecanla girmiştim. Cumartesi nasıl geçti anlamadım ama pazar günü kendimi defalarca "Vak The Rock" dinlerken ve nereden geldiğini bilmediğim üstün twist yapma yeteneğmi konuştururken buldum.
Nihayet akşam olmuş, Gökşen'le kendimizi Açıkhava'ya atmıştık. Sağdan soldan üzerimize üzerimize gelen sponsor reklamlarının arasında konserin başlamasını bekledik. (Harbiye Açıkhava'yı dolduran binlerce kişi arasında ağzı kulaklarında sürekli sırıtan ve sürekli "bu benim ilk MFÖ konserim, biliyor musun Gökşen?" şeklinde bik bik konuşan görmemiş bendim evet. Hani sevgiliye verilen ilk öpücük gibi birşey. Öyle bir duygu yani. Öyle işte, anlayın canım!)
MFÖ konsere başladığında saatler 21:15'i gösteriyor. Şef Turhan Yükseler yönetimindeki Büyük Orkestra çoktan yerini almış. Yaylılar hazır, vurmalılar hazır, nefesliler hazır. E Ezgi zaten hazır. Bir alkış-kıyamettir kopuyor. Başlıyorlar gitarın telini tıngırdatmaya, ilk söyledikleri şarkıda aklım kafamın içinden uçup fezaya gideyazıyor. Zaten kendimi nerelere koyacağımı bilemez hallerdeyken "Ah bu ben" in melodilerini duyuyorum. Derin bir nefes alıp arkaama yaslanıyorum, evet bu gece hayatımın en güzel konserleri dizisine bir çentik daha atacağım.
Kelimeler Kafi, Bazen, New York Sokaklarında (yıllarca Özkan'ın salsa dansıyla akılda kalacak bir performans), Mecburen... Yıllar yılı aklımıza kazıdığımız, ezbere söylediğimiz şarkılar bunlar. Güzelim gitar Büyük Orkestra'nın yaylılarına karışıyor, herkesin bir ağızdan eşlik ettiği Psikopat, Mazeretim Var, Sakın Gelme, Buselik Makamı... sürüyor, sürüyor, sürüyor.
Konserin artık ortalarına gelmişiz. Herkes şu ana kadar dinlediği şarkıların büyüsüne kapılmışken Mazhar kimsenin beklemediği bir şey yapıp "Sene M.Ö bilmem kaç..." diye bir öykü anlatmaya başlıyor. Kabilesindeki tüm erkekler avlanırken bütün gün tembellik yapan ve akşam olup da herkes yorgun argın döndüğünde ateş başında hayallerini ve gözlemlerini anlatan adamın öyküsü bu. "Aylaklığını" kıskananlar adamı zorla ava götürüyor ve "kendileri gibi" kılıyorlar. Bir süre sonra hayatlarının ne denli sıkıcı olmaya başladığını ve adamın anlattığı öykülerin hayatlarını nasıl doldurduğunu farkediyorlar. Mazhar "İşte Sanatçının Öyküsü'nü yazarken bu öyküden esinlendik biz. Eh, biraz da Sait Faik 'ten" diyor ve şarkıyı çalmaya başlıyorlar. O anda hayatımdaki "öykücüleri" düşünüyorum. Sereth nehri'nin efsanelerini yaşamıma taşıyan İstrati'yi. Bir gün Zeyrek'te gezinirken kedileriyle keyif çatarken tanıdığım ve kısık bir ses tonuyla "öz öyküsünü" bir çırpıda anlatıveren Kemal Amca'yı. Gecenin bir yarısı uykumdan uyandırıp "Hadi seninle Tom Waits dinleyelim bir sigara yakıp, Blow Wind Blow'u mesela" diyen adamı. "Bird Gerhl" şarkısını bir çırpıda benimseyip hayatımın önemli bir parçası kıldığım "sister Antony Hegarty"i. Anlattığının neresinin doğru, neresinin yanlış olduğunu bilmeden dinleyip fazla "uçtuğu" zamanlarda "At Martini Debreli Hasan, dağlar inlesin!" diye takıldığımız Cundalı Mehmet amcayı. Hepsi geçiyor işte aklımdan birer birer. "Biz sanatçılar tam da bu öyküdeki gibiyiz" diyor Mazhar, "Biz hayalperestler de böyleyiz" diye ben tamamlıyorum sözünü.
Müzik yolunu buluyor, sahnede üç deli bozuk "koptukça "kopuyor". Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim, Olduramadım, Ali Desidero... Tam "e hani ne zaman söyleyecekler?" dediğimiz anda Ele Güne Karşı... Arada Mazhar'ın Leonard Cohen'e dokundurmaları. "Biz de normal insanız, biz de gaz çıkarıyoruz yahu" diye başlayıp "en az Türkan Şoray kadar normaliz yani" serzenişleri...
Sonrası... Gökşen'le kendimizi basamaklarda dans ederken buluyoruz. "Tamam, senfoni orkestrasıyla çalıyorlar ama bu şarkılarda da insan nasıl yerinde oturur yahu!" diye put gibi oturmayı başaranlara hayretle bakıyoruz falan. Sanırsınız ki çingeneye roman havası çalıyorlar da, yerinde duramıyor, öyle hallerdeyiz.
Ve sonunda dinleyici de yoldan çıkıveriyor. İnsanlar oturdukları yere göre 2 'ye ayrılıyor, bir taraf Mazhar, bir taraf Özkan'ın ekibi. Özan'ın çıkardığı sesleri tekrarlamaca oynuyoruz. Sanırsınız ki herkes doğuştan şancı. Uyum-harmoni had safhada.
Artık sona yaklaşılıyor. "Gidiyoruz" diyor Mazhar, "hadi ordan" diyor seyirci. Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da, Güllerin İçinden'e bağlanıyor. Saat 12'yi çoktan geçmiş. Ve ikinci bis'te "Bodrum Bodrum." Bütün istediğimiz buydu zaten.
Yalnız tek eksiği kalıyor konserin. Vak The Rock. Bunu da hayali setlistime ben ekliyorum.
"Seneye ölmez sağ kalırsak, yine burada buluşuruz!" diyerek gidiyorlar.
Aman, diyoruz. Ölüm lafının şakası bile kötü. Tahtaya vuralım.
1 yorum:
yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa. çok kıskandım yaaaa. hayatım boyunca canlı dinlemeyi en çok istediğim grup. hayatımın en önemlilieri. çocukluğumun en önemli adamları. bütün albümlerindeki bütün şarkılarını ezbere bildiğim insanlarrrr. ezgiiii insan haber vermezmi yaaaaaaaaaa. insan bir arar yahu. bende biliyordum bir ara konserleri olucaktı ama ne zamandı. öfff yaaaa :( ama adına çok sevindim. belki seneye gideriz. off yaaa.
Not: yazılarından en cok beğendiğim oldu desem. ciddiyim yani. herşey yerli yerinde. eferim :) ben çok sevdim. hehehe haydi ciaoo
Yorum Gönder