27 Kasım 2009 Cuma

Haydarpaşa'da rakı balık keyfi bir başka..

İstanbul'a yolu düşenlerin uğrak yerlerinden biri de Haydarpaşa'dır. Gündüzleri taş binanın ihtişamı, gece de o ihtişama eklenen ışıltılı görüntüyle Haydarpaşa, karadan denizden havadan gören herkesi büyülüyor.


Her gün yerli yabancı yüzlerce insanı ağırlayan bu garın pek bilinmeyen yönü garın içindeki restoran. Yolculuk öncesi demlenmek, yolculuk etmeyenlerinse eğlenmek için gittiği mekanda enfes bir rakı-balık-meze keyfi yapabilirsiniz. Fiyatlar şehir içindeki diğer restoranlara oranla gayet makul, çalan müziklerse sizi meyhane havasına sokmaya yeter de artar.

Alın size alternatif bir İstanbul etkinliği...

Haydarpaşa'da rakı balık keyfi bir başka..

İstanbul'a yolu düşenlerin uğrak yerlerinden biri de Haydarpaşa'dır. Gündüzleri taş binanın ihtişamı, gece de o ihtişama eklenen ışıltılı görüntüyle Haydarpaşa, karadan denizden havadan gören herkesi büyülüyor.


Her gün yerli yabancı yüzlerce insanı ağırlayan bu garın pek bilinmeyen yönü garın içindeki restoran. Yolculuk öncesi demlenmek, yolculuk etmeyenlerinse eğlenmek için gittiği mekanda enfes bir rakı-balık-meze keyfi yapabilirsiniz. Fiyatlar şehir içindeki diğer restoranlara oranla gayet makul, çalan müziklerse sizi meyhane havasına sokmaya yeter de artar.

Alın size alternatif bir İstanbul etkinliği...

26 Kasım 2009 Perşembe

Kuzguncuk'ta bir yıkım türküsü



Vaktinde Ermenisi, Türkü, Rumu, Yahudisiyle renk cümbüşünü andıran Kuzguncuk Türk tarihine kurban edilen İstanbul'un göz bebeği semtlerinden biri...

İşte tam da kurban bayramı arifesinde izlediğim "Kuzguncuk Türküsü" adlı oyun, 6-7 Eylül'de yaşananları aralarında Marko Paşa ve Can Yücel'in bulunduğu Kuzguncuk ahalisinin gözünden, yüreğinden anlatıyor.


Rumu, Musevisi, Ermenisi ve Türküyle rengarenk ve son derece keyifli bir mahalle olan Kuzguncuk, günün birinde öyle bir tahribe maruz kalır ki, artık İstanbul’ un renkleri dediğimiz kavram, tek sesli bir rant oyunundan öteye gidemez olur.


O günlerde yaşanan yıkımın -oyundaki esprisiyle "talan ama yağma olmayışının"- boyutunun siyah beyaz fotoğraf kareleriyle tek tek belgelendiği DT oyununda daha can acıtan neydi biliyor musunuz?

Sergilenenleri kendi tarih algı ve gerçeklikleriyle bağdaştıramayanların oyunu protesto amacıyla terketmesi, terketmeyip izleyenlerin ise oyunun sonunda alkışlamamasıydı..Sahneye konulan ne olursa olsun bir eserdir, bir emektir..


Bu ülkede tarihin inkarına çok şahit oluyoruz ama emeğe saygıda kusur etmek yeni adetimiz oldu sanırsam...


Alternatif-İstanbul takipçileri için alternatif bir İstanbul etkinliği. Kuzguncuk Tekel Sahnesi'ndeki oyunun günleri için adres burası.



Oyundan bir kaç fotoğraf içinse adres
burası


Kuzguncuk'ta bir yıkım türküsü



Vaktinde Ermenisi, Türkü, Rumu, Yahudisiyle renk cümbüşünü andıran Kuzguncuk Türk tarihine kurban edilen İstanbul'un göz bebeği semtlerinden biri...

İşte tam da kurban bayramı arifesinde izlediğim "Kuzguncuk Türküsü" adlı oyun, 6-7 Eylül'de yaşananları aralarında Marko Paşa ve Can Yücel'in bulunduğu Kuzguncuk ahalisinin gözünden, yüreğinden anlatıyor.


Rumu, Musevisi, Ermenisi ve Türküyle rengarenk ve son derece keyifli bir mahalle olan Kuzguncuk, günün birinde öyle bir tahribe maruz kalır ki, artık İstanbul’ un renkleri dediğimiz kavram, tek sesli bir rant oyunundan öteye gidemez olur.


O günlerde yaşanan yıkımın -oyundaki esprisiyle "talan ama yağma olmayışının"- boyutunun siyah beyaz fotoğraf kareleriyle tek tek belgelendiği DT oyununda daha can acıtan neydi biliyor musunuz?

Sergilenenleri kendi tarih algı ve gerçeklikleriyle bağdaştıramayanların oyunu protesto amacıyla terketmesi, terketmeyip izleyenlerin ise oyunun sonunda alkışlamamasıydı..Sahneye konulan ne olursa olsun bir eserdir, bir emektir..


Bu ülkede tarihin inkarına çok şahit oluyoruz ama emeğe saygıda kusur etmek yeni adetimiz oldu sanırsam...


Alternatif-İstanbul takipçileri için alternatif bir İstanbul etkinliği. Kuzguncuk Tekel Sahnesi'ndeki oyunun günleri için adres burası.



Oyundan bir kaç fotoğraf içinse adres
burası


25 Kasım 2009 Çarşamba

Wovenhand: İtina ile Hüznün Dibine Vurulur



İstanbul büyük şehir derler... Büyüklüğü konusunda haşa edecek lafımız yok ama diğer günler torbaya girmişcesine şehir dışında olacağım Pazar gününe hem Kultur Shock, hem de Wovenhand konserinin denk gelmesi... Hani ne bileyim, tuhaf bir hüzne garkediyor beni.





Kişisel ajandamla bu konser pek uyuşmasa da, kişisel müzik zevkim söz konusu olduğunda Bob Dylan, Leonard Cohen, Johnny Cash, Joy Division ve Nick Cave gibi isimler sayıldığında aklım 15 bin feet yukarıya fırlayıverdiğinden Wovenhand'i görmezden gelmem olanaksız. Ama bilirsiniz, kendim gidemiyorum diye sizin bu konserden mahum kalmanızı isteyecek denli bencil değilim. Şimdiden bir kenara yazın, 16 Horsepower'dan aşina olduğumuz iç kanırtıcı sesin sahibi David Eugene Edwards'ın solo projesi Wovenhand, 29 Kasım Pazar günü Babylon sahnesinde yerini alacak.



Biletlerin hızla tükendiği düşünüldüğünde, Wovenhand'siz bir 29 Kasım gecesi düşünemiyorsanız elinizi çabuk tutmanızda fayda var.


Wovenhand: İtina ile Hüznün Dibine Vurulur



İstanbul büyük şehir derler... Büyüklüğü konusunda haşa edecek lafımız yok ama diğer günler torbaya girmişcesine şehir dışında olacağım Pazar gününe hem Kultur Shock, hem de Wovenhand konserinin denk gelmesi... Hani ne bileyim, tuhaf bir hüzne garkediyor beni.





Kişisel ajandamla bu konser pek uyuşmasa da, kişisel müzik zevkim söz konusu olduğunda Bob Dylan, Leonard Cohen, Johnny Cash, Joy Division ve Nick Cave gibi isimler sayıldığında aklım 15 bin feet yukarıya fırlayıverdiğinden Wovenhand'i görmezden gelmem olanaksız. Ama bilirsiniz, kendim gidemiyorum diye sizin bu konserden mahum kalmanızı isteyecek denli bencil değilim. Şimdiden bir kenara yazın, 16 Horsepower'dan aşina olduğumuz iç kanırtıcı sesin sahibi David Eugene Edwards'ın solo projesi Wovenhand, 29 Kasım Pazar günü Babylon sahnesinde yerini alacak.



Biletlerin hızla tükendiği düşünüldüğünde, Wovenhand'siz bir 29 Kasım gecesi düşünemiyorsanız elinizi çabuk tutmanızda fayda var.


22 Kasım 2009 Pazar

Ben İstanbullu Bir ...

İstanbullu İki Çay Bardağı

Biz İstanbullu iki çay bardağıyız. Bir vapur penceresinin kenarında konuşlanır, dışarıyı izleriz. Bir güvenlik görevlisi, elinde copuyla boz renkli bir sokak köpeğini kovalar. Küçük bir kız, başını annesinin omuzuna yaslar ve kayıtsız bir uykuya dalar. Bir yaşlı adam, hayat pahalılığından şikayet ederek elindeki gazeteyi fırlatıp atar. Vapur, Burgazada İskelesinden usul usul ayrılarak sisli bir İstanbul gecesine karışır.


raki

Ben İstanbullu bir rakı bardağıyım. Bazen keyifli, bazen hüzünlü, bazen de taşkın masaların baş rolündeyim. O gün şansa bakın ki iki güzel kadının masasına kurulmuşum. Kadınlardan biri, yan masada musikinin dibine vuran insanlara kulak kabartıyor. Bir keman, Fosforlu Cevriye'nin ilk notalarını döktürüyor. İnce sesli bir kadın şarkıya giriyor: "Karakolda ayna var, ayna var / Kız kolunda damga var damga var / Aç koynunu ben geldim Cevriye'm / Bende kara sevda var..." Masasına kurulduğum kadın; "Gözünü sevdiğimin İstanbul'u..." diye mırıldanıyor, beni önce masaya hafifçe vuruyor, dudaklarına götürüyor ve rakıdan bir yudum alıyor... "Daha da güzelleştik" diye düşünüyor, deniz börülcesinin sosunu az bularak "şunu da hakkıyla yapan yer de ne az..." diye söyleniyor.


Kübik

Ben İstanbullu bir duvarım. Keyfim yerinde. Üzerimde yazanı gören kahkahayı basıyor. Bugün de bir kadın geçti karşıma, başladı gülmeye. Kahkahası bana çarptı, sekti, karşı apartmanın duvarında yankılandı ve nihayet gökyüzüne karıştı. Meğer O hep öyle gülermiş. Hiçbir zaman sesini kontrol edebilen kadınlardan olamamış. Kahkahası çın çın çınlayan kadınları severmiş, çünkü güzel kahkaha atan bir kadın bu dünyadaki en nefis şeylerden biriymiş.


Duydum ki o kahkahası çınlayan kadın, İstanbullu bir kadınmış ve her sevdiği şehri kendi memleketi bellermiş. O nedenledir ki, bir gün Eskişehirli, bir gün Ayvalıklı, bir gün de Burgazadalı oluverirmiş.


Bugün memleketi Burgazada'ymış.



Ben İstanbullu Bir ...

İstanbullu İki Çay Bardağı

Biz İstanbullu iki çay bardağıyız. Bir vapur penceresinin kenarında konuşlanır, dışarıyı izleriz. Bir güvenlik görevlisi, elinde copuyla boz renkli bir sokak köpeğini kovalar. Küçük bir kız, başını annesinin omuzuna yaslar ve kayıtsız bir uykuya dalar. Bir yaşlı adam, hayat pahalılığından şikayet ederek elindeki gazeteyi fırlatıp atar. Vapur, Burgazada İskelesinden usul usul ayrılarak sisli bir İstanbul gecesine karışır.


raki

Ben İstanbullu bir rakı bardağıyım. Bazen keyifli, bazen hüzünlü, bazen de taşkın masaların baş rolündeyim. O gün şansa bakın ki iki güzel kadının masasına kurulmuşum. Kadınlardan biri, yan masada musikinin dibine vuran insanlara kulak kabartıyor. Bir keman, Fosforlu Cevriye'nin ilk notalarını döktürüyor. İnce sesli bir kadın şarkıya giriyor: "Karakolda ayna var, ayna var / Kız kolunda damga var damga var / Aç koynunu ben geldim Cevriye'm / Bende kara sevda var..." Masasına kurulduğum kadın; "Gözünü sevdiğimin İstanbul'u..." diye mırıldanıyor, beni önce masaya hafifçe vuruyor, dudaklarına götürüyor ve rakıdan bir yudum alıyor... "Daha da güzelleştik" diye düşünüyor, deniz börülcesinin sosunu az bularak "şunu da hakkıyla yapan yer de ne az..." diye söyleniyor.


Kübik

Ben İstanbullu bir duvarım. Keyfim yerinde. Üzerimde yazanı gören kahkahayı basıyor. Bugün de bir kadın geçti karşıma, başladı gülmeye. Kahkahası bana çarptı, sekti, karşı apartmanın duvarında yankılandı ve nihayet gökyüzüne karıştı. Meğer O hep öyle gülermiş. Hiçbir zaman sesini kontrol edebilen kadınlardan olamamış. Kahkahası çın çın çınlayan kadınları severmiş, çünkü güzel kahkaha atan bir kadın bu dünyadaki en nefis şeylerden biriymiş.


Duydum ki o kahkahası çınlayan kadın, İstanbullu bir kadınmış ve her sevdiği şehri kendi memleketi bellermiş. O nedenledir ki, bir gün Eskişehirli, bir gün Ayvalıklı, bir gün de Burgazadalı oluverirmiş.


Bugün memleketi Burgazada'ymış.



Dickens'ın Naif Öyküsünden, Carrey'nin Kült Oyunculuğuna: "A Christmas Carol"


Günlerdir sisle çepeçevre sarılmış bir şehir, pis kokan, ağırlaşmış bir hava... İstanbul'un genel halet-i ruhiyesi "Bugün de yaşıyoruz işte" cinsinden, şehrin sinemalarını ise vampirler, derin devlet, küresel kıyamet, gelip de gitmeyen uzay mahlukatları gibi her telden filmler sarmış. Bu denli kalabalığın içinde güzel bir edebiyat uyarlaması izlemek isterseniz, kendinizi 3 boyutlu gösterim yapan bir sinemaya atın ve başrollerinde Jim Carrey (Ebenezer Scrooge, Geçmiş , Şimdiki ve Gelecek Noellerin Hayaletleri), Gary Oldman (Bob Cratchit ve Scrooge'un ortağı Marley'in hayaleti), Colin Firth (Scrooge'un yeğeni Fred) ve Robin Wright Penn'in (Scrooge'un ilk aşkı Belle) rol aldığı ve Oscar'lı Robert Zemeckis'in yönettiği "A Christmas Carol" adlı canlandırma filmini izleyin.


A Christmas Carol, aslında Charles Dickens'ın 1843 tarihinde yayınlanan naif bir öyküsü/tiyatro eseri. Naif, çünkü iyinin iyi, kötünün kötü olduğu, kimin ne olduğu belli karakterler etrafında dönüyor ve karakter karmaşasına sürüklemiyor sizi. Defalarca televizyona ve sinemaya da uyarlanan bu öykü, sosyal eşitsizliğe vurgu yaptıktan sonra eski masalların noel ruhlarınının da yardımı ile iyilik ve hakbilirlik gibi evrensel değerlerin insanı ne denli mutlu edeceğini anımsatarak sona eriyor.


Konuyu okuyan kimileri, zengin ve cimri adamın yoksulluk ve yoksunluk gibi hep görmezden geldiği gerçeklerle yüzleşince bencilliğinin, kimse tarafından sevilmeyişinin ve öldüğünde arkasından bir damla yaş döken olmayacağının farkına vardığında geçmişteki kötücül günahlarını telafi etme çabalarını basit bulabilirler. Ama belirtmek gerekir ki, Zemeckis'in yönettiği film, Dickens'ın öyküsünde geçen ve yenilmesi yutulması zor kimi detayları belirgin biçimde işliyor. Örneğin öykünün baş kişisi Scrooge, Noel arifesinde altınlarını sayarken fakirlere dağıtmak üzere yardım istemek için dükkanına giren ve parasızlık yüzünden tedavi olamayan çocukların öldüklerini söyleyen birine "isabet olur, dünyadaki fazla nüfus eksilir böylece" diyor. Kamera bir anda karlar altındaki sokağa dönüyor, bir fırının kapısında dilenen çocuklara sabitleniyor. Tuzu kuru fırıncı "işte bu da noel hediyeniz" diye bir somun ekmek fırlatıyor ve çocuklar tam alacakken vahşi bir sokak köpeği ekmeği kapıp kaçıyor. Böyle görüntüleri İtalyan yeni gerçekçi sinemasında görmüştük daha önce. Filmin anlattığı öyküyü yumuşatmak, şekerli lokma haline getirip küçüklere yutturmak gibi bir niyetinin olmadığını alt metinde akıp giden bu ve benzeri detaylardan anlamak mümkün.



Scrooge, acımasız ve bencil hayatını yapayalnız yaşarken geçmişin, şimdinin ve geleceğin hayaletleri tarafından ziyaret ediliyor ve kendi hayatına dışarıdan, yukarıdan doğru bakıyor. İnsanların aynaya pratik gerekçelerin dışında pek bakmak istemedikleri düşünüldüğünde oldukça korkutucu bir deneyim olsa gerek bu. Zira Scrooge da hayatına dikiz attığında farkediyor ki, geçmişindeki ezikliğini soğuk odalarda, hiç dinlenmeden istiflediği paranın sesi ve gücüyle baskılamış, aşksız, sevgisiz ve bencil bir yaşayan ölü olmuş. Scrooge'a asıl darbeyi ise Geleceğin Hayaleti vuruyor, hayatını böyle yaşamaya devam ederse şu ana kadar önemsemediği insanlara neler olacağını ve arkasından konuşulacakları gösteriyor.


Uzun sözün kısası, A Christmas Carol, noel ruhunun şerefine kadeh kaldıran, Jim Carrey'in oyunculuğu ile kültleştiği, gerçekçiliği ile yer yer sarsıcı olabilen bir yapım. Benim gibi bu filmi izleyip, arkasından Sufjan Stevens'ın "That Was The Worst Christmas Ever" şarkısını dinlediğinizde bir tuhaf oluyorsunuz, söylemedi demeyin.



Not: Yazıda kullanılan görseller, www.sinema.com'dan alıntıdır.

Dickens'ın Naif Öyküsünden, Carrey'nin Kült Oyunculuğuna: "A Christmas Carol"


Günlerdir sisle çepeçevre sarılmış bir şehir, pis kokan, ağırlaşmış bir hava... İstanbul'un genel halet-i ruhiyesi "Bugün de yaşıyoruz işte" cinsinden, şehrin sinemalarını ise vampirler, derin devlet, küresel kıyamet, gelip de gitmeyen uzay mahlukatları gibi her telden filmler sarmış. Bu denli kalabalığın içinde güzel bir edebiyat uyarlaması izlemek isterseniz, kendinizi 3 boyutlu gösterim yapan bir sinemaya atın ve başrollerinde Jim Carrey (Ebenezer Scrooge, Geçmiş , Şimdiki ve Gelecek Noellerin Hayaletleri), Gary Oldman (Bob Cratchit ve Scrooge'un ortağı Marley'in hayaleti), Colin Firth (Scrooge'un yeğeni Fred) ve Robin Wright Penn'in (Scrooge'un ilk aşkı Belle) rol aldığı ve Oscar'lı Robert Zemeckis'in yönettiği "A Christmas Carol" adlı canlandırma filmini izleyin.


A Christmas Carol, aslında Charles Dickens'ın 1843 tarihinde yayınlanan naif bir öyküsü/tiyatro eseri. Naif, çünkü iyinin iyi, kötünün kötü olduğu, kimin ne olduğu belli karakterler etrafında dönüyor ve karakter karmaşasına sürüklemiyor sizi. Defalarca televizyona ve sinemaya da uyarlanan bu öykü, sosyal eşitsizliğe vurgu yaptıktan sonra eski masalların noel ruhlarınının da yardımı ile iyilik ve hakbilirlik gibi evrensel değerlerin insanı ne denli mutlu edeceğini anımsatarak sona eriyor.


Konuyu okuyan kimileri, zengin ve cimri adamın yoksulluk ve yoksunluk gibi hep görmezden geldiği gerçeklerle yüzleşince bencilliğinin, kimse tarafından sevilmeyişinin ve öldüğünde arkasından bir damla yaş döken olmayacağının farkına vardığında geçmişteki kötücül günahlarını telafi etme çabalarını basit bulabilirler. Ama belirtmek gerekir ki, Zemeckis'in yönettiği film, Dickens'ın öyküsünde geçen ve yenilmesi yutulması zor kimi detayları belirgin biçimde işliyor. Örneğin öykünün baş kişisi Scrooge, Noel arifesinde altınlarını sayarken fakirlere dağıtmak üzere yardım istemek için dükkanına giren ve parasızlık yüzünden tedavi olamayan çocukların öldüklerini söyleyen birine "isabet olur, dünyadaki fazla nüfus eksilir böylece" diyor. Kamera bir anda karlar altındaki sokağa dönüyor, bir fırının kapısında dilenen çocuklara sabitleniyor. Tuzu kuru fırıncı "işte bu da noel hediyeniz" diye bir somun ekmek fırlatıyor ve çocuklar tam alacakken vahşi bir sokak köpeği ekmeği kapıp kaçıyor. Böyle görüntüleri İtalyan yeni gerçekçi sinemasında görmüştük daha önce. Filmin anlattığı öyküyü yumuşatmak, şekerli lokma haline getirip küçüklere yutturmak gibi bir niyetinin olmadığını alt metinde akıp giden bu ve benzeri detaylardan anlamak mümkün.



Scrooge, acımasız ve bencil hayatını yapayalnız yaşarken geçmişin, şimdinin ve geleceğin hayaletleri tarafından ziyaret ediliyor ve kendi hayatına dışarıdan, yukarıdan doğru bakıyor. İnsanların aynaya pratik gerekçelerin dışında pek bakmak istemedikleri düşünüldüğünde oldukça korkutucu bir deneyim olsa gerek bu. Zira Scrooge da hayatına dikiz attığında farkediyor ki, geçmişindeki ezikliğini soğuk odalarda, hiç dinlenmeden istiflediği paranın sesi ve gücüyle baskılamış, aşksız, sevgisiz ve bencil bir yaşayan ölü olmuş. Scrooge'a asıl darbeyi ise Geleceğin Hayaleti vuruyor, hayatını böyle yaşamaya devam ederse şu ana kadar önemsemediği insanlara neler olacağını ve arkasından konuşulacakları gösteriyor.


Uzun sözün kısası, A Christmas Carol, noel ruhunun şerefine kadeh kaldıran, Jim Carrey'in oyunculuğu ile kültleştiği, gerçekçiliği ile yer yer sarsıcı olabilen bir yapım. Benim gibi bu filmi izleyip, arkasından Sufjan Stevens'ın "That Was The Worst Christmas Ever" şarkısını dinlediğinizde bir tuhaf oluyorsunuz, söylemedi demeyin.



Not: Yazıda kullanılan görseller, www.sinema.com'dan alıntıdır.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Dickens'ın Naif Öyküsünden, Carrey'nin Kült Oyunculuğuna: "A Christmas Carol"


Günlerdir sisle çepeçevre sarılmış bir şehir, ağır, pis kokan, ağırlaşmış bir hava... İstanbul'un genel halet-i ruhiyesi "Bugün de yaşıyoruz işte" cinsinden, şehrin sinemalarını ise vampirler, derin devlet, küresel kıyamet, gelip de gitmeyen uzay mahlukatları gibi her telden filmler sarmış. Bu denli kalabalığın içinde naif bir edebiyat uyarlaması izlemek isterseniz, kendinizi 3 boyutlu gösterim yapan bir sinemaya atın ve başrollerinde Jim Carrey (Ebenezer Scrooge, Geçmiş , Şimdiki ve Gelecek Noellerin Hayaletleri), Gary Oldman (Bob Cratchit ve Scrooge'un ortağı Marley'in hayaleti), Colin Firth (Scrooge'un yeğeni Fred) ve Robin Wright Penn'in (Scrooge'un ilk aşkı Belle) rol aldığı ve Oscar'lı Robert Zemeckis'in yönettiği "A Christmas Carol" adlı canlandırma filmini izleyin.


A Christmas Carol, aslında Charles Dickens'ın 1843 tarihinde yayınlanan naif bir öyküsü/tiyatro eseri. Naif, çünkü iyinin iyi, kötünün kötü olduğu, kimin ne olduğu belli karakterler etrafında dönüyor ve karakter karmaşasına sürüklemiyor sizi. Defalarca televizyona ve sinemaya da uyarlanan bu öykü, sosyal eşitsizliğe vurgu yaptıktan sonra eski masalların noel ruhlarınının da yardımı ile iyilik ve hakbilirlik gibi evrensel değerlerin insanı ne denli mutlu edeceğini anımsatarak sona eriyor.


Konuyu okuyan kimileri, zengin ve cimri adamın yoksulluk ve yoksunluk gibi hep görmezden geldiği gerçeklerle yüzleşince bencilliğinin, kimse tarafından sevilmeyişinin ve öldüğünde arkasından bir damla yaş döken olmayacağının farkına vardığında geçmişteki kötücül günahlarını telafi etme çabalarını basit bulabilirler. Ama belirtmek gerekir ki, Dickens'ın öyküsü de, Zemeckis'in yönettiği bu film de i yenilmesi yutulması zor kimi detayları belirgin biçimde işliyor. Örneğin filmimizin baş kişisi Scrooge, Noel arifesinde altınlarını sayarken fakirlere dağıtmak üzere yardım istemek için dükkanına giren ve parasızlık yüzünden tedavi olamayan çocukların öldüklerini söyleyen birine "isabet olur, dünyadaki fazla nüfus eksilir böylece" diyor. Kamera bir anda karlar altındaki sokağa dönüyor, bir fırının kapısında dilenen çocuklara sabitleniyor. Tuzu kuru fırıncı "işte bu da noel hediyeniz" diye bir somun ekmek fırlatıyor ve çocuklar tam alacakken vahşi bir sokak köpeği ekmeği kapıp kaçıyor. Böyle görüntüleri İtalyan yeni gerçekçi sinemasında görmüştük daha önce. Filmin anlattığı öyküyü yumuşatmak, şekerli lokma haline getirip küçüklere yutturmak gibi bir niyeti olmadığını alt metinde akıp giden bu ve benzeri detaylardan anlamak mümkün.



Scrooge, acımasız ve bencil hayatını yapayalnız yaşarken geçmişin, şimdinin ve geleceğin hayaletleri tarafından ziyaret ediliyor ve kendi hayatına dışarıdan, yukarıdan doğru bakıyor. İnsanların aynaya pratik gerekçelerin dışında pek bakmak istemedikleri düşünüldüğünde oldukça korkutucu bir deneyim olsa gerek bu. Zira Scrooge da hayatına dikiz attığında farkediyor ki, geçmişindeki ezikliğini soğuk odalarda, hiç dinlenmeden istiflediği paranın sesi ve gücüyle baskılamış, aşksız, sevgisiz ve bencil bir yaşayan ölü olmuş. Scrooge'a asıl darbeyi ise Geleceğin Hayaleti vuruyor, hayatını böyle yaşamaya devam ederse şu ana kadar önemsemediği insanlara neler olacağını ve arkasından konuşulacakları gösteriyor.


Uzun sözün kısası, A Christmas Carol, noel ruhunun şerefine kadeh kaldıran, Jim Carrey'in oyunculuğu ile kültleştiği, gerçekçiliği ile yer yer sarsıcı olabilen bir yapım. Benim gibi bu filmi izleyip, arkasından Sufjan Stevens'ın "That Was The Worst Christmas Ever" şarkısını dinlediğinizde bir tuhaf oluyorsunuz, söylemedi demeyin.



Not: Yazıda kullanılan görseller, www.sinema.com'dan alıntıdır.

17 Kasım 2009 Salı

Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...

Aylar önce bir fotoğraf çekmiştim. Yıkık dökük, camları kırılmış ve tüm odaları karanlığa gömülmüş bir biçimde terkedilmiş ahşap bir ev... Tüm bu yalnızlığa karşı, evin pembe ve turkuaz renklerle boyanmış işlemeli bir kapısı vardı. Öyle kırık dökük bir evde bu capcanlı kapının ne işi var, diye düşünebilirsiniz belki. Size söyleyebileceğim tek şey, o kapının o evde hiç eğreti durmadığı. Sanki her an birileri çıkıverecekmiş gibi duran renkli bir kapı.



Geçenlerde o fotoğrafı aradım ama bir türlü bulamadım. Olması muhtemel yerlere baktım. Bunalmıştım, o kapıya bakmam, derin bir nefes almam gerekliydi. Aslına ulaşamadım, zihnimdeki imgesiyle yetindim. Şimdi günlerdir o kapıyı düşünüyorum.


Aslında olayı en başından anlatmadım. Yüzünü bile görmediğim ama hayatıma girdiği andan itibaren sözcükleriyle hayatıma değer katan birini kaybettim geçtiğimiz gün. Kaybetmek sözcüğü mecazen değil. Ölüm sözcüğünün yumuşatılmış hali. Haberi öğrendiğimden beri de yukarıda bahsettiğim fotoğrafı arıyorum işte.


O fotoğrafı arayıp durmamın öyle ağdalı bir sebebi yok aslında. Karanlıkta öylece duran pembe-turkuaz boyalı bir ahşap kapı. İlle anlam yükleyeceksem, aklıma şu cümleyi getirdiği ile yetinebilirim: Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...



Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...

Aylar önce bir fotoğraf çekmiştim. Yıkık dökük, camları kırılmış ve tüm odaları karanlığa gömülmüş bir biçimde terkedilmiş ahşap bir ev... Tüm bu yalnızlığa karşı, evin pembe ve turkuaz renklerle boyanmış işlemeli bir kapısı vardı. Öyle kırık dökük bir evde bu capcanlı kapının ne işi var, diye düşünebilirsiniz belki. Size söyleyebileceğim tek şey, o kapının o evde hiç eğreti durmadığı. Sanki her an birileri çıkıverecekmiş gibi duran renkli bir kapı.



Geçenlerde o fotoğrafı aradım ama bir türlü bulamadım. Olması muhtemel yerlere baktım. Bunalmıştım, o kapıya bakmam, derin bir nefes almam gerekliydi. Aslına ulaşamadım, zihnimdeki imgesiyle yetindim. Şimdi günlerdir o kapıyı düşünüyorum.


Aslında olayı en başından anlatmadım. Yüzünü bile görmediğim ama hayatıma girdiği andan itibaren sözcükleriyle hayatıma değer katan birini kaybettim geçtiğimiz gün. Kaybetmek sözcüğü mecazen değil. Ölüm sözcüğünün yumuşatılmış hali. Haberi öğrendiğimden beri de yukarıda bahsettiğim fotoğrafı arıyorum işte.


O fotoğrafı arayıp durmamın öyle ağdalı bir sebebi yok aslında. Karanlıkta öylece duran pembe-turkuaz boyalı bir ahşap kapı. İlle anlam yükleyeceksem, aklıma şu cümleyi getirdiği ile yetinebilirim: Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...



Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...

Aylar önce bir fotoğraf çekmiştim. Yıkık dökük, camları kırılmış ve tüm odaları karanlığa gömülmüş bir biçimde terkedilmiş ahşap bir ev... Tüm bu yalnızlığa karşı, evin pembe ve turkuaz renklerle boyanmış işlemeli bir kapısı vardı. Öyle kırık dökük bir evde bu capcanlı kapının ne işi var, diye düşünebilirsiniz belki. Size söyleyebileceğim tek şey, o kapının o evde hiç eğreti durmadığı. Sanki her an birileri çıkıverecekmiş gibi duran renkli bir kapı.



Geçenlerde o fotoğrafı aradım ama bir türlü bulamadım. Olması muhtemel yerlere baktım. Bunalmıştım, o kapıya bakmam, derin bir nefes almam gerekliydi. Aslına ulaşamadım, zihnimdeki imgesiyle yetindim. Şimdi günlerdir o kapıyı düşünüyorum.


Aslında olayı en başından anlatmadım. Yüzünü bile görmediğim ama hayatıma girdiği andan itibaren sözcükleriyle hayatıma değer katan birini kaybettim geçtiğimiz gün. Kaybetmek sözcüğü mecazen değil. Ölüm sözcüğünün yumuşatılmış hali. Haberi öğrendiğimden beri de yukarıda bahsettiğim fotoğrafı arıyorum işte.


O fotoğrafı arayıp durmamın öyle ağdalı bir sebebi yok aslında. Karanlıkta öylece duran pembe-turkuaz boyalı bir ahşap kapı. İlle anlam yükleyeceksem, aklıma şu cümleyi getirdiği ile yetinebilirim: Dünkü dertlerin bugün yok, bugünkü dertlerin yarın olmayacak...



11 Kasım 2009 Çarşamba

Paul Verhoven: Hollywood'dan Önce Bir Hollanda Masalı


İstanbul Modern, sinemanın yalnızca ticari salonlarda izlenmeyeceğini bilen sinefiller için Kasım ayında da güzel bir program hazırladı. İstanbul, 14-22 Kasım tarihleri arasında RoboCop, Gerçeğe Çağrı, Temel İçgüdü, Yıldız Gemisi Askerleri, Görünmeyen Tehlike gibi filmlerin yönetmeni Paul Verhoven'ı ağırlayacak.



Açılışına Verhoeven’ın da katılacağı “Hollywood Öncesi Bir Hollanda Masalı” adlı programda, yönetmenin 1971-1983 yılları arasında beyazperdeye taşıdığı altı film gösterilecek. Programda gösterilecek filmler ise şöyle: Türk Lokumu / Turkish Delight , İş İştir / Bussiness is Bussiness, Kızın Adı Katy Tippel / A Girl Named Katy Tippel, Dördüncü Adam / The Fourth Man, Turuncu Asker / The Orange Soldier ve Spetters.





Paul Verhoven'ın da program kapsamında cuma günü İstanbul'a geleceğini ve Cumartesi günü saat 14:00'de Türk Lokumu / Turkish Delight filminin gösterimi sırasında seyircilerin arasında bulunacağını hatırlatalım.


İstanbul Modern Sinema'nın programlarından düzenli olarak haberdar olmak için Twitter sayfasına üye olabilirsiniz.




Paul Verhoven: Hollywood'dan Önce Bir Hollanda Masalı


İstanbul Modern, sinemanın yalnızca ticari salonlarda izlenmeyeceğini bilen sinefiller için Kasım ayında da güzel bir program hazırladı. İstanbul, 14-22 Kasım tarihleri arasında RoboCop, Gerçeğe Çağrı, Temel İçgüdü, Yıldız Gemisi Askerleri, Görünmeyen Tehlike gibi filmlerin yönetmeni Paul Verhoven'ı ağırlayacak.



Açılışına Verhoeven’ın da katılacağı “Hollywood Öncesi Bir Hollanda Masalı” adlı programda, yönetmenin 1971-1983 yılları arasında beyazperdeye taşıdığı altı film gösterilecek. Programda gösterilecek filmler ise şöyle: Türk Lokumu / Turkish Delight , İş İştir / Bussiness is Bussiness, Kızın Adı Katy Tippel / A Girl Named Katy Tippel, Dördüncü Adam / The Fourth Man, Turuncu Asker / The Orange Soldier ve Spetters.





Paul Verhoven'ın da program kapsamında cuma günü İstanbul'a geleceğini ve Cumartesi günü saat 14:00'de Türk Lokumu / Turkish Delight filminin gösterimi sırasında seyircilerin arasında bulunacağını hatırlatalım.


İstanbul Modern Sinema'nın programlarından düzenli olarak haberdar olmak için Twitter sayfasına üye olabilirsiniz.




Paul Verhoven: Hollywood'dan Önce Bir Hollanda Masalı


İstanbul Modern, sinemanın yalnızca ticari salonlarda izlenmeyeceğini bilen sinefiller için Kasım ayında da güzel bir program hazırladı. İstanbul, 14-22 Kasım tarihleri arasında RoboCop, Gerçeğe Çağrı, Temel İçgüdü, Yıldız Gemisi Askerleri, Görünmeyen Tehlike gibi filmlerin yönetmeni Paul Verhoven'ı ağırlayacak.



Açılışına Verhoeven’ın da katılacağı “Hollywood Öncesi Bir Hollanda Masalı” adlı programda, yönetmenin 1971-1983 yılları arasında beyazperdeye taşıdığı altı film gösterilecek. Programda gösterilecek filmler ise şöyle: Türk Lokumu / Turkish Delight , İş İştir / Bussiness is Bussiness, Kızın Adı Katy Tippel / A Girl Named Katy Tippel, Dördüncü Adam / The Fourth Man, Turuncu Asker / The Orange Soldier ve Spetters.





Paul Verhoven'ın da program kapsamında cuma günü İstanbul'a geleceğini ve Cumartesi günü saat 14:00'de Türk Lokumu / Turkish Delight filminin gösterimi sırasında seyircilerin arasında bulunacağını hatırlatalım.


İstanbul Modern Sinema'nın programlarından düzenli olarak haberdar olmak için Twitter sayfasına üye olabilirsiniz.




8 Kasım 2009 Pazar

Çingene Yüreğim İster Bir İstanbul Şarkısı Çalsın, Kalp Hüzünlü Bir Fado ile Yansın

DSC_0355


Bir haftasonu tatilininin daha sonuna geldik sayın seyirciler. Bendeniz, prensip icabı haftasonu eğer çıkmama değecek bir şey yoksa sokağa çıkmayan, müzikçalar, kitaplık, dizüstü bilgisyar, televizyon ve de dvd player arasında mekik dokuyan sıkıcı bir insanım. Bunun nedeni, büyük ölçüde üşengeçliğim olduğu kadar, artık şirazesinden çıkmış İstanbul trafiğidir ki zaten kendi arzum dışındaki mobiliteden tiksinen bünyem kaldıramaz, hastalanırım. Yani "hadi şöyle bir dolanayım, çıkıp bilmemnereye gideyim" insanı değilim her türlü spontaneliğime rağmen.



Yine öyle bir Pazar gününde, TV'de keyfime göre bir Türk filmi bulamayıp "Burn After Reading" i izledim, anneme ayva marmelatı tarifi verdim, sevdiğim blogları kıraat edip yazarlarını eser miktarda kıskandım, Antony'den Bird Gerhl şarkısını en az beş kez dinledim ve Pazar gecesi sendromuna girdim. Girdiğim gibi de oturdum, Kasım boyunca yapacaklarımın bir listesini çıkardım.

İstanbul'un Kadını, İstanbul'un Babylon'unda


Sema, "Efsane Hanımlar" namlı albümünü, öyküleriyle etkili, sesleriyle büyülü Cumhuriyet hanımefendilerine armağan etmişti, ben onların şimdiki zaman yankısıyım diye ekleyerek... Bir Kasım akşamı, güzel bir sesten hüzünlü İstanbul şarkıları dinlemek... İstanbul'daki en sevdiğim müzik mabedinde... Kusura kalmayın dostlar, 10 Kasım Salı günü evde yokum, telefonum ise sessizde. Çünkü Sema Babylon'da, Sema sahnede.



Portekiz'in İçten Müziği 12 Kasım'da CRR'de


Rembetiko, Fado ve içli Anadolu ağıtları. Bunlar tam olarak birbirinin karşılığı değil belki, ama bende hep aynı duyguyu yaratırlar. O duygu "içtenlik"tir. Yalın ve süssüz, yalansız ve dolambaçsız. İşte bu sebepledir ki, geçen yıl İstanbul Film Festivali programında Carlos Saura'nın "Fados adlı yapıtını görünce sevinmiştim. Şimdi ise, filmden unutamadığım bir kare, müzikal bir enstantane olarak yeniden hayat buluyor. "Casa de Fados / Fado Evi" adı verilen konserde, Portekiz'in içten müziği Fadolar, Saura'nın filmindeki müzisyen ve şarkıcılar tarafından yorumlanıyor. Ve bu özel konser, 12 Kasım Perşembe günü CRR'de bizler gibi güzel insanlarla buluşuyor.


Yine Yeni Yeniden Pink Martini


Her pazar otomatik olarak dilime takılan bir şarkı var: "Je ne veux pas travailler". Nedense. :) İşbu enfes şarkının icracısı Pink Martini, defalarca İstanbul'a gelmiş ama bendeniz her defasında nasıl becerdiysem şehir dışında olduğumdan canlı dinleyememiştim. Neyse ki, buradaki Pink Martini düşkünlüğünü bildiklerinden her turnelerine İstanbul'u da eklemeyi ihmal etmiyorlar. Bu seneki Pink Martini buluşmamız, 24 Kasım Salı günü İş Sanat'da yeni albümleri şerefine gerçekleşecek.


Tanrı Meşgul, Ama Kultur Shock Eğlenmenize Yardım Eder


Kultur Shock da daha önce İstanbul'a gelenlerden. Hatta ikinci gelişlerini ben de oldukça net hatırlıyorum. Aylardan Mart'tı, ben yine İstanbul'da değildim ve konseri kaçırdığım için epeyce ağlamaklı olmuştum. Kultur Shock, bu sefer bir kış günü aramıza teşrif edecek. Şimdiden ajandanızın mühim bir satırına yazın, zira Osman Aga, God is Busy, May I Help You?, Mastika ya da Sarajevo çaldıkça damarlarınızdaki tüm çingene kanı boşalacak, midenizden yukarı bir sıcaklık zuhur edecek ve başınız daha hızlı dönecek. Tüm bunlar 29 Kasım'da başınıza gelecek. İsterseniz şu linkten bir tadım yapın, sonra çok acil bir şey olmaz ise, Jolly Joker Balans'da buluşalım.



Çingene Yüreğim İster Bir İstanbul Şarkısı Çalsın, Kalp Hüzünlü Bir Fado ile Yansın

DSC_0355


Bir haftasonu tatilininin daha sonuna geldik sayın seyirciler. Bendeniz, prensip icabı haftasonu eğer çıkmama değecek bir şey yoksa sokağa çıkmayan, müzikçalar, kitaplık, dizüstü bilgisyar, televizyon ve de dvd player arasında mekik dokuyan sıkıcı bir insanım. Bunun nedeni, büyük ölçüde üşengeçliğim olduğu kadar, artık şirazesinden çıkmış İstanbul trafiğidir ki zaten kendi arzum dışındaki mobiliteden tiksinen bünyem kaldıramaz, hastalanırım. Yani "hadi şöyle bir dolanayım, çıkıp bilmemnereye gideyim" insanı değilim her türlü spontaneliğime rağmen.



Yine öyle bir Pazar gününde, TV'de keyfime göre bir Türk filmi bulamayıp "Burn After Reading" i izledim, anneme ayva marmelatı tarifi verdim, sevdiğim blogları kıraat edip yazarlarını eser miktarda kıskandım, Antony'den Bird Gerhl şarkısını en az beş kez dinledim ve Pazar gecesi sendromuna girdim. Girdiğim gibi de oturdum, Kasım boyunca yapacaklarımın bir listesini çıkardım.

İstanbul'un Kadını, İstanbul'un Babylon'unda


Sema, "Efsane Hanımlar" namlı albümünü, öyküleriyle etkili, sesleriyle büyülü Cumhuriyet hanımefendilerine armağan etmişti, ben onların şimdiki zaman yankısıyım diye ekleyerek... Bir Kasım akşamı, güzel bir sesten hüzünlü İstanbul şarkıları dinlemek... İstanbul'daki en sevdiğim müzik mabedinde... Kusura kalmayın dostlar, 10 Kasım Salı günü evde yokum, telefonum ise sessizde. Çünkü Sema Babylon'da, Sema sahnede.



Portekiz'in İçten Müziği 12 Kasım'da CRR'de


Rembetiko, Fado ve içli Anadolu ağıtları. Bunlar tam olarak birbirinin karşılığı değil belki, ama bende hep aynı duyguyu yaratırlar. O duygu "içtenlik"tir. Yalın ve süssüz, yalansız ve dolambaçsız. İşte bu sebepledir ki, geçen yıl İstanbul Film Festivali programında Carlos Saura'nın "Fados adlı yapıtını görünce sevinmiştim. Şimdi ise, filmden unutamadığım bir kare, müzikal bir enstantane olarak yeniden hayat buluyor. "Casa de Fados / Fado Evi" adı verilen konserde, Portekiz'in içten müziği Fadolar, Saura'nın filmindeki müzisyen ve şarkıcılar tarafından yorumlanıyor. Ve bu özel konser, 12 Kasım Perşembe günü CRR'de bizler gibi güzel insanlarla buluşuyor.


Yine Yeni Yeniden Pink Martini


Her pazar otomatik olarak dilime takılan bir şarkı var: "Je ne veux pas travailler". Nedense. :) İşbu enfes şarkının icracısı Pink Martini, defalarca İstanbul'a gelmiş ama bendeniz her defasında nasıl becerdiysem şehir dışında olduğumdan canlı dinleyememiştim. Neyse ki, buradaki Pink Martini düşkünlüğünü bildiklerinden her turnelerine İstanbul'u da eklemeyi ihmal etmiyorlar. Bu seneki Pink Martini buluşmamız, 24 Kasım Salı günü İş Sanat'da yeni albümleri şerefine gerçekleşecek.


Tanrı Meşgul, Ama Kultur Shock Eğlenmenize Yardım Eder


Kultur Shock da daha önce İstanbul'a gelenlerden. Hatta ikinci gelişlerini ben de oldukça net hatırlıyorum. Aylardan Mart'tı, ben yine İstanbul'da değildim ve konseri kaçırdığım için epeyce ağlamaklı olmuştum. Kultur Shock, bu sefer bir kış günü aramıza teşrif edecek. Şimdiden ajandanızın mühim bir satırına yazın, zira Osman Aga, God is Busy, May I Help You?, Mastika ya da Sarajevo çaldıkça damarlarınızdaki tüm çingene kanı boşalacak, midenizden yukarı bir sıcaklık zuhur edecek ve başınız daha hızlı dönecek. Tüm bunlar 29 Kasım'da başınıza gelecek. İsterseniz şu linkten bir tadım yapın, sonra çok acil bir şey olmaz ise, Jolly Joker Balans'da buluşalım.



Çingene Yüreğim İster Bir İstanbul Şarkısı Çalsın, Kalp Hüzünlü Bir Fado ile Yansın

DSC_0355


Bir haftasonu tatilininin daha sonuna geldik sayın seyirciler. Bendeniz, prensip icabı haftasonu eğer çıkmama değecek bir şey yoksa sokağa çıkmayan, müzikçalar, kitaplık, dizüstü bilgisyar, televizyon ve de dvd player arasında mekik dokuyan sıkıcı bir insanım. Bunun nedeni, büyük ölçüde üşengeçliğim olduğu kadar, artık şirazesinden çıkmış İstanbul trafiğidir ki zaten kendi arzum dışındaki mobiliteden tiksinen bünyem kaldıramaz, hastalanırım. Yani "hadi şöyle bir dolanayım, çıkıp bilmemnereye gideyim" insanı değilim her türlü spontaneliğime rağmen.



Yine öyle bir Pazar gününde, TV'de keyfime göre bir Türk filmi bulamayıp "Burn After Reading" i izledim, anneme ayva marmelatı tarifi verdim, sevdiğim blogları kıraat edip yazarlarını eser miktarda kıskandım, Antony'den Bird Gerhl şarkısını en az beş kez dinledim ve Pazar gecesi sendromuna girdim. Girdiğim gibi de oturdum, Kasım boyunca yapacaklarımın bir listesini çıkardım.

İstanbul'un Kadını, İstanbul'un Babylon'unda


Sema, "Efsane Hanımlar" namlı albümünü, öyküleriyle etkili, sesleriyle büyülü Cumhuriyet hanımefendilerine armağan etmişti, ben onların şimdiki zaman yankısıyım diye ekleyerek... Bir Kasım akşamı, güzel bir sesten hüzünlü İstanbul şarkıları dinlemek... İstanbul'daki en sevdiğim müzik mabedinde... Kusura kalmayın dostlar, 10 Kasım Salı günü evde yokum, telefonum ise sessizde. Çünkü Sema Babylon'da, Sema sahnede.



Portekiz'in İçten Müziği 12 Kasım'da CRR'de


Rembetiko, Fado ve içli Anadolu ağıtları. Bunlar tam olarak birbirinin karşılığı değil belki, ama bende hep aynı duyguyu yaratırlar. O duygu "içtenlik"tir. Yalın ve süssüz, yalansız ve dolambaçsız. İşte bu sebepledir ki, geçen yıl İstanbul Film Festivali programında Carlos Saura'nın "Fados adlı yapıtını görünce sevinmiştim. Şimdi ise, filmden unutamadığım bir kare, müzikal bir enstantane olarak yeniden hayat buluyor. "Casa de Fados / Fado Evi" adı verilen konserde, Portekiz'in içten müziği Fadolar, Saura'nın filmindeki müzisyen ve şarkıcılar tarafından yorumlanıyor. Ve bu özel konser, 12 Kasım Perşembe günü CRR'de bizler gibi güzel insanlarla buluşuyor.


Yine Yeni Yeniden Pink Martini


Her pazar otomatik olarak dilime takılan bir şarkı var: "Je ne veux pas travailler". Nedense. :) İşbu enfes şarkının icracısı Pink Martini, defalarca İstanbul'a gelmiş ama bendeniz her defasında nasıl becerdiysem şehir dışında olduğumdan canlı dinleyememiştim. Neyse ki, buradaki Pink Martini düşkünlüğünü bildiklerinden her turnelerine İstanbul'u da eklemeyi ihmal etmiyorlar. Bu seneki Pink Martini buluşmamız, 24 Kasım Salı günü İş Sanat'da yeni albümleri şerefine gerçekleşecek.


Tanrı Meşgul, Ama Kultur Shock Eğlenmenize Yardım Eder


Kultur Shock da daha önce İstanbul'a gelenlerden. Hatta ikinci gelişlerini ben de oldukça net hatırlıyorum. Aylardan Mart'tı, ben yine İstanbul'da değildim ve konseri kaçırdığım için epeyce ağlamaklı olmuştum. Kultur Shock, bu sefer bir kış günü aramıza teşrif edecek. Şimdiden ajandanızın mühim bir satırına yazın, zira Osman Aga, God is Busy, May I Help You?, Mastika ya da Sarajevo çaldıkça damarlarınızdaki tüm çingene kanı boşalacak, midenizden yukarı bir sıcaklık zuhur edecek ve başınız daha hızlı dönecek. Tüm bunlar 29 Kasım'da başınıza gelecek. İsterseniz şu linkten bir tadım yapın, sonra çok acil bir şey olmaz ise, Jolly Joker Balans'da buluşalım.



7 Kasım 2009 Cumartesi

Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali, Tüm Engellere Rağmen


Şu kavanoz dipli acımasız ve acınası dünyada hala birileri sanata sarılıyor. Kendini, nereden daha çok para kazanılacağını düşünmeden, nasıl istiyorsa öyle ifade ediyor. Kimi bir fotoğraf makinasının vizöründen dünyayı tanımlıyor, kimi "aynı benim duygularımı ifade ediyor!" diye düşündürtecek şarkılar yazıyor, kimi ise, hayatın tam ortasından sahneleri bir de kameranın önünde canlandırıyor. Kimi 3 saatte anlatıyor öyküsünü, kimi 5 dakikada.


Meraklısı bilir, Şehr-i İstanbul denen cangılda 20 yıldır her türlü engele karşın süren bir festival var: Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali. Küçük bir ekip, ticari sinemalarda izleme olanağı bulunamayacak kısa filmleri sinefillerle buluşturmak için çetin bir çalışmaya imza atıyor. Bütün bu çabalar sonucu, 2009 yılında da İstanbul, 20 yıllık geçmişi olan ve 21. yaşını kutlayan Kısa Film Festivali'nden mahrum kalmadı.


Her gün bir yayının kapandığı, artık anılarda kalan festivallerin sayısının her geçen gün arttığı bir dönemde Kısa Film Festivali'nin hala var olabilmesinin değerini bilmek gerek. Şu linkteki programa bakıp 11 Kasım Çarşamba gününe kadar soluğu tercihe göre Pera Müzesi, Alman Kültür Merkezi yahut Fransız Kültür Merkezi'nde almak ve kısa öykülerin sinema diline kendimizi bırakmak gerek...


6 Kasım 2009 Cuma

Roll Over


Saat geceye doğru hızla ilerliyor. Müzikçalarda Ümmü Gülsüm dönüyor. Elimde kimbilir kaçıncı kez okuduğum "Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı" kitabı... Tam karşımda bir kütüphane rafında eski Roll dergilerim duruyor.


Sahi Roll dergisiyle aramızda ne var? Kimyamız nasıl tuttu da ben yıllardır gittiğim her yere taşıdım durdum bu sarı yaprakları? 87. sayısındaki Patti Smith miydi ortak noktamız? Yoksa 138'incideki Antony mi? Oğuz Atay mıydı? John Berger mi? İstanbul'da dinleyemediğim için hayatım boyunca üzüntü duyacağım Leonard Cohen mi, Nico mu, Beatles mı, Beth Ditto mu? Turgut Uyar mı, Edip Cansever mi, yoksa Cemal Süreyya mı?


Ben hayatımda hiçbir şeyi Roll dergisinin Corto Maltese'li sinema özel sayısını aradığım kadar aramadım. Bir yurt odasında bambaşka bir şehirdeki ilk günlere alışırken, trende karlı yolları aşarken ya da yılbaşı gecesi mum ışığında okudum, okudum, okudum.


Ve son... Roll, 144. sayısının adını "veda" koydu.


Kurtaramadık.







Roll Over


Saat geceye doğru hızla ilerliyor. Müzikçalarda Ümmü Gülsüm dönüyor. Elimde kimbilir kaçıncı kez okuduğum "Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı" kitabı... Tam karşımda bir kütüphane rafında eski Roll dergilerim duruyor.


Sahi Roll dergisiyle aramızda ne var? Kimyamız nasıl tuttu da ben yıllardır gittiğim her yere taşıdım durdum bu sarı yaprakları? 87. sayısındaki Patti Smith miydi ortak noktamız? Yoksa 138'incideki Antony mi? Oğuz Atay mıydı? John Berger mi? İstanbul'da dinleyemediğim için hayatım boyunca üzüntü duyacağım Leonard Cohen mi, Nico mu, Beatles mı, Beth Ditto mu? Turgut Uyar mı, Edip Cansever mi, yoksa Cemal Süreyya mı?


Ben hayatımda hiçbir şeyi Roll dergisinin Corto Maltese'li sinema özel sayısını aradığım kadar aramadım. Bir yurt odasında bambaşka bir şehirdeki ilk günlere alışırken, trende karlı yolları aşarken ya da yılbaşı gecesi mum ışığında okudum, okudum, okudum.


Ve son... Roll, 144. sayısının adını "veda" koydu.


Kurtaramadık.







Roll Over


Saat geceye doğru hızla ilerliyor. Müzikçalarda Ümmü Gülsüm dönüyor. Elimde kimbilir kaçıncı kez okuduğum "Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı" kitabı... Tam karşımda bir kütüphane rafında eski Roll dergilerim duruyor.


Sahi Roll dergisiyle aramızda ne var? Kimyamız nasıl tuttu da ben yıllardır gittiğim her yere taşıdım durdum bu sarı yaprakları? 87. sayısındaki Patti Smith miydi ortak noktamız? Yoksa 138'incideki Antony mi? Oğuz Atay mıydı? John Berger mi? İstanbul'da dinleyemediğim için hayatım boyunca üzüntü duyacağım Leonard Cohen mi, Nico mu, Beatles mı, Beth Ditto mu? Turgut Uyar mı, Edip Cansever mi, yoksa Cemal Süreyya mı?


Ben hayatımda hiçbir şeyi Roll dergisinin Corto Maltese'li sinema özel sayısını aradığım kadar aramadım. Bir yurt odasında bambaşka bir şehirdeki ilk günlere alışırken, trende karlı yolları aşarken ya da yılbaşı gecesi mum ışığında okudum, okudum, okudum.


Ve son... Roll, 144. sayısının adını "veda" koydu.


Kurtaramadık.







Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons