Öykü demişken, hep merak etmişimdir: 'Neden hangi tür kitapları okursun?' sorusunun yanıtı çoğunlukla romandır? Çetrefilli ve uzun olay örgüsü olan bir şeylerle uğraştığımızı karşımızdakine hissettirmek hoşumuza mı gidiyor acaba? Su gibi akan, dupduru yazılmış öykülerinin; sözgelimi bir Katherine Mansfield ya da Salinger ya da Sait Faik'in okur dimağında 'Rus edebiyatına takıldım' kadar olamamasının, öykünün hakkının verilmeyişinin nedeni ne olabilir?
Günler delirmiş gibi akıyor. Dokuz günlük o karmaşa sokaklarda kemikler bırakarak geldi geçti. Sisli ve nefes almayı zorlaştıracak kadar kötü kokan bir havaya karışıyor kalabalık. Zor bir gün, zorlaştırılacak bir gün. Denizyolu ulaşımı iptal, dolmuş-otobüs duraklarında metrelerce kuyruk, köprüler şimdiden içine inşaat artığı girmiş lavabo gibi. Bankalar en kalabalık günlerinden birini yaşayacak, devlet dairelerinde sistem çökecek, hastanelerde iniltiler yankılanacak, trafik birbirine girecek, kaotik bir şehir insanından ne bedbahlıklar istiyorsa hepsi olacak. Bilmem ki nasıl başetmeli? Müzikçalarda Midlake dönse, akşamına da Salon IKSV'de Winter Dies şarkısı bir de canlı canlı dinlense? Gün akşama dönüp de kapı karanlığın üzerine kapatılınca bir Fellini filmi izlense? Sadece metrodan metroya okunan kitap bu seferlik kanepede yerini alsa ve bu kitap bir öykü kitabı olsa?
Sis bulutu en azından yarına kadar dağılıp gider mi dersiniz?
0 yorum:
Yorum Gönder