Oysa Sartre'ı okumak, matrak bir arkadaşla dertleşmek gibidir. Hem de kendisiyle dalga geçmeyi meziyet sayan bir arkadaşla... Bunu en iyi O'nun "Sözcükler" kitabı ile hasbıhal ederken görürsünüz. Sartre orada kendi varoluşunu anlatan parçalardan dem vurur. Ailesini, sevdiği yazarları ve Tanrı'ya inanmaktan ne zaman vazgeçtiğini anlatır.
Örneğin Sözcükler'in bir yerinde Sartre, hayatının iki önemli parçasından biri olan "okuma" dönemini çocukluğu ile bağdaştırarak anlatır: "Benim gözümde ölmemişti onlar, daha doğrusu tam anlamıyla ölmemişlerdi, kitaplara dönüşmüşlerdi. Corneille, pürtüklü kırmızı yüzlü, deri kapaklı ve zamk kokan şişman bir adamdı. Bu rahatsız edici, sert ve söyledikleri zor anlaşılır kişinin onu taşıdığım zaman butlarımı örseleyen köşeleri vardı. Ama açtığım anda sular gibi yumuşak ve karanlık gravürler sunuyordu bana. Flaubert, ufak tefek, bez ciltli, kokusuz ve çilli bir yaratıktı. Çeşit çeşit Viktor Hugo, aynı anda her rafta yuva tutmuştu. Bu işin bedensel yanıydı; ruhlara gelince, bu eserlerde dolaşan hayaletler gibiydi onlar. Sayfalar birer pencereydi, dışarıdan birisi yüzünü cama yapıştırmıştı ve gözlüyordu beni, hiçbir şey farketmemiş gibi yapıyor, müteveffa Chateanbriand'ın sabit bakışları altında gözlerim adeta sözcüklere çakılmış gibi okumaya devam ediyordum. Bu tedirginlikler çok sürmüyordu; bunların dışında kalan oyun arkadaşlarımı çok seviyordum."
Sartre, Tanrı ile köprüleri nasıl attığını anlatırken annem geliyor aklıma. Küçük bir kızken herkesin ortasında ayıp bir hareket yapmış. Etraftakiler kendisini kınayınca perdeleri çekip aynı hareketi tekrarlamış ve "göremez ki beni, perdeler kapalı!" demiş. Çocukken, yani mantığımız henüz çelişkilerle kirlenmemişken etrafı daha net görebiliyor, daha akılcı kararlar alabiliyoruz sanırım. Sartre'a dönersek, diyor ki dostumuz: "Bir gün öğretmene Tutku üzerine yazılmış Fransızca bir kompozisyon verdim, ailem beğendi onu ve annem de bir kopyasını yazdı. Ama kompozisyonum yalnızca gümüş madalya kazandı. Bu hayalkırıklığı beni inançsızlığa gark etti. Bir hastalık ve tatiller, Dibildos Okulu'na dönmemi engelledi; okullar başlayınca da ben gitmek istemedim. Daha sonra bir çok yıl, herkesin önünde Kadir-i Mutlak'la olan ilişkimi sürdürdüm; ama özel hayatımda onu artık aramaz oldum. Yalnızca bir kere O'nun varolduğu hissine kapıldım. Kibritlerle oynamış ve küçük bir halıyı yakmıştım; kabahatimi gizlemeye çalışıyordum ki, Tanrı birdenbire gördü beni; O'nun bakışını beynimin içinde ve ellerimde hissettim, banyoda apaçık görünen bir hedef olarak dönenip duruyordum. Kızgınlık kurtardı beni: Böyle kaba bir nezaketsizliğe köpürdüm, küfretmeye başladım ve büyükbabam gibi mırıldandım: "Hay Allahım, ya Rabbim, Hay Allahım, ya Rabbim!" Tanrı da bana bir daha hiç bakmadı. Boşa çıkmış bir eğilimi anlattım size: Tanrı'ya inancım vardı ve O'nu verdiler bana ve ben O'nu aradığımı kavrayamadan aldım, yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. Bugün bana O'ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, "Elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o raslantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi," derim."
Sartre "özyaşamını" anlatırken dönüp kendime bakıyorum ve birden neşeleniveriyorum: O da ne, hayatta en sevdiğim adamlardan biriyle aynı hisleri paylaşıyormuşum! Kıs kıs gülüyorum şu sözlerine elimde olmadan: "Komedi oynamak için yaratılmış olduğuma inandırmışlardı beni, kabul ediyordum komediyi, ama ben başaktör olmak istiyordum ve hep bitkinliğe sürükleyen bu bunalım anlarında yalnızca "uyduruk roller" oynadığımı fark ediyordum; oynanan komedide pek çok sözüm vardı ve sık sık ortada gözüküyordum, ama tam anlamıyla "kendine özgü" bir rolüm yoktu, ben daha çok büyüklere replik veriyordum yalnızca."
0 yorum:
Yorum Gönder