31 Ekim 2006 Salı

Fragmanlar-Herakleitos

"Bu dinsel yürüyüş ve utanç dolu ilahi* Dionysos adına düzenlenmemiş olsaydı, insanlar çok edepsizce davranmış sayılacaklardı. Ama uğruna kendilerinden geçtikleri ve onurlarına Leneia bayramını kutladıkları Dionysos, Hades'in ta kendisi!"

*cinsel organı övücü, utanç verici ilahi


Çevirmen Cengiz Çakmak'ın yorumu: Herakleitos, Dionysos'un kendisini doğrudan eleştiri konusu yapmadan Dionysos Lenaios adına düzenlenen utanç verici törenleri imalı şekilde kınar. Leneia, Dionysos onuruna Ocak ayında kutlanan ve doğanın gücünü

ve bereketini simgeleyen şarap fıçısı bayramıdır. Herakleitos, Dionysos'un karşıtlıklardan oluşmuş doğasına vurgu yaparak onun ölümle (Hades) ilişkisini göstermek ister. Dionysos hem ölüm, hem yaşamdır. Doğmuş ve ölmüş, ölmüş ve doğmuştur. Ne yazık ki insanlar onun gerçek doğasını kavrayamamışlardır.




Yukarıdaki metin Kabalcı Yayınevi tarafından basılmış ve Cengiz Çakmak tarafından çevirisi ve yorumlaması yapılmış Herakleitos'un "Fragmanlar" adlı eserinden alıntılanmıştır. Herakleitos'un özellikle vurguladığı nokta, insanların bazı olguları kendi istedikleri gibi algılaması ve çarpıtmasıdır.



Bir kutlamayı amacından saptırarak gösterişe dönüştüren, sevinci taşkınlığa çevirip etrafına zarar veren ve bir özel günün gerçek amacını unutup kendi keyfi çıkarları için kullanan insancıklar M.Ö 500'lü yıllarda Herakleitos'un felsefesine konu olmuş. Metni okurken aklıma Cumhuriyet'in 83. yılını kutlamak amaçlı yapılan kutlamalarda bir milletvekilinin bir genç kızla göbek atıp alnına para yapıştırdığı sahne geliyor ister istemez. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında turistler tecavüze uğrayabiliyor ve kadınlar taciz edilebiliyor. Ve sabah okuduğum bir haberde belirtildiğine göre aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile adına uzman denen birileri “Kurban kesilen ülkelerde insanlar kan dökme güdüsünü tatmin ettikleri için bu toplumlarda seri katillere çok sık rastlanmaz." diye ahkam kesebiliyor. Sene 2006, yer Türkiye. Aslında yerin Türkiye olması pek de mühim değil, zira dünyanın her yanında modernlik ile uygarlık birbirine karıştırılıyor ve modernlik uğruna en ilkel dürtüler devreye giriyor zaman zaman. Modern ülkelerin seri katil sorunlarının çözülmesi için "kurban" ilkelliği önerilebiliyor örneğin.



Herakleitos yukarıdan bir yerden dünyaya bakıp, kahkahadan kırılıyor olsa gerek, ya da kimbilir belki de kahrından Dionysos ile kadeh tokuşturuyordur...

Fragmanlar-Herakleitos

"Bu dinsel yürüyüş ve utanç dolu ilahi* Dionysos adına düzenlenmemiş olsaydı, insanlar çok edepsizce davranmış sayılacaklardı. Ama uğruna kendilerinden geçtikleri ve onurlarına Leneia bayramını kutladıkları Dionysos, Hades'in ta kendisi!"

*cinsel organı övücü, utanç verici ilahi


Çevirmen Cengiz Çakmak'ın yorumu: Herakleitos, Dionysos'un kendisini doğrudan eleştiri konusu yapmadan Dionysos Lenaios adına düzenlenen utanç verici törenleri imalı şekilde kınar. Leneia, Dionysos onuruna Ocak ayında kutlanan ve doğanın gücünü

ve bereketini simgeleyen şarap fıçısı bayramıdır. Herakleitos, Dionysos'un karşıtlıklardan oluşmuş doğasına vurgu yaparak onun ölümle (Hades) ilişkisini göstermek ister. Dionysos hem ölüm, hem yaşamdır. Doğmuş ve ölmüş, ölmüş ve doğmuştur. Ne yazık ki insanlar onun gerçek doğasını kavrayamamışlardır.




Yukarıdaki metin Kabalcı Yayınevi tarafından basılmış ve Cengiz Çakmak tarafından çevirisi ve yorumlaması yapılmış Herakleitos'un "Fragmanlar" adlı eserinden alıntılanmıştır. Herakleitos'un özellikle vurguladığı nokta, insanların bazı olguları kendi istedikleri gibi algılaması ve çarpıtmasıdır.



Bir kutlamayı amacından saptırarak gösterişe dönüştüren, sevinci taşkınlığa çevirip etrafına zarar veren ve bir özel günün gerçek amacını unutup kendi keyfi çıkarları için kullanan insancıklar M.Ö 500'lü yıllarda Herakleitos'un felsefesine konu olmuş. Metni okurken aklıma Cumhuriyet'in 83. yılını kutlamak amaçlı yapılan kutlamalarda bir milletvekilinin bir genç kızla göbek atıp alnına para yapıştırdığı sahne geliyor ister istemez. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında turistler tecavüze uğrayabiliyor ve kadınlar taciz edilebiliyor. Ve sabah okuduğum bir haberde belirtildiğine göre aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile adına uzman denen birileri “Kurban kesilen ülkelerde insanlar kan dökme güdüsünü tatmin ettikleri için bu toplumlarda seri katillere çok sık rastlanmaz." diye ahkam kesebiliyor. Sene 2006, yer Türkiye. Aslında yerin Türkiye olması pek de mühim değil, zira dünyanın her yanında modernlik ile uygarlık birbirine karıştırılıyor ve modernlik uğruna en ilkel dürtüler devreye giriyor zaman zaman. Modern ülkelerin seri katil sorunlarının çözülmesi için "kurban" ilkelliği önerilebiliyor örneğin.



Herakleitos yukarıdan bir yerden dünyaya bakıp, kahkahadan kırılıyor olsa gerek, ya da kimbilir belki de kahrından Dionysos ile kadeh tokuşturuyordur...

Fragmanlar-Herakleitos

"Bu dinsel yürüyüş ve utanç dolu ilahi* Dionysos adına düzenlenmemiş olsaydı, insanlar çok edepsizce davranmış sayılacaklardı. Ama uğruna kendilerinden geçtikleri ve onurlarına Leneia bayramını kutladıkları Dionysos, Hades'in ta kendisi!"

*cinsel organı övücü, utanç verici ilahi


Çevirmen Cengiz Çakmak'ın yorumu: Herakleitos, Dionysos'un kendisini doğrudan eleştiri konusu yapmadan Dionysos Lenaios adına düzenlenen utanç verici törenleri imalı şekilde kınar. Leneia, Dionysos onuruna Ocak ayında kutlanan ve doğanın gücünü

ve bereketini simgeleyen şarap fıçısı bayramıdır. Herakleitos, Dionysos'un karşıtlıklardan oluşmuş doğasına vurgu yaparak onun ölümle (Hades) ilişkisini göstermek ister. Dionysos hem ölüm, hem yaşamdır. Doğmuş ve ölmüş, ölmüş ve doğmuştur. Ne yazık ki insanlar onun gerçek doğasını kavrayamamışlardır.




Yukarıdaki metin Kabalcı Yayınevi tarafından basılmış ve Cengiz Çakmak tarafından çevirisi ve yorumlaması yapılmış Herakleitos'un "Fragmanlar" adlı eserinden alıntılanmıştır. Herakleitos'un özellikle vurguladığı nokta, insanların bazı olguları kendi istedikleri gibi algılaması ve çarpıtmasıdır.



Bir kutlamayı amacından saptırarak gösterişe dönüştüren, sevinci taşkınlığa çevirip etrafına zarar veren ve bir özel günün gerçek amacını unutup kendi keyfi çıkarları için kullanan insancıklar M.Ö 500'lü yıllarda Herakleitos'un felsefesine konu olmuş. Metni okurken aklıma Cumhuriyet'in 83. yılını kutlamak amaçlı yapılan kutlamalarda bir milletvekilinin bir genç kızla göbek atıp alnına para yapıştırdığı sahne geliyor ister istemez. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında turistler tecavüze uğrayabiliyor ve kadınlar taciz edilebiliyor. Ve sabah okuduğum bir haberde belirtildiğine göre aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile adına uzman denen birileri “Kurban kesilen ülkelerde insanlar kan dökme güdüsünü tatmin ettikleri için bu toplumlarda seri katillere çok sık rastlanmaz." diye ahkam kesebiliyor. Sene 2006, yer Türkiye. Aslında yerin Türkiye olması pek de mühim değil, zira dünyanın her yanında modernlik ile uygarlık birbirine karıştırılıyor ve modernlik uğruna en ilkel dürtüler devreye giriyor zaman zaman. Modern ülkelerin seri katil sorunlarının çözülmesi için "kurban" ilkelliği önerilebiliyor örneğin.



Herakleitos yukarıdan bir yerden dünyaya bakıp, kahkahadan kırılıyor olsa gerek, ya da kimbilir belki de kahrından Dionysos ile kadeh tokuşturuyordur...

30 Ekim 2006 Pazartesi

Linda Coburg'dan Bildiriyor!





Önce açalım bilgisayarımızın sesini, odamızın içine From The Beginning nağmeleri yayılsın. Sonra Almanya'ya, taa Coburg ormanlarına götürsün bizi Linda. Bir tiyatro sahnesinde soluklanalım. Artık sözü fotoğraflara vermenin zamanı geldi, Coburg'dan başlasın yolculuk. Sonra Batı Karadeniz'in az bilinen ilçesi Cide'ye, sonra da Yeditepe'ye uğrayacağız hep birlikte. Yakında, bu sayfalarda...






Linda Coburg'dan Bildiriyor!





Önce açalım bilgisayarımızın sesini, odamızın içine From The Beginning nağmeleri yayılsın. Sonra Almanya'ya, taa Coburg ormanlarına götürsün bizi Linda. Bir tiyatro sahnesinde soluklanalım. Artık sözü fotoğraflara vermenin zamanı geldi, Coburg'dan başlasın yolculuk. Sonra Batı Karadeniz'in az bilinen ilçesi Cide'ye, sonra da Yeditepe'ye uğrayacağız hep birlikte. Yakında, bu sayfalarda...






Linda Coburg'dan Bildiriyor!





Önce açalım bilgisayarımızın sesini, odamızın içine From The Beginning nağmeleri yayılsın. Sonra Almanya'ya, taa Coburg ormanlarına götürsün bizi Linda. Bir tiyatro sahnesinde soluklanalım. Artık sözü fotoğraflara vermenin zamanı geldi, Coburg'dan başlasın yolculuk. Sonra Batı Karadeniz'in az bilinen ilçesi Cide'ye, sonra da Yeditepe'ye uğrayacağız hep birlikte. Yakında, bu sayfalarda...






Young Hearts Run Free...



Dünkü güzel havaya inat "Bu sabah yağmur var İstanbul'da..." Sabahtan beri tek bir canlıya bile zarar vermeyecek fakat İstanbul-Eskişehir yolunu sonsuza kadar yok edecek bir fırtına, kasırga veyahut adı-sanı bilinmedik bir doğal afetin hayalini kurmaktayım. Her dönüş zamanı yaklaştığında klasik hezeyanlarım baş göstermekte... Geçen defasında pencere kenarında oturup koca bekleyen ev kızı olmayı hayal etmiş, anneme anlatmıştım, "tamam kızım" demişti. Hayır bekledim itiraz etsin, "4 sene oldu, hala aynı saçmalıkları söylüyorsun, gidince de gelmek bilmiyorsun Eskişehir'den. Hem kocan olacak elin adamının eline bakmak hiç mi gururuna dokunmayacak evladım, sen yapamazsın." falan desin. Yok. O bile vazgeçmiş.

Dün hava pek güzel, pek güneşli dedik ya, bu güzel günü boğaz kıyısında yıllarca radyo mikrofonlarından benim yaşlı Sharp-LorenzSevgili Handan Demiralp'le ve fotoğrafta beni boğmaya yeltenen ama aslında her kaprisimi, zırvamı ve itirazımı söylene söylene de olsa dinleyen Cem'le Çengelköy'de geçirdik. Çengelköy yokuşlarında ayazma ararken hangi sokaklara girip çıktık, Handan Hanım yazmadan ben sır vermem. Girişin devamını ben de herkes gibi merakla bekliyorum. Biliyorum ki en basit ayrıntı, güçlü bir gözlemcinin kaleminden öyle bir anlatılır ki o anı siz yaşamış olduğunuz halde merakla okursunuz dışarıdan biri gibi. Havanın bugünkü gidişatına bakılırsa artık kış denen mevsim kapıyı tıngırdatmaya başladı. Çarşamba günü itibariyle en sevdiğim mevsim, Kasım kapıyı çalacak. Belki birkaç gün daha pastırma yazı, akabinde kasım sonuna doğru naçizane yazarınızın bir yaş daha morukladığı gün, aman unutmayalım morukluk günümüzden iki gün önce 24 Kasım Öğretmenler Günü- ki ben çocukken babamın doğum günü sanırdım, herkes hediye verir diye çok kıskanır, kalemlerini çalardım.- Moruklama tabirini inanın sevimlilik amaçlı kullandım zira bilirim ki yaş-baş hiç mühim değil, maksat genç ruhlar özgürce koşsun. 26 Kasım'ın iki ertesi 28 Kasım, Efes Blues Festival Eskişehir'e uğrayacak. Yaşamımı poğaça hamuru gibi bezelere böldüğümü şimdi farkettim, 2 gün arayla planlarım. Kışa en çok yakışan melodilerden biri "You make me feel like a natural woman" ve Carole King, bknz. bu metnin en başında. Daha sonra belki James Taylor "You Just Call Out My Name" i icra eder, belki Antony dinlerim, yanında King of The Convenience, Dire Straits veyahut King Crimson ve Emerson Lake Palmer. Belki yakın zamanda kar lapa lapa yağar yağmur yerine. Sonra zaten pek neşeli 2006 bitmiş, 2007 kapıyı almış olur, geri sayım, hep geri sayım zaten hayat boyu.
aracılığıyla dört duvar odamın içine yayılan harika sesin sahibi


Dün 29 Ekim'di malum, bizimkiler Bağdat Caddesi'ndeki Fener Alayı'na gitmişler. Meşhum 301'in, Türkiye'yi İstanbul'dan ibaret sanan yöneticilerin, Güney ve Doğu Anadolu'yu basan selde ölen beş ölünün, hala töre cinayetinin gölgesinde ortak bir dilekte buluşuldu: Cumhuriyet bayrak asmakla, havai fişek patlatmakla, tören izlemekle korunmuyor. Hele Taksim Meydanı'nda kadınlara pandik atan abazalarla, kızları dansöz gibi oynatıp, alınlarına para yapıştırarak karşılıklı göbek atan milletvekilleriyle hiç korunmuyor. Düşünce suçu bir bildiri imzalamakla da önlenmiyor. Aydın tabir edilenlerin tıpkı bir Ümit Kaftancıoğlu, Uğur Mumcu ve Ahmet Tamer Kışlalı gibi savunduklarının arkasında korkusuzca durmaları, okuyanları olarak bizlerin de boş durmayıp, herşeyi biri nasılsa yapar diye düşünüp şakşaklamak yerine elimizi taşın altına sokmamız gerekiyor. Çocukluktan itibaren sürülmeyen bireyler yetiştirmemiz gerekiyor.



Kürke Hayır Platformu kapsamında çalışmalarımızı sürdürürken günden güne farkedilmek ve yeni insanların farklı alanlardaki destekleri ile karşılaşmak bizi yüreklendiriyor. Örneğin hiç aklımıza gelmeyecek bir platformda savunduklarımız ikinci plana atılıp önüne ünlü bir isim yerleştirilmeden yazılmış bir yazı ile karşılaşmak ve bu yazı aracılığıyla geliştirmeye yeni başladığı çevre bilinciyle bir websitesi hazırlayan bir çocuk gücü ile karşılaşmak kendi adıma beni fazlası ile umutlandıran bir gelişme. Bunu da paylaşmak istedim naçizane.

27 Ekim 2006 Cuma

Kaprisliyimdir...

Bakmayın böyle sevimli sevimli yazdığıma... Pek kaprisliyimdir aslında. Kaprisimi bir annem, bir de TCDD Online Bilet Satış Ekranı bilir. Vakitlice alıyorsam biletimi, tek koltuk seçeneğinden aşağısı kurtarmaz. "Aradığınız koşullarda yer bulunamadı" yazısı çıkarsa lütfen pencere seçeneğini işaretlerim. O da yoksa önce trenin pencere tarafı koltuklarını dolduranlara, sonra Online Rezervasyon Ekranı'na "Benim gibi birine yapılır mı bu?" diye alınırım. En son ağlaya söylene "sıradan" ı seçer, gene de yer bulamazsam...




Tanrı biliyor ki Pazartesi günü saat 16:00'daki İstatistik dersine yetişmek için pekçok çabaladım. Başkent Ekspres'in bütün sigara içilmeyen koltuklarını denedim. 2 saatlik sıkıcı bir derse yetişeceğim diye doğrusu akciğer kanseri olup ölmeye niyetim yok, sigara içilen vagonu tıklamadım bile. Gururumu hiçe sayıp koridor kenarı, daha da ileri gidip sıradan seçeneklerini işaretlediysem de yer vermedi adi sistem. Salı günü gitmek anlamsız, boş günüm. Çarşamba ise dersim 3'te...Kaldık mı 1 Kasım'a kadar İstanbul'da? Hayır, ne yani pazar gecesi mi gitseydim?



Staj Raporum, İstatistik örtmenim ve tez danışmanım 2 gün beklesin. Ben kaprisli bir insanım nihayetinde. Ve ayrıca elimden gelen herşeyleri yaptım gitmek için. Mukadderata karşı koyulmaz...


Ayrıca rüyamda Venezuela'daymışım, dans ediyormuşum Caracas'ta. Bu Clandestino'yu çok dinledim ben, kendimi latin sanmaya başladım. Ayrıca pek romantik bir hatun olduğum sonucunu çıkarabilirsiniz zira Papillon Charrieré'i kabul eden ülke olduğu için Venezuela'ya kanım kaynamıştı, bir nevi aşkımın izlerini sürmeye giderim gidersem ki gideceğim büyüyünce.
İyi hatırladım yahu, dönünce Papillon'u seyreylemeli, Ole Steve McQueen! Ole Manu!



Papillon ve Manu Chao ne alaka diye soran olabilir, Clandestino'nun sözlerinden de pekala anlaşılabileceği üzere egemenlerce ikinci sınıf addedilen insanlardan bahseder Manu. Papillon ise Fransız Güyanası'ndan kaçıp Venezuela'ya sığınır ve Kelebek'ten sonra yazdığı devam kitabı Banko'da herkesin korktuğu ve ülkesi Fransa'nın insan yerine dahi koymadığı bir kürek mahkumunu vatandaşlığa kabul ettiği için bu güzel ülkenin sıcak insanlarına teşekkür eder.



mano negra clandestina


peruano clandestino


africano clandestino


marijuana illegal



(mano negra) yasadışı


perulu yasadışı


afrikalı yasadışı


marihuana yasadışı!

21 Ekim 2006 Cumartesi

Ezgi Gider...

Sevgili Okuyucu,

Yanızca fotoğraflarından tanıdığım, görüp gezme fırsatı bulamadığım ve bunun için pek utandığım anne tarafından memleketim Cide'ye gidiyorum üç günlüğüne... 23 yaşında da olsa Rıfat Ilgaz'ın doğduğu toprakları, annemin meyve ağaçlarından düşüp orasını burasını kırdığı memleketi tanıyacağım nihayet. Üç gün de olsa bir başlangıç, çok geç kalmış bir seyahat.

Çok ani alınmış bir yolculuk kararı olduğundan göremediğim, hoşçakal diyemediğim bütün arkadaşlarımın şimdiden bayramları kutlu olsun. Çok kısa bir süre sonra yeniden İstanbul'dan selamlaşmak üzere sizi Cide fotoğrafları ile başbaşa bırakayım. Kısacık süreye sığdırabildiğim kadar fotoğraf ve öyküyle dönünceye kadar hoş kalın.:)

Dip Not: Cide İstanbul'dan 513 km olup bu yolculuğun tamamı ne yazık ki otobüs denen hiç sevmediğim bir araçla yapılacaktır. Keyifli geçmesini umarım.

E.

Salı Eklemesi: Pek çok anı, fotoğraf, güzellik biriktirdim anlatacak. Topu topu 48 saate muhteşem Cide güzellikleri sığdırdım. Büyük teyze Bediha'dan maniler dinledim, eski ahşap evinin zamanında ünlü bir fotoğrafçı tarafından fotoğraflanıp British Council 92 takvimine basıldığını öğrendim. Gideros koyunda turkuaza daldım gittim, büyük dedenin bahçesinde kargalardan ceviz aşırdım, cumbada oturdum ama rastık çekemedim. Bahçe domatesine tuz ekip katıksız götürdüm, annemin lakabının "balık kız" olduğunu öğrendim. Teyze Bediha bir tepsi cevizli baklava açmış, daha doğrusu oklavasını yeni almış, pek maharetliymiş meret, ondan baklava lezzetli olmuş, sırrını öğrendim. Cide'de kişilere takılan lakapları anlattı Fahamet Teyze uzun uzun, dinledikçe Cide'de yaşamadığıma şükredesim geldi. Dağdan tepeden villadin topladılar, avucuma koydular, birbir yedim. Cide lehçesini azbuçuk söktüm, Rıfat Ilgaz'a selam çaktım, Karadeniz'in pek masum oluşuna kızdım, döndüm geldim... Bunları uzun bir süre anlatacağım, değer çünkü... Bana anlatılan öyküleri, söylenen manileri, Cide'den bol fotoğrafları, yolda dinlediklerimi-gördüklerimi birbir paylaşacağım. Ama ondan önce fotoğraflar tab edilecek, bizim Nikon hangi gördüğümü çekmiş, hep beraber göreceğiz. Eskişehir'e dönüşüme bırakıyorum bu Cide paylaşımlarını, şimdilik İstanbul'dan devam edelim biz...

20 Ekim 2006 Cuma

Bazıları Fotoğraf Sever...

Geçen Cumartesi günü bizim Porsuk'ta kano yarışları yapıldı. Hava pek soğuk, katılımcı pek azdı, benim deli pösteki sayar gibi parmağımla birbir saydığım kadarıyla 6 yarışmacı vardı. O an "Adalar" denen Eskişehir'in pek piyasa mekanında, Porsuk kıyısında dolanırken aşağıdaki fotoğrafları ve Cuma günü ise kampüste dolanırken de diğer fotoğrafları çektim.

Bu arada herkesin
ŞEKERLEME BAYRAMI kutlu olsun efem, bakın üşenmedim, rengarenk yazdım.


17 Ekim 2006 Salı

Çok Yoğunum...

Cuma eki: 4 senedir ayın ilk maaş günlerinde kampüsteki Ada Müzik'e ait minik dükkana uğruyorum. Zamanında uzun raf didiklemelerim sonucu "Cats" müzikalinin CD'sini çok uygun fiyata almıştım.(sonradan biri aşırdı) Bugün bir başka albümü ve Roll dergisini sormak için uğrayıp hemen raf fareliğine başladım. Orayı burayı karıştırırken büyük bir şıngırtıyla raflardaki 3-5 CD'yi düşürdüm, ilk başta bulunan CD'nin kabı bir tarafa, kendisi öte yana gitti. Bu CD denen şeyler tekerlek formunda oldugundan açık olan kapıya doğru yuvarlandı, peşinden de ben. Neyse ki görevli çocuklar tanır, nazımı çekerler. Dağılmış CD kutusunu düzeltip yerine koydum, sonra da kasaya dönüp: "Amaaan, zaten Coldplay'miş, kırılsa da pek bir kayıp değil" deyip, zeytinyağı gibi su üstüne çıktım. Raf fareliğim sayesinde şu anda Manu Chao dinliyorum, "Clandestino" yu. Aldığım CD 'yi öderken "Şimdi siz bana sormadan ben söyleyeyim, rafları bu kadar çok karıştırıyorum çünkü Manu Chao gibi adamı en arka rafa koymuşsunuz, Coldplay önde. Ya Manu kırılsaydı?" diyerek yüzsüzlüğümü sürdürdüm, "Clandestino"yu ödedim ve aman pek bir mutluyum, adam resmen benim şarkımı söylüyor:" i went to the big town/where there is a lot of sound/from the jungle to the city/looking for a bigger crown/so i play my boogie/for the people of big city/but they don't go crazy/when i'm bangin' in my boogie... "Böyle haydi eller havaya, dans, dans, dans diye çığırasım geliyor Bongo Bong çalarken.

Bir de ne olur söyleyin, kızlar özelllikle, siz şu jean üzeri uzun çizme modasını seviyor musunuz ya? Şehir Calamity Jane'leri gibi, hortladı gene iğne topuk çizme modası. Korkunç, hiç sevmiyorum.

Efenim, beş sene önce ilk okula başladığımda nispeten yoğun geçen sınav dönemlerinde "Son sınıfta rahat olacaksın, dayan" diye motive ederdim kendimi. Şimdi beklenen son senenin içindeyim. Beş senedir ilk defa bu kadar kağıt işine (paperwork oluyor ecnebicesi) boğulmuş durumdayım. Ödevleri bir tarafa bırakırsak 7,5 aylık bir süre içinde yazılacak bitirme tezi, iki haftaya teslimi şart staj raporu, Kongre ve Fuar yönetimi dersi için 16 Kasım'da yapılacak sunum ve 50 sayfalık çeviri gibi angaryalarım var yüklendiğim. Yaklaşmakta olan sınavlara çalışmayı say(a)mıyorum bile.

Ortaokuldayken özellikle matematik kitabımın içine Tommiks koyup okumaya bayılırdım. Şimdi tepemde "Ders çalış kızım, ödev yap yavrum" diye çığıran ebeveynler yok. İstersem İstatistik çalışmak yerine çizgi roman okuyabilirim. Kimse "neden okuyorsun?" demez. Zaten zaman yönetimi denen bir takım zırvalar öğrettiler, uygulaması size kalmış diyerek.

Personal Komputerimin başında Word formatında yapmam gerekenleri klavyelerken bir yandan ev arkadaşı arşivinden alınmış albümleri veyahut film dinlemekteyim. Yanlış yazmadım, izlemiyor, dinliyorum. Örneğin daha dün Trainspoting dinlerken Ewan Mc Gregor'un ne güzel "Jesus" dediğini farkettim. "Cisas" diye telafuz ediliyormuş İskoç aksanıyla.

Arkadaş arşivinden apartılmış albümlerin dışında uzun kış öncesi gecelerine Media Player'ımdaki eski şarkılar da eşlik ediyor. Suede "
The Asphalt World" çığırıyor.

i know a girl she walks the asphalt world
she comes to me and i supply her with ecstasy
sometimes we ride in a taxi to the ends of the city
like big stars in the back seat like skeletons ever so pretty
i know a girl she walks the asphalt world

but where does she go?
and what does she do?
and how does she feel when she's next to you?
and who does she love in time-honoured fur?
is it me or her?

i know a girl she walks the asphalt world
she's got a friend, they share mascara i pretend
sometimes they fly from the covers to the winter of the river
for these silent stars of the cinema
it's in the blood stream, it's in the liver
i know a girl, she walks the arse felt world

but where does she go?
and what does she do?
and how does she feel when she's next to you?
and who does she love in time-honoured fur?
is it me or is it her?

with ice in her blood
and a dove in her head
well how does she feel when she's in your bed?
when you're there in her arms
and there in her legs
well i'll be in her head

cos that's where i go
and that's what i do
and that's how it feels when the sex turns cruel
yes both of us need her, this is the asphalt world

İşte tam bu noktada bende dikkat falan kalmıyor. O zaman "Zorba" yı açıyorum, başlıyorum onlarca kez okuduğum satırları yeniden hatmetmeye:

"İnsan ruhu sırf çamurdur, işlenmiş, hala kabakıyım doğranmış becerilere sahip bir çamur ve temiz, sağlam olan hiçbirşeyi farkedemez, eğer yapabilseydi bunu ayrılık ne kadar başka olurdu!"


"Çok ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. "Eee, dede," dedim, "badem ağacı mı dikiyorsun?" O eğilmiş olduğu halde bana baktı ve: "Ben oğlum," dedi, "Ölümsüzmüşüm gibi davranırım." Karşılık verdim: "Ben de her an ölecekmişim gibi hareket ederim!" İkimizden hangimiz haklıydık, patron?" (Zorba, N.Kazancakis, Can Yayınları)

Bakıyorum, artık ders çalışmak, rapor yazmak için artık çok geç. İşte tam bu an Panait İstrati zamanı. İstrati'ye İncesaz melodileri eşlik ediyor.

"Dediklerine bakılırsa bir zamanlar Sereth'in de tıpkı bizler gibi bir ruhu, hem de ateşli bir ruhu varmış. Bukovin'den yola çıkıp geçtiği yerlerden birinde güzel ve genç bir kızın gönlünü çelen kendini beğenmiş Sereth , Bistristsa adındaki bu güzel kızı kollarına alıp yeryüzünün en güzel şeyleri olan ama yavuklusunun karşısında saygıyla eğilecek portakal ve nar bahçelerini göstermek üzere Karadeniz'e, ordan da çok daha uzaklara götürmeye karar vermiş.

Bu tasarıyla kendinden geçen, aklı başından giden Bistristsa sevgilisinin önerisini kabul etmiş, koşup elini tutmuş, birlikte bizim oralara dek gelmişler ama Tuna ansızın karşılarına dikilip "Hey, durun bakalım!" diye bağırmış, "Yalnız yollar kesişebilir, akarsular değil! Hem küçük bir ırmak koskoca bir nehrin ortasından asla ve kat'a geçemez."

Ve Tuna böyle dedikten sonra bizimkilerin yolunu kesmiş.

Bu işe sinirlenen Sereth, başlamış yatağını genişletmeye. Yavuklusunu altın sarısı meyve bahçelerinin eteklerini yalayan denize ulaştırma sevdasıyla kazdıkça kazmış, Tuna'nın genişliğine erişmiş, hatta geçmiş bile.

Ancak yarış pek orantısız, yaşlı nehrin boyu bizim sevdalılarınkinden çok çok fazla uzunmuş. Sereth ve Bistristsa el ele vermelerine karşın yenilmişler.Tuna ikisini de yedeğine alıp götürmüş.

Bununla birlikte Irmakağzı halkı, yani bizler, onların bu tutkulu direnişi sonrasında dünyanın en verimli toprağına sahip olmuşuz, çünkü Sereth ve Bistristsa önüne çıkan herşeyi silip süpüren şu suratsız Tuna'ya teslim olmadan önce işte burada sevişmişler doyasıya."

Panait İstrati-Minka Abla



Dikkatim dağılmaya pek müsait anlaşılacağı üzere. Ama yine de tam motive olmamışlığımı seviyorum. Tek bir konuya konsantre olup gelişmeleri kaçırmaktansa 2 saat daha az uyuyorum. Bu böyle olmasa Eti çikolata reklamlarına nasıl katıla katıla gülebilirim? Favorim Soho reklamı mesela. Çikolatanın içindekinin karamel mi Nuga mı olduğunu tartışan iki hatun kişi ti'ye alınıyor. Zamanında dolmuşta gözüme bu tarz konuşan bir hatun tarafından parfüm sıkılıp reklamdaki ses gibi yaya yaya özür dilenmiş olmasa abartmışlar diye efelenebilirdim feminist feminist. Az bile dalga geçmişler bence..."Polimik yoook amaaaa..." Çok sevdim, çook. Yeni 5 kat etkili Domestos reklamı ise favorim. "Kötüyüüüm ben kötüyüüüm, kötüyüm, kötüyüm, ishal yapar kustururum..." diye şarkısını söyleyen mikrop çok sevimli bence. Çamaşır suyu onu yokedince üzülüyorum doğrusu. Bu mikrop bana çocukluğumu hatırlatıyor. Yemekten önce elimizi yıkamamız gerektiğini anlatan resmili bir öykü kitabım vardı. Bu kitaptaki mikrop karakteri kıllı, tüylü yeşil bişeydi. Korkunç olsun diye kaşını çattırmışlardı ama ben çok sevimli bulurdum bu yaratığı. Hatta "Evde mikrop besleyelim mi anne?" diye sormuştum. Sineğe inek, ineğe sinek dememden sonra en çok konuşulan çocukluk andavallığım budur. Annem mikrobun kötü, ama çok kötü birşey olduğunu anlatırdı bana. Peki Okan Bayülgen'in sevimli sesiyle sevimli çizilen mikropcuktan çocuklar nasıl korkacak? O kısmı beni alakadar etmiyor.

Bu videoya da çok güldüm dün akşam misal. MTV Tr Reklam Videosu.

http://youtube.com/watch?v=BcZcdDrsOF8

Yeşilçam TV öğleden sonra saat 3 civarı siyah-beyaz filmler yayınlıyor, akşam Bussiness Channel adlı kanalda güzel filmler var, orjinal dilinde ve altyazılı olarak. Wonderland, Hillary and Jackie ve Full Metal Jacket'ı yayınladılar mesela. Bu Cumartesi CNBC-E'de Atları da Vururlar ve Tootsie gösterilecek, bu da böyle bir dipnot.

Sevgili Handan Demiralp'in http://www.tirmikizi.blogspot.com adresindeki bilgilendirici ve birbirinden hoş yazıları okumanızı öneririm. Son yazısı "Meme Kanseri" ile ilgili bilgilendirici bir yazı, didaktik olmadan, yaşamın bizzat kendisiyle dalga geçebilen bu kadını okumaktan büyük keyif duyuyorum ben.

Çok yoğunum evet.:))

Efes Pilsen Blues Festival 17

Bu seneki Blues Festival'in en büyük süprizi tam da doğum günümden 2 gün sonra Eskişehir'e uğrayacak olması! Benim için en güzel hediye müziktir, Onlar bilmeyecekler ama ben o gece en güzel doğum günü hediyemi almış olacağım. Blues melodileri 1900'lerin Missisippi'sinden çıkıp, 2006'nın Eskişehir'inde yankı bulacak 28 Kasım'da. Siz hangi şehirde yakalayacaksınız ?

Efes Pilsen Blues Festival 17

09 Kasım - 20 Aralık 2006

Efes Pilsen Blues Festival 17. Buluşma İçin Hazır

Türkiye'nin tek Blues festivali 'Efes Pilsen Blues Festival' bu yıl 17. kez blues severlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festival biletleri 16 Ekim'de satışa çıktı.

Organizasyonunu Pozitif'in gerçekleştirdiği festival kapsamında bu yıl blues dünyasının ses getiren isimleri Buckwheat Zydeco, Larry Garner&Band ve Michael Powers sahne alacak.


9 Kasım - 20 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Efes Pilsen Blues Festival bu yıl, akordeon ustası ve tüm zamanların en dinamik ekiplerinden birine adını veren Buckwheat Zydeco, dikkat çekici sahne performanslarıyla Larry Garner & Band ve modern blues dünyasının gözde isimlerinden Michael Powers'ı ağırlayacak. Türkiye ve Kıbrıs genelinde 19 farklı şehirde 22 konserle blues rüzgarı estirecek festival Samsun'da başlayacak. Festival daha sonra sırasıyla Trabzon, Erzurum, Diyarbakır, Kayseri, Konya, Ankara, Eskişehir, Bursa, İstanbul, Edirne, Çanakkale, İzmir, Denizli, Antalya, Gaziantep, Mersin ve Adana'yı ziyaret edecek.

Blues müziğinin doğduğu topraklardan Türkiye'ye...

Festivalin Türkiye ve Kıbrıs konserlerinin bu seneki yıldızı geçtiğimiz yıl Rusya performanslarıyla fırtına gibi esen ve çok sayıda Grammy adaylığı bulunan BUCKWHEAT ZYDECO olacak. Blues müziğin doğduğu topraklardan Güneybatı Louisiana'da akordeon bazlı yaratılan 'zydeco'nun günümüzdeki en popüler temsilcisi olan Buckwheat, bu yıl Mart ayında Rock & Roll Hall Of Fame töreninde New Orleans Tribute içinde sahne aldı.

New Orleans'tan Baton Rouge ezgileriyle LARRY GARNER & BAND, bu yıl blues severleri selamlayacak bir diğer isim olacak. Blues'un değişik türleriyle tarzını sürekli yenileyen The BB King "Lucille" ödülü sahibi Garner, albümleriyle Fransa başta olmak üzere birçok ülkede blues severleri büyülemeyi başardı. Festivalin son konuğu ise New York'tan modern blues tınılarını Türkiye'ye taşıyacak olan MICHAEL POWERS olacak. Powers, benzersiz tekniği, stili ve yeteneğiyle Amerikan modern blues tarihinin önemli figürlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Festival bu yıl sınırları bir kez daha aşıyor

17 yıl önce Türkiye'de başlayan ve ilk kez Rusya ile sınırları aşan festivale bu yıl sınırları bir kez daha aşarak Sırbistan ve Kazakistan'a da gidiyor. İki ülkenin programa eklenmesiyle blues coşkusu daha geniş bir coğrafyada müzikseverlerle buluşacak. Festivalin Rusya programında Moskova, St Petersburg, Novosibirsk ve Rostov On Don ayrıca Sırbistan'ın Belgrad ve Kazakistan'ın Almata şehirleri bulunuyor.

Biletler 16 Ekim'de satışa çıktı.

EFES PİLSEN BLUES FESTİVAL 17 PROGRAMI

09 Kasım 2006 Perşembe 19:30 Samsun Büyük Samsun Hotel

11 Kasım 2006 Cumartesi 19:30 Trabzon Grand Zorlu Hotel

13 Kasım 2006 Pazartesi 19:30 Erzurum Polat Renaissance Otel

15 Kasım 2006 Çarşamba 19:30 Diyarbakır Demirok Tesisleri

21 Kasım 2006 Salı 19:30 Kayseri Hilton

22 Kasım 2006 Çarşamba 19:30 Konya Rixos Otel

24 Kasım 2006 Cuma 19:30 Ankara HiltonSA

25 Kasım 2006 Cumartesi 19:30 Ankara HiltonSA

28 Kasım 2006 Salı 19:30 Eskişehir 222 Park

29 Kasım 2006 Çarşamba 19:30 Bursa Almira Otel

01 Aralık 2006 Cuma 19:30 İstanbul Lütfi Kırdar Rumeli Salonu

02 Aralık 2006 Cumartesi 19:30 İstanbul Lütfi Kırdar Rumeli Salonu

05 Aralık 2006 Salı 19:30 Edirne Orange 22

06 Aralık 2006 Çarşamba 19:30 Çanakkale Kolin Otel

08 Aralık 2006 Cuma 19:30 İzmir Hilton

09 Aralık 2006 Cumartesi 19:30 İzmir Hilton

12 Aralık 2006 Salı 19:30 Kıbrıs Jasmine Court-Disco

14 Aralık 2006 Perşembe 19:30 Denizli Pamukkale Termal Tesisleri

15 Aralık 2006 Cuma 19:30 Antalya The Marmara Otel

17 Aralık 2006 Pazar 19:30 Gaziantep Kalender Plaza

19 Aralık 2006 Salı 19:30 Mersin Armada Center

20 Aralık 2006 Çarşamba 19:30 Adana HiltonSA


EFES PİLSEN BLUES FESTİVAL 17 2006 YURTDIŞI PROGRAMI

29 Ekim St Petersburg - Rusya

31 Ekim Moskova - Rusya

01 Kasım Moskova - Rusya

02 Kasım Moskova - Rusya

03 Kasım Moskova - Rusya

05 Kasım Novosibirsk - Rusya

07 Kasım Rostov - Rusya

10 Kasım Almaty - Kazakistan

11 Kasım Almaty - Kazakistan

17 Kasım Belgrad - Sırbistan

18 Kasım Belgrad - Sırbistan



Buckwheat Zydeco - ABD
Blues müziğin doğduğu topraklardan Güneybatı Louisiana'da akordeon bazlı yaratılan Zydeco'nun günümüzdeki en popüler temsilcisi Buckwheat Zydeco bu yıl ki festivalin en önemli ismi olarak karşımıza çıkıyor. Zydeco'nun bayrağını devralan Buckwheat, trompet ve synthesizer'la soslandırdığı rock ve R&B'yi, geleneksel ve modern Zydeco tınılarıyla başarıyla buluşturuyor. ...
Larry Garner & Band - ABD
Blues'un New Orleans'lı sesi Larry Garner efsanevi Baton Rouge ezgilerini Efes Pilsen Blues Festival'a taşıyor. Blues'un değişik türleriyle tarzını sürekli yenileyen The BB King "Lucille" ödüllü Garner müzik hayatını müthiş sahne performanslarını içeren blues turneleriyle sürdürüyor....
Michael Powers - ABD
New York modern blues dünyasının gözde isimlerinden biri olan Powers, blues ve gospel müziklerin etkisinde büyüdü.D aha çok akustik ve elektro gitar ağırlıklı çalışan sanatçı, birçok başarılı hit şarkıya imzasını attı. Powers benzersiz tekniği, stili ve yeteneğiyle Amerikan modern blues tarihinin önemli figürlerinden biri olarak kabul ediliyor. ...

Sinema'da Savaş Olgusu

İlkçağlardan beri dünyanın kaderini belirleyen savaşlar nedenleri ve şekilleri farklı olsa da insanlığın en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. 7.Sanat sinemanın bu olguya kayıtsız kalması beklenemezdi. Ardı ardına çeşitli savaşları irdeleyen pekçok film çekildi ve bu filmler Sinema Tarihi'nin Klasikleri arasındaki yerlerini çoktan aldılar. Sinema kuralları ile savaşın karakteri arasındaki çelişkiler, Çekilen ülkeye göre değişen kahraman ve düşman prototipi, sinemada savaş psikolojisinin seyirciyi sıkmadan nasıl verilebileceği gibi konular hep tartışma konusu oldu.

1930-1960 yılları arasında 1.ve 2.dünya savaşlarını konu alan filmler ardı ardına çekildi. Çoğunlukla savaşın soğukluğunu ensesinde hisseden yönetmenler tarafından çevrilen bu filmlerde, karakterlerin psikolojik durumları tek tek irdelenmek suretiyle, seyirciye savaşın gereksizliği ve insanlık dışı oluşu vurgulanmaya çalışıldı. 1930 yapımı, Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok ( All Quiet on West Front-Lewis Milerstone) bunun en önemli ve başarılı örneklerindendir. Erich Maria Remarque'ın aynı adlı eserinden uyarlananmıştır. Erich M.Remarque romanın başında şöyle der: ''Bu kitap, ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Sadece savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulan olsa bile, yıkıntılarından kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.''(1) Birinci Dünya Savaşı'nı anlatan film, savaşın etkilerinden uzun süre kurtulamamış bir gençliği, cephedeki psikolojilerini:

-Ben ve Kayzer,ikimizde savaşıyoruz. Tek fark,Kayzer burada değil. (Slim Summerville)

Öğretmen Kantorek nezlinde savaş kışkıtıcılarını:


-Kantorek hepimize candan iyilikler diliyor.

-Keşke Kantorek de burada olsaydı!

-Kantorek ne yazıyor mektubunda?

-Bizler demirden gençlikmişiz. (askerler acı acı gülüyorlar.)

ve bol para kazanabilmek uğruna insanların kıyasıya öldürülmelerini anlatır. Kamera,siperdeki askerleri tek tek inceler, bu da filmin en önemli özelliklerinden biri olan Askerlerin Gözünden Savaşın Korkunçluğu'nu anlatan en iyi filmlerden biri sıfatını almasını sağlar. Filmin bir başka sahnesinde, askerler arkadaşlarını hastanede ziyarete giderler. Franz Kemmerich'in yatağına yaklaşırlar ve yaralı asker, değerli saatinin çalındığından bahseder.

-Ben hep söylerdim sana, öyle değerli saat taşınmaz diye, der Müller.

Oysa ki oda biliyordur ki,Kemmerich,asla evine dönemeyecek, saati nasılsa evine, ailesine göndermekten başka ellerinden gelen olmayacak. Müller'in yatağın altındaki avcı çizmelerinde aklı kalmıştır. Nasıl olsa,asker hastaneden sağ çıksa bile tek bacağı olmayınca o nefis çizmeler ne işine yarar ki?

Filmin son sahnesi, daha etkileyici olması için yönetmen tarafından eklenen bir sekansla dramatikleştirilir: Siperde bir Alman Asker ileride bir kelebek görür. Ona bir an için dokunmak, uzun zamandır sadece silahın soğuk namlusuna dokunmuş bir asker için önemlidir.Bir anlık dikkatsizliği sonucu, tam elini kelebeğe uzatmışken,bir Fransız keskin nişancısı tarafından vurulur. O gün Alman Genelkurmayı’na tek cümle bir rapor gider: “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok”.

İlerleyen yıllarda 2.dünya savaşı soykırımını, Nazileri ve Yahudileri anlatan filmler ardı ardına geldi. Cepheler ve düşmanlar değişti. Kendi ideolojilerinin propogandalarını yapan filmlerin yanısıra (Jud Süss-Almanya- veya Stalingrad -Rusya-) savaşı bir insanlık suçu olarak gösteren filmler çekildi, hala da çekiliyor.


En önemli 2.dünya savaşı filmlerinden olan
Kwai Köprüsü(The Bridge on The River Kwai,David Lean,1957) müzikleriyle de sinema tarihinin klasikleri arasında yerini alır: 1943'te bir esir kampının komutanı olan Japon Saito kampa yeni gelen İngiliz komutandan adamlarıyla bir köprü inşa etmelerini ister. Amaç nehrin diğer tarafındaki askrelerine cephane ulaştırabilmektir. İngiliz komutan ise adamları için iyi bir moral kaynağı olacağı düşüncesiyle inşaaya başlar. Fakat köprü yapımı ilerledikçe,köprünün asıl amacını unutup sadece daha mükemmel olması için çabalar.

Tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri diye nitelendirilen bir başka film Navaro'nun Topları.(The Guns of Navaros,J.Lee.Thompson,1961).Ege'de,Almanların kontrolündeki bir kanalı aşarak İngilizlere yardım götürmek için çalışan komandoları anlatır.

Billy Wider'ın 1953 yapımı filmi Stalag 17 ise, bir esir kampında aralarındaki casusu yakalayabilmek için uğraş veren Amerikalı Askerleri anlatan ve yer yer komedi unsurlarıyla harmanlanmış başarılı bir filmdir.

- ''Alçaktan uçan Alman uçaklarını taşlayanlar hücre hapsiyle cezalandırılacaklardır!''


1981 yapmı Das Boot (Wolfgang Petersen) ise, 1942' de bir Alman denizaltısı'nın İngiliz Donanması'na karşı verdiği görevde ağır kayıplar vermesini ve denizaltıdaki askerlerin aldıkları eğitimi, psikolojilerini ve zor görevlerini ustaca anlatan bir filmdir.

Sophie'nin Seçimi (Sophie's Choice,1982,Alan J.Pakula) adlı film ise Nazi kampından kurtulabilen Yahudi bir annenin o zaman yaptığı tercihi yıllar sonra sorgulamasını anlatır ve oldukça dramatik öyküsüyle seyircilerini duygulandıran bir yapımdır.

Schindler'in Listesi (Schindler's list, 1993,Steven Spielberg) Gerçek bir hayat hikayesinden sinemaya aktarılan filmde Alman işadamı Oskar Schindler'in Polonya'daki fabrikasında 1100 yahudi işçiyi çalıştırmaya başlayıp soykırımdan kurtarması anlatılır.

Amen(2002,Costa Gavraz) ise Alman asker ve kimyager Kurt Genstein'in, genç rahip Riccardo Fontana'nın yardımı ile, işlenen suçları kınamak için Papa'ya ulaşmaya çalışmasını anlatır. Müzikleri filmin etkileyiciliğini arttırmakta önemli bir unsurdur.

Piyanist(2002,Roman Polanski):Varşova Radyosu'na piyanist olarak görev yapan Wladyslaw Spzilman'ın(Adrien Brody) hayatı,Almanların Polonya'yı işgali ile değişir.Şans eseri toplama kampından kurtulan Spzilman,Varşova gettolarında yoksulluk dolu bir hayata adım atar ve bir kaçış öyküsü başlar.Ta ki Bir Alman askerinin yardımına kadar...

-Duvarın bu tarafında olmak daha iyi, ha?

-Ben bile bazen ne tarafta olduğumu bilmiyorum.

Filmin etkileyici yıkıntı görüntülerinin yanısıra, müzikle bütünleşip, acısını unutmaya çalışan sanatçının çelişkileri de filmin ana öğelerindendir. Filmde çalınan Chopin'in ''Mazurka in a minör'' adlı eser, Wladyslaw Spzilman'in kendi kaydıdır.

1970-1980'ler ise Amerika'nın Vietnamı işgalini haklı çıkaran ve yeren (çoğunlukla) filmlerin yıllarıydı.:İsveçli ünlü yönetmen İngmar Bergman'ın yönettiği Scammen(Utanç,1968) adlı filmde Liv Ullman(Eva) ve Max von Sydow (Jan) rol aldılar.Amerika'nın Vietnam'ı kuşatmaya hazırlandığı dönemde çekilen film,savaşın karşısında insanlığın duruşunu sorgular.

Birdy(1984,Alan Parker) Vietnam savaşından dönen 2 yakın dost, savaştan önceki durumlarından oldukça farklıdırlar. Al savaştan fiziksel yaralarla dönerken, kuşlara özel bir ilgisi olan Birdy kendisini kuş zannetmeye başlar. Savaşın ruh durumları üzerinde yarattığı tahribatı etkileyici bir dille anlatan bir filmdir.

Müfreze(Platoon,1986,Oliver Stone) ise Genç bir müfrezenin Vietnam Savaşı sırasında ormanda ölümle kalım arasındaki ince çizgide verdikleri mücadeleyi anlatır ve Vietnam hakkında yapılan en sert filmlerden biri olarak kabul edilir.

Stanley Kubrick filmi Full Metal Jacket(1987) ise Amerikalı gençlerin cephede,daha önce aldıkları eğitimden daha zorlu koşullarda yaşamak ve mücadele etmek zorunda kalışlarını anlatır. Sinema tarihin en etkileyici repliklere sahip filmlerinden biridir. Seyirci Full Metal Jacket'i izlerken hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıdır. Joker karakterinin üzerinde "Born To Kill" yazan bir miğferle, yakasında ise barış sembolüyle dolaşması askerlerin içinde bulunduğu çelişkili durumu anlatan simgelerden yalnızca biridir. Kireçlenmiş ölülerin başında Joker'in "Ölülerin bildiği tek şey vardır, o da yaşamanın daha güzel olduğu... " lafını etmesi askerlik psikolojisini gayet sağlam bir biçimde açıklar.

-Çimeni yetiştiren nedir?

-Kan,kan,kan.

-Peki,bizi yaşatan nedir?

-Öldürmek,öldürmek,öldürmek.

Helikopterde kadın ve çocukları tarayan Crazy Earl'e Joker sorar:

-Çocukları ve kadınları nasıl öldürebiliyorsun?

-Kolay. Bu dünyada yaşamaya haklarının olmadığını düşünüyorum.

Filmde bir diğer ayrıntı erkek olmanın kahraman olmak anlamına geldiğini düşünen askerlerin John Wayne Sendromu'dur:

Private Cowboy: Hey, kamera burayı çeksin. "Bir Vietnam Filmi."
Private Eightball: Evet, Joker John Wayne olsun. Ben at olacağım.
Donlon: Kaya. Ben kayayım.
T.H.E. Rock: Ben de Ann-Margret olayım.
Crazy Earl: Ben General Custer'ım.
Private Rafterman: Peki kızılderililer kim olacak?
Animal Mother: Hey, Vietnamlıları da Kızılderili yaparız.


Vietnam Savaşını konu alan diğer filmler ise Apocalypse Now (Kıyamet,Francis Ford Coppola),Deer Hunter (1978,Michael Cimino) , Dr.Strangelove:How I learned to Stop Worrying and Love the Bomb (S.Kubrick,1964), Good Morning Vietnam (Barry Levinson) şöyle bir replik kalmış aklımda:''Yanlış adam,yanlış zaman ama doğru yerde.''


1990'lı yıllar ise Balkanların çalkantılı dönemlerine ait öyküleri sinema perdesine taşır.


Ulis'in bakışı (Le Regard D'Ullyse,Theo Angelapaulos,1995) 1
905'te Balkanlardaki günlük hayatı filme olan yönetmen kardeşler Miltiates Ve Yannakis Manakia'nın izini süren yönetmen, Saraybosna'ya kadar gider.Varlığından bile emin olmadığı filmleri ararken kendi benliğini de sorgulamaya başlayacaktır.

Saraybosna'ya Hoşgeldiniz (Welcome To Sarajevo,1998,Michael Winterbottom):Savaşı medya açısından inceleyen etkileyici bir drama.

Tarafsız Bölge (2002,No Man's Land,Danis Tanovic). Film, Bosna'daki savaştan yola çıkarak, savaşmanın haklı bir nedeni olamayacağını ve mutlaka kaçınılması gerektiğini göstermeye çalışır.


Ulusların kendi propogandalarını yaptıkları ırkçı yaklaşımlı filmler dışında kalanlar insanlığın en büyük suçlarından olan savaşın karşısına insani duyguları çıkarttılar. Savaş filmlerinin
sinema dünyasının kurallarla çelişip, çelişmedikleri çok tartışıldı, konularının acıklı olması sebebiyle sinemaya seyirci çekmek için daha eğlendirici öğeler katılması gerektiği söylendi, ''kahraman'' olgusuna yüklenilip, ''Biz-Onlar'' propogandası yapılmaya çalışıldı bazı filmlerde fakat hepsi birer klasik olarak sinema tarihindeki yerlerini aldılar.

1.E. Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Engin Yayıncılık (1.Baskı,1994)

Dip Not: Yukarıda okumuş olduğunuz yazı yalnızca yazarının izlediği filmleri içermektedir.

Ezgi Aktaş

ezgiaktastr@gmail.com

Sinema'da Savaş Olgusu

İlkçağlardan beri dünyanın kaderini belirleyen savaşlar nedenleri ve şekilleri farklı olsa da insanlığın en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. 7.Sanat sinemanın bu olguya kayıtsız kalması beklenemezdi. Ardı ardına çeşitli savaşları irdeleyen pekçok film çekildi ve bu filmler Sinema Tarihi'nin Klasikleri arasındaki yerlerini çoktan aldılar. Sinema kuralları ile savaşın karakteri arasındaki çelişkiler, Çekilen ülkeye göre değişen kahraman ve düşman prototipi, sinemada savaş psikolojisinin seyirciyi sıkmadan nasıl verilebileceği gibi konular hep tartışma konusu oldu.

1930-1960 yılları arasında 1.ve 2.dünya savaşlarını konu alan filmler ardı ardına çekildi. Çoğunlukla savaşın soğukluğunu ensesinde hisseden yönetmenler tarafından çevrilen bu filmlerde, karakterlerin psikolojik durumları tek tek irdelenmek suretiyle, seyirciye savaşın gereksizliği ve insanlık dışı oluşu vurgulanmaya çalışıldı. 1930 yapımı, Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok ( All Quiet on West Front-Lewis Milerstone) bunun en önemli ve başarılı örneklerindendir. Erich Maria Remarque'ın aynı adlı eserinden uyarlananmıştır. Erich M.Remarque romanın başında şöyle der: ''Bu kitap, ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Sadece savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulan olsa bile, yıkıntılarından kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.''(1) Birinci Dünya Savaşı'nı anlatan film, savaşın etkilerinden uzun süre kurtulamamış bir gençliği, cephedeki psikolojilerini:

-Ben ve Kayzer,ikimizde savaşıyoruz. Tek fark,Kayzer burada değil. (Slim Summerville)

Öğretmen Kantorek nezlinde savaş kışkıtıcılarını:


-Kantorek hepimize candan iyilikler diliyor.

-Keşke Kantorek de burada olsaydı!

-Kantorek ne yazıyor mektubunda?

-Bizler demirden gençlikmişiz. (askerler acı acı gülüyorlar.)

ve bol para kazanabilmek uğruna insanların kıyasıya öldürülmelerini anlatır. Kamera,siperdeki askerleri tek tek inceler, bu da filmin en önemli özelliklerinden biri olan Askerlerin Gözünden Savaşın Korkunçluğu'nu anlatan en iyi filmlerden biri sıfatını almasını sağlar. Filmin bir başka sahnesinde, askerler arkadaşlarını hastanede ziyarete giderler. Franz Kemmerich'in yatağına yaklaşırlar ve yaralı asker, değerli saatinin çalındığından bahseder.

-Ben hep söylerdim sana, öyle değerli saat taşınmaz diye, der Müller.

Oysa ki oda biliyordur ki,Kemmerich,asla evine dönemeyecek, saati nasılsa evine, ailesine göndermekten başka ellerinden gelen olmayacak. Müller'in yatağın altındaki avcı çizmelerinde aklı kalmıştır. Nasıl olsa,asker hastaneden sağ çıksa bile tek bacağı olmayınca o nefis çizmeler ne işine yarar ki?

Filmin son sahnesi, daha etkileyici olması için yönetmen tarafından eklenen bir sekansla dramatikleştirilir: Siperde bir Alman Asker ileride bir kelebek görür. Ona bir an için dokunmak, uzun zamandır sadece silahın soğuk namlusuna dokunmuş bir asker için önemlidir.Bir anlık dikkatsizliği sonucu, tam elini kelebeğe uzatmışken,bir Fransız keskin nişancısı tarafından vurulur. O gün Alman Genelkurmayı’na tek cümle bir rapor gider: “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok”.

İlerleyen yıllarda 2.dünya savaşı soykırımını, Nazileri ve Yahudileri anlatan filmler ardı ardına geldi. Cepheler ve düşmanlar değişti. Kendi ideolojilerinin propogandalarını yapan filmlerin yanısıra (Jud Süss-Almanya- veya Stalingrad -Rusya-) savaşı bir insanlık suçu olarak gösteren filmler çekildi, hala da çekiliyor.


En önemli 2.dünya savaşı filmlerinden olan
Kwai Köprüsü(The Bridge on The River Kwai,David Lean,1957) müzikleriyle de sinema tarihinin klasikleri arasında yerini alır: 1943'te bir esir kampının komutanı olan Japon Saito kampa yeni gelen İngiliz komutandan adamlarıyla bir köprü inşa etmelerini ister. Amaç nehrin diğer tarafındaki askrelerine cephane ulaştırabilmektir. İngiliz komutan ise adamları için iyi bir moral kaynağı olacağı düşüncesiyle inşaaya başlar. Fakat köprü yapımı ilerledikçe,köprünün asıl amacını unutup sadece daha mükemmel olması için çabalar.

Tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri diye nitelendirilen bir başka film Navaro'nun Topları.(The Guns of Navaros,J.Lee.Thompson,1961).Ege'de,Almanların kontrolündeki bir kanalı aşarak İngilizlere yardım götürmek için çalışan komandoları anlatır.

Billy Wider'ın 1953 yapımı filmi Stalag 17 ise, bir esir kampında aralarındaki casusu yakalayabilmek için uğraş veren Amerikalı Askerleri anlatan ve yer yer komedi unsurlarıyla harmanlanmış başarılı bir filmdir.

- ''Alçaktan uçan Alman uçaklarını taşlayanlar hücre hapsiyle cezalandırılacaklardır!''


1981 yapmı Das Boot (Wolfgang Petersen) ise, 1942' de bir Alman denizaltısı'nın İngiliz Donanması'na karşı verdiği görevde ağır kayıplar vermesini ve denizaltıdaki askerlerin aldıkları eğitimi, psikolojilerini ve zor görevlerini ustaca anlatan bir filmdir.

Sophie'nin Seçimi (Sophie's Choice,1982,Alan J.Pakula) adlı film ise Nazi kampından kurtulabilen Yahudi bir annenin o zaman yaptığı tercihi yıllar sonra sorgulamasını anlatır ve oldukça dramatik öyküsüyle seyircilerini duygulandıran bir yapımdır.

Schindler'in Listesi (Schindler's list, 1993,Steven Spielberg) Gerçek bir hayat hikayesinden sinemaya aktarılan filmde Alman işadamı Oskar Schindler'in Polonya'daki fabrikasında 1100 yahudi işçiyi çalıştırmaya başlayıp soykırımdan kurtarması anlatılır.

Amen(2002,Costa Gavraz) ise Alman asker ve kimyager Kurt Genstein'in, genç rahip Riccardo Fontana'nın yardımı ile, işlenen suçları kınamak için Papa'ya ulaşmaya çalışmasını anlatır. Müzikleri filmin etkileyiciliğini arttırmakta önemli bir unsurdur.

Piyanist(2002,Roman Polanski):Varşova Radyosu'na piyanist olarak görev yapan Wladyslaw Spzilman'ın(Adrien Brody) hayatı,Almanların Polonya'yı işgali ile değişir.Şans eseri toplama kampından kurtulan Spzilman,Varşova gettolarında yoksulluk dolu bir hayata adım atar ve bir kaçış öyküsü başlar.Ta ki Bir Alman askerinin yardımına kadar...

-Duvarın bu tarafında olmak daha iyi, ha?

-Ben bile bazen ne tarafta olduğumu bilmiyorum.

Filmin etkileyici yıkıntı görüntülerinin yanısıra, müzikle bütünleşip, acısını unutmaya çalışan sanatçının çelişkileri de filmin ana öğelerindendir. Filmde çalınan Chopin'in ''Mazurka in a minör'' adlı eser, Wladyslaw Spzilman'in kendi kaydıdır.

1970-1980'ler ise Amerika'nın Vietnamı işgalini haklı çıkaran ve yeren (çoğunlukla) filmlerin yıllarıydı.:İsveçli ünlü yönetmen İngmar Bergman'ın yönettiği Scammen(Utanç,1968) adlı filmde Liv Ullman(Eva) ve Max von Sydow (Jan) rol aldılar.Amerika'nın Vietnam'ı kuşatmaya hazırlandığı dönemde çekilen film,savaşın karşısında insanlığın duruşunu sorgular.

Birdy(1984,Alan Parker) Vietnam savaşından dönen 2 yakın dost, savaştan önceki durumlarından oldukça farklıdırlar. Al savaştan fiziksel yaralarla dönerken, kuşlara özel bir ilgisi olan Birdy kendisini kuş zannetmeye başlar. Savaşın ruh durumları üzerinde yarattığı tahribatı etkileyici bir dille anlatan bir filmdir.

Müfreze(Platoon,1986,Oliver Stone) ise Genç bir müfrezenin Vietnam Savaşı sırasında ormanda ölümle kalım arasındaki ince çizgide verdikleri mücadeleyi anlatır ve Vietnam hakkında yapılan en sert filmlerden biri olarak kabul edilir.

Stanley Kubrick filmi Full Metal Jacket(1987) ise Amerikalı gençlerin cephede,daha önce aldıkları eğitimden daha zorlu koşullarda yaşamak ve mücadele etmek zorunda kalışlarını anlatır. Sinema tarihin en etkileyici repliklere sahip filmlerinden biridir. Seyirci Full Metal Jacket'i izlerken hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıdır. Joker karakterinin üzerinde "Born To Kill" yazan bir miğferle, yakasında ise barış sembolüyle dolaşması askerlerin içinde bulunduğu çelişkili durumu anlatan simgelerden yalnızca biridir. Kireçlenmiş ölülerin başında Joker'in "Ölülerin bildiği tek şey vardır, o da yaşamanın daha güzel olduğu... " lafını etmesi askerlik psikolojisini gayet sağlam bir biçimde açıklar.

-Çimeni yetiştiren nedir?

-Kan,kan,kan.

-Peki,bizi yaşatan nedir?

-Öldürmek,öldürmek,öldürmek.

Helikopterde kadın ve çocukları tarayan Crazy Earl'e Joker sorar:

-Çocukları ve kadınları nasıl öldürebiliyorsun?

-Kolay. Bu dünyada yaşamaya haklarının olmadığını düşünüyorum.

Filmde bir diğer ayrıntı erkek olmanın kahraman olmak anlamına geldiğini düşünen askerlerin John Wayne Sendromu'dur:

Private Cowboy: Hey, kamera burayı çeksin. "Bir Vietnam Filmi."
Private Eightball: Evet, Joker John Wayne olsun. Ben at olacağım.
Donlon: Kaya. Ben kayayım.
T.H.E. Rock: Ben de Ann-Margret olayım.
Crazy Earl: Ben General Custer'ım.
Private Rafterman: Peki kızılderililer kim olacak?
Animal Mother: Hey, Vietnamlıları da Kızılderili yaparız.


Vietnam Savaşını konu alan diğer filmler ise Apocalypse Now (Kıyamet,Francis Ford Coppola),Deer Hunter (1978,Michael Cimino) , Dr.Strangelove:How I learned to Stop Worrying and Love the Bomb (S.Kubrick,1964), Good Morning Vietnam (Barry Levinson) şöyle bir replik kalmış aklımda:''Yanlış adam,yanlış zaman ama doğru yerde.''


1990'lı yıllar ise Balkanların çalkantılı dönemlerine ait öyküleri sinema perdesine taşır.


Ulis'in bakışı (Le Regard D'Ullyse,Theo Angelapaulos,1995) 1
905'te Balkanlardaki günlük hayatı filme olan yönetmen kardeşler Miltiates Ve Yannakis Manakia'nın izini süren yönetmen, Saraybosna'ya kadar gider.Varlığından bile emin olmadığı filmleri ararken kendi benliğini de sorgulamaya başlayacaktır.

Saraybosna'ya Hoşgeldiniz (Welcome To Sarajevo,1998,Michael Winterbottom):Savaşı medya açısından inceleyen etkileyici bir drama.

Tarafsız Bölge (2002,No Man's Land,Danis Tanovic). Film, Bosna'daki savaştan yola çıkarak, savaşmanın haklı bir nedeni olamayacağını ve mutlaka kaçınılması gerektiğini göstermeye çalışır.


Ulusların kendi propogandalarını yaptıkları ırkçı yaklaşımlı filmler dışında kalanlar insanlığın en büyük suçlarından olan savaşın karşısına insani duyguları çıkarttılar. Savaş filmlerinin
sinema dünyasının kurallarla çelişip, çelişmedikleri çok tartışıldı, konularının acıklı olması sebebiyle sinemaya seyirci çekmek için daha eğlendirici öğeler katılması gerektiği söylendi, ''kahraman'' olgusuna yüklenilip, ''Biz-Onlar'' propogandası yapılmaya çalışıldı bazı filmlerde fakat hepsi birer klasik olarak sinema tarihindeki yerlerini aldılar.

1.E. Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Engin Yayıncılık (1.Baskı,1994)

Dip Not: Yukarıda okumuş olduğunuz yazı yalnızca yazarının izlediği filmleri içermektedir.

Ezgi Aktaş

ezgiaktastr@gmail.com

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons