İki gece, üç gün önce kulağımda 80'lerden kalma notalar, kanımda Dunia'da içtiğim vişne-votkalar olduğu halde Kadıköy sokaklarındayım. Ayağım büyük disko topu altında dansetmekten şişmiş,yüzüm sıcaktan hafifçe kızarmış, gözlerimde dostlarla yaşamı ve eğlenceyi paylaşmanın verdiği ışıltı var. "Güzel", diyorum, yaşantım herşeye rağmen güzel ve özel. Sağlıklıyım, hareket etmek için kimseye bağımlı değilim. Kimse bana neden yüksek sesle kahkaha attığımı sormuyor, ya da eteğimin neden diz üstünde olduğunu, ya da neden herkesin ortasında hoplayıp zıpladığımı...
Gözüm görüyor, burnum koku alıyor, henüz acı ile tatlı arasındaki farkı anlıyorum. Renkleri görüyorum, dokunduğum yerin yumuşak mı, sert mi olduğunu anlayabiliyorum.
Geçen yıllar bana en çok yaşadığım yerlerle ilgili meraklı olmayı öğretti. Merakımı kaybetmeden, faltaşı gibi açılmış gibi gözlerle sokaklarda dolaşmayı öğretti. İşte o yüzden İstanbul'da Kup Griye'nin yalnızca Baylan Pastanesi'nde yenileceğini, İstanbul'da Kerebiç tatlısının Çiya'da bulunabileceğini, ev yapımı Frigo ya da mozaik pasta için Mabel'e gitmem gerektiğini, Dunia'da vişne-votka'nın 13 lira olduğunu, Karga'nın çatı katında yeraltından çıkma filmler gösterildiğini, Liman Kahvesi'nde müziğin sesinin bazen yanındakini duyamayacak kadar yüksek olduğunu, aradığım DVD'yi Orta Dünya'da sorabileceğimi,aradığım bir müzik CD'sini Zero Müzik'te bulabileceğimi,Moda Sineması'nın koltuklarının altın varaklı ve eflatun renkli olduğunu bilmeyi, soranlara da söylemeyi severim.
Kadıköy'ü sevmem tam 10 senemi aldı. Çünkü her an yeni bir şey görebileceğim, merakımı besleyip büyüten bir semt olduğunu anladım.
0 yorum:
Yorum Gönder