28 Şubat 2011 Pazartesi

"Patti, Kimse Bizim Gördüğümüz gibi Görmüyor"



Patti Smith deyince, aklıma 1975 tarihli Horses albümünün kapağındaki o fotoğraf geliyor. Beyaz bir duvarın önünde üzerinde sade beyaz gömleği, koyu renk pantolon askısı ve siyah pantolonu ile duran bir kadın. Ceketini omuzuna şöylece atıvermiş. Saçları dağınık, gözlerinde ise olağanüstü bir etkileyicilik var. Erkeksi kıyafetlerine rağmen, dudakları, çenesi ve ellerinin duruşu çok kadınsı. Fotoğraf, bir ilk albüm için öyle sade ve şatafattan uzak ki, yalnızca müziğe odaklanılmasını istiyor gibi. Öyle de oluyor. Ama bir farkla: Horses albümü yıllar geçtikçe değer kazanıyor, albüm kapağındaki o siyah beyaz fotoğraf ise kâh kendinden sonra gelen yapıtlarda, kâh belleklerde imgesini sürekli yeniliyor.

Müzikseverler, yıllar sonra o fotoğraftaki kadını yine bir beyaz gömlek ve koyu renk kurdelayla İstanbul sahnesinde gördüklerinde zamanın sanki o fotoğrafta donup kaldığını düşündüler mi, bilmem. Ben düşündüm. Beyaz gömlek, ağır havasından kurtulmuş, Patti'nin bedeninde punk bir havaya bürünmüştü. Koyu renk saçlarına aklar düşmüş, yüzünde kırışıklıklar belirmiş ama gözlerindeki ışıltı o fotoğraftaki gibi kalmıştı. İşte o ışıltıyı saniyenin bilmemkaçta birinde bir fotoğraf karesinde dondurmayı başaran ve Patti Smith'in en unutulmaz imgesine imza atan kişi, New York'lu fotoğraf sanatçısı ve Patti'yi “ailesi” sayan Robert Mapplethorpe idi.

Patti Smith'in 2007 yılında İstanbul'da verdiği konserden sonra Roll dergisine verdiği bir röportajı anımsıyorum. Bir bilge gibi hayatını güzelleştiren küçük disiplinlerden bahsediyor, dünyanın giderek betonlaştığı ve çok uluslu şirketlerin dahi hayatımıza müdahale etme hakkını kendinde bulduğu günümüzde diş bakımı ve her gün belli bir miktar su içme gibi basit alışkanlıkların bile zihnen sağlam durmak için gerekli olduğunu anlatıyordu. Dingin, yaşam konusundaki deneyimlerini paylaşmaktan hoşlanan ama hâlâ anarşist bir anne gibiydi.

Patti Smith'in büyük aşkı Robert Mapplethorpe verdiği söz üzerine yazdığı ve Çoluk Çocuk adıyla Türkçe'ye çevrilen Just Kids kitabını öncelikle canını yaka yaka kendisini olgunlaştırabilmiş bu kadını daha iyi anlayabilmek için okumaya başladım. Amacım yalnızca iki sanatçı ruhun çarpıştığı ilham verici bir aşkı anlamaya çalışmak değil, aynı zamanda ilk gençlik yıllarımdan bu yana hayran olduğum Patti Smith'in hayata ilk atıldığı zamanların izini sürmek ve hayran olduğum bilgeliğine nasıl ulaşabildiğini öğrenebilmekti. Kitapta bundan fazlasını buldum. Kaybedenler kulübünün iki sanatçı ruhlu üyesinin zar zor alınan, hatta bazen aşırılan şiir kitaplarıyla ve eski plaklarla renklenen, açlık, parasızlık ve işsizlik gibi zor yaşam koşullarıyla mücadele etmekten dolayı zaman zaman yıpranan ama yine de uzun yıllara direnen yoldaşlığına tanıklık ettim. Patti Smith'in Anderson Masalları ile başlayıp Rimbaund ve Jack Kerouac ile zenginleşmiş şairliğinin ve en az şiirleri kadar şairane öykücülüğünün derinliklerinde kayboldum. Patti Smith'in Robert Mapplethorpe ile ilk tanışmasını anlatırken kurduğu müzikli dile hayran kaldım; “Coltraine'in öldüğü yazdı. Crystal Ship yazıydı. Çiçek çocuklar boş kollarını göğe açmış ve Çin hidrojen bombasını patlatmıştı. Jimi Hendrix Monterey'de gitarını ateşe verdi. AM Radyo'da Ode To Billy Joe çalıyordu. Newark, Milwaukee ve Detroit'de isyanlar çıktı. Bu Elvira Madigan'ın yazıydı, aşkın yazı...Bu dengesiz ve misafir sevmez atmosferde tesadüfî bir karşılaşma hayatımın akışını değiştirdi. Bu, Robert Mapplethorpe ile karşılaştığım yazdı.”

Patti Smith, kitapta benim çok sevdiğim kapak fotoğrafının öyküsünü de anlatıyor. Üzerindeki ceketi çıkardığını ve Frank Sinatra gibi omuzuna alarak duvara iyice yaklaştığını, Robert'ın ışıkölçeri yeniden ayarlayıp fotoğrafını çektiğini ve o gün çektiği on iki poz fotoğraf içinden birini gösterip “İşte bu büyülü oldu.” dediğini aktarıyor. “Şimdi bu resme baktığımda asla kendimi göremiyorum. Bizi görüyorum.” diye ekliyor. İşte o an Patti'nin gözlerindeki kadınsı pırıltının nedenini idrak ediyorum. Patti'nin gözbebeklerinde Robert'ın yaratıcı yansıması var. İnsanı fotoğraf karelerinin ve hakkıyla yaşanmış aşkların ölümsüzlüğüne yeniden inandıran bir anı bu. Bu yüzden o fotoğraf kendini sürekli yenileyerek, yıllar sonra bile ayni etkiyi yaratmayı başarabiliyor.

Saf rock’n roll'u sanatçı ruhuyla kaynaştıran, şiir ve müziği meslek olarak değil hayat tarzı olarak benimseyen efsane kadının kitabı okurken John Coltraine'in A Love Supreme parçasının fonda kaç defa çaldığını hatırlamıyorum. Patti Smith'le birlikte odalarında nice kitapların yazıldığı, kült olmuş şarkıların bestelendiği, Beat kuşağının üretmek için sığındığı, bir başka tarih kokan Chelsea Otel'in koridorlarında dolaşıyorum. Kitap bittiğindeyse, kendini bir tür berduş, bir çingene ve özgür bir ruh olarak tanımlayan Patti Smith'in yaşamına ucundan kıyısından ortak olabilmenin hüzünle karışık etkisinde kalıyorum. Robert Mapplethorpe'un Patti Smith'e sıkça tekrar ettiği ve onların iki ayrılmaz beden ve ruh olduklarını ve öyle de kalacaklarını anlatan cümle üzerinde bir süre düşünüyorum:

“Patti, kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor.” Hayatta böyle bir cümleyi rahatça kurabileceğimiz kaç insan tanıyabiliriz ki?

Çoluk Çocuk, Patti Smith'in müzisyenliği kadar, öykü anlatıcılığına da şapka çıkarttıran, uzun zamandır eksikliğini duyduğumuz güzellikte bir otobiyografi. Hansel ve Gratel gibi birbirine bağlı iki aşığın hayata meydan okuyuşlarının söz verilmiş belgesi.

Patti Smith: “Çoluk Çocuk”, Çev: Yiğit Değer Bengi, Domingo Yay. 2010.


Bu yazı Remzi Kitap Gazetesi'nin Mart 2011 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

"Patti, Kimse Bizim Gördüğümüz gibi Görmüyor"



Patti Smith deyince, aklıma 1975 tarihli Horses albümünün kapağındaki o fotoğraf geliyor. Beyaz bir duvarın önünde üzerinde sade beyaz gömleği, koyu renk pantolon askısı ve siyah pantolonu ile duran bir kadın. Ceketini omuzuna şöylece atıvermiş. Saçları dağınık, gözlerinde ise olağanüstü bir etkileyicilik var. Erkeksi kıyafetlerine rağmen, dudakları, çenesi ve ellerinin duruşu çok kadınsı. Fotoğraf, bir ilk albüm için öyle sade ve şatafattan uzak ki, yalnızca müziğe odaklanılmasını istiyor gibi. Öyle de oluyor. Ama bir farkla: Horses albümü yıllar geçtikçe değer kazanıyor, albüm kapağındaki o siyah beyaz fotoğraf ise kâh kendinden sonra gelen yapıtlarda, kâh belleklerde imgesini sürekli yeniliyor.

Müzikseverler, yıllar sonra o fotoğraftaki kadını yine bir beyaz gömlek ve koyu renk kurdelayla İstanbul sahnesinde gördüklerinde zamanın sanki o fotoğrafta donup kaldığını düşündüler mi, bilmem. Ben düşündüm. Beyaz gömlek, ağır havasından kurtulmuş, Patti'nin bedeninde punk bir havaya bürünmüştü. Koyu renk saçlarına aklar düşmüş, yüzünde kırışıklıklar belirmiş ama gözlerindeki ışıltı o fotoğraftaki gibi kalmıştı. İşte o ışıltıyı saniyenin bilmemkaçta birinde bir fotoğraf karesinde dondurmayı başaran ve Patti Smith'in en unutulmaz imgesine imza atan kişi, New York'lu fotoğraf sanatçısı ve Patti'yi “ailesi” sayan Robert Mapplethorpe idi.

Patti Smith'in 2007 yılında İstanbul'da verdiği konserden sonra Roll dergisine verdiği bir röportajı anımsıyorum. Bir bilge gibi hayatını güzelleştiren küçük disiplinlerden bahsediyor, dünyanın giderek betonlaştığı ve çok uluslu şirketlerin dahi hayatımıza müdahale etme hakkını kendinde bulduğu günümüzde diş bakımı ve her gün belli bir miktar su içme gibi basit alışkanlıkların bile zihnen sağlam durmak için gerekli olduğunu anlatıyordu. Dingin, yaşam konusundaki deneyimlerini paylaşmaktan hoşlanan ama hâlâ anarşist bir anne gibiydi.

Patti Smith'in büyük aşkı Robert Mapplethorpe verdiği söz üzerine yazdığı ve Çoluk Çocuk adıyla Türkçe'ye çevrilen Just Kids kitabını öncelikle canını yaka yaka kendisini olgunlaştırabilmiş bu kadını daha iyi anlayabilmek için okumaya başladım. Amacım yalnızca iki sanatçı ruhun çarpıştığı ilham verici bir aşkı anlamaya çalışmak değil, aynı zamanda ilk gençlik yıllarımdan bu yana hayran olduğum Patti Smith'in hayata ilk atıldığı zamanların izini sürmek ve hayran olduğum bilgeliğine nasıl ulaşabildiğini öğrenebilmekti. Kitapta bundan fazlasını buldum. Kaybedenler kulübünün iki sanatçı ruhlu üyesinin zar zor alınan, hatta bazen aşırılan şiir kitaplarıyla ve eski plaklarla renklenen, açlık, parasızlık ve işsizlik gibi zor yaşam koşullarıyla mücadele etmekten dolayı zaman zaman yıpranan ama yine de uzun yıllara direnen yoldaşlığına tanıklık ettim. Patti Smith'in Anderson Masalları ile başlayıp Rimbaund ve Jack Kerouac ile zenginleşmiş şairliğinin ve en az şiirleri kadar şairane öykücülüğünün derinliklerinde kayboldum. Patti Smith'in Robert Mapplethorpe ile ilk tanışmasını anlatırken kurduğu müzikli dile hayran kaldım; “Coltraine'in öldüğü yazdı. Crystal Ship yazıydı. Çiçek çocuklar boş kollarını göğe açmış ve Çin hidrojen bombasını patlatmıştı. Jimi Hendrix Monterey'de gitarını ateşe verdi. AM Radyo'da Ode To Billy Joe çalıyordu. Newark, Milwaukee ve Detroit'de isyanlar çıktı. Bu Elvira Madigan'ın yazıydı, aşkın yazı...Bu dengesiz ve misafir sevmez atmosferde tesadüfî bir karşılaşma hayatımın akışını değiştirdi. Bu, Robert Mapplethorpe ile karşılaştığım yazdı.”

Patti Smith, kitapta benim çok sevdiğim kapak fotoğrafının öyküsünü de anlatıyor. Üzerindeki ceketi çıkardığını ve Frank Sinatra gibi omuzuna alarak duvara iyice yaklaştığını, Robert'ın ışıkölçeri yeniden ayarlayıp fotoğrafını çektiğini ve o gün çektiği on iki poz fotoğraf içinden birini gösterip “İşte bu büyülü oldu.” dediğini aktarıyor. “Şimdi bu resme baktığımda asla kendimi göremiyorum. Bizi görüyorum.” diye ekliyor. İşte o an Patti'nin gözlerindeki kadınsı pırıltının nedenini idrak ediyorum. Patti'nin gözbebeklerinde Robert'ın yaratıcı yansıması var. İnsanı fotoğraf karelerinin ve hakkıyla yaşanmış aşkların ölümsüzlüğüne yeniden inandıran bir anı bu. Bu yüzden o fotoğraf kendini sürekli yenileyerek, yıllar sonra bile ayni etkiyi yaratmayı başarabiliyor.

Saf rock’n roll'u sanatçı ruhuyla kaynaştıran, şiir ve müziği meslek olarak değil hayat tarzı olarak benimseyen efsane kadının kitabı okurken John Coltraine'in A Love Supreme parçasının fonda kaç defa çaldığını hatırlamıyorum. Patti Smith'le birlikte odalarında nice kitapların yazıldığı, kült olmuş şarkıların bestelendiği, Beat kuşağının üretmek için sığındığı, bir başka tarih kokan Chelsea Otel'in koridorlarında dolaşıyorum. Kitap bittiğindeyse, kendini bir tür berduş, bir çingene ve özgür bir ruh olarak tanımlayan Patti Smith'in yaşamına ucundan kıyısından ortak olabilmenin hüzünle karışık etkisinde kalıyorum. Robert Mapplethorpe'un Patti Smith'e sıkça tekrar ettiği ve onların iki ayrılmaz beden ve ruh olduklarını ve öyle de kalacaklarını anlatan cümle üzerinde bir süre düşünüyorum:

“Patti, kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor.” Hayatta böyle bir cümleyi rahatça kurabileceğimiz kaç insan tanıyabiliriz ki?

Çoluk Çocuk, Patti Smith'in müzisyenliği kadar, öykü anlatıcılığına da şapka çıkarttıran, uzun zamandır eksikliğini duyduğumuz güzellikte bir otobiyografi. Hansel ve Gratel gibi birbirine bağlı iki aşığın hayata meydan okuyuşlarının söz verilmiş belgesi.

Patti Smith: “Çoluk Çocuk”, Çev: Yiğit Değer Bengi, Domingo Yay. 2010.


Bu yazı Remzi Kitap Gazetesi'nin Mart 2011 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Body Worlds Hakkında Olgular ve Rakamlar + Altıncı Davetiye İçin Soru

  • Yüzde yaklaşık 60 kas vardır. Gülümsemek kaş çatmaktan daha kolaydır. Gülümsemek için 20, kaş çatmak için ise 40'tan fazla kas gerekir.
  • Bedendeki en uzun kas, kalçanın dışından başlayıp, dizin içine kadar inen terzi kasıdır. Kalçayı dışa doğru döndürür ve dizi büker.
  • Bedendeki en küçük kas kulağın derinlerinde bulunan stapedius‟tur. Yalnızca 5 mm uzunluğunda ve pamuk iplikten incedir. İşitmede rol alır.
  • Bedendeki en büyük kas, kabaette bulunan gluteus maximus‟tur (büyük kabaet kası). Yürümek, koşmak ve merdiven çıkmak için bacağı geriye doğru kuvvetlice çeker.


Bu da Bizden Olsun


Body Worlds sergisini henüz gezmemiş okuyucularımıza müjde! Alternatif-İstanbul'u önümüzdeki 2 hafta boyunca takip eden ve her pazartesi günü yayınlayacağımız sorulara doğru cevap veren 2 okuyucumuz daha Body World davetiyesi kazanacak! Her hafta, bir şans demek!


İşte altıncı davetiye için sorumuz: BODY WORLDS hangi ülkelerde sergilenmiştir?


Sergiyle ilgili detaylı bilgileri ve sorunun doğru cevabı için ipucunu www.bodyworlds-istanbul.com adresinden öğrenebilirsiniz.


Davetiye kazanmak için sağ menüde yer alan 'izle' butonu ile Alternatif-İstanbul'u takibe almanız ve doğru yanıtı 01 Mart Salı günü saat 14:00'e kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine göndermeniz yeterli. Katılan okuyucularımız arasından random.org aracılığı ile belirleyeceğimiz şanslı kişi tek kişilik davetiyesi ile bu özel sergiyi ziyaret etme fırsatı bulacak.

Body Worlds Hakkında Olgular ve Rakamlar + Altıncı Davetiye İçin Soru

  • Yüzde yaklaşık 60 kas vardır. Gülümsemek kaş çatmaktan daha kolaydır. Gülümsemek için 20, kaş çatmak için ise 40'tan fazla kas gerekir.
  • Bedendeki en uzun kas, kalçanın dışından başlayıp, dizin içine kadar inen terzi kasıdır. Kalçayı dışa doğru döndürür ve dizi büker.
  • Bedendeki en küçük kas kulağın derinlerinde bulunan stapedius‟tur. Yalnızca 5 mm uzunluğunda ve pamuk iplikten incedir. İşitmede rol alır.
  • Bedendeki en büyük kas, kabaette bulunan gluteus maximus‟tur (büyük kabaet kası). Yürümek, koşmak ve merdiven çıkmak için bacağı geriye doğru kuvvetlice çeker.


Bu da Bizden Olsun


Body Worlds sergisini henüz gezmemiş okuyucularımıza müjde! Alternatif-İstanbul'u önümüzdeki 2 hafta boyunca takip eden ve her pazartesi günü yayınlayacağımız sorulara doğru cevap veren 2 okuyucumuz daha Body World davetiyesi kazanacak! Her hafta, bir şans demek!


İşte altıncı davetiye için sorumuz: BODY WORLDS hangi ülkelerde sergilenmiştir?


Sergiyle ilgili detaylı bilgileri ve sorunun doğru cevabı için ipucunu www.bodyworlds-istanbul.com adresinden öğrenebilirsiniz.


Davetiye kazanmak için sağ menüde yer alan 'izle' butonu ile Alternatif-İstanbul'u takibe almanız ve doğru yanıtı 01 Mart Salı günü saat 14:00'e kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine göndermeniz yeterli. Katılan okuyucularımız arasından random.org aracılığı ile belirleyeceğimiz şanslı kişi tek kişilik davetiyesi ile bu özel sergiyi ziyaret etme fırsatı bulacak.

27 Şubat 2011 Pazar

Alina Orlova: Litvanya'nın Yeni Ozanı


Onu ilk kez Lovesong adlı parçasıyla tanıdım. Şarkının basit ama akılda kalıcı melodisi, aşkı anlatan onlarca 'baba' parçanın arasında sözlerinin tekerleme gibi oluşu ama hepsinden çok sempatik yorumu cezbetti. 22 yaşındaki Alina Orlova, kendi şarkı sözlerini yazan ve besteleyen bir müzisyen.


Alina Orlova, ilk albümü
Laukinis Šuo Dingo’yu 2008 yılında çıkardı. 16 şarkılık albümde yer alan şarkıların çoğu Litvanca ve Rusça, arada birkaç tane şarkı yer alıyor. Titreyen ince sesi zaman zaman tiz notalara basıp dramatikleşiyor ve kendine has rengini kazanıyor. Şarkılarında zengin Baltık halk şarkıları motifleriyle popun rahat dinlenilebilirliğini birleştiren Alina Orlova, şarkılarını pek aşina olmadığımız bir dilde söylese de müziğin evrenselliğini kanıtlarcasına dinleyiciyi etkisi altına almayı başarıyor. Ne de olsa, şarkılarını bestelerken ilham aldığını söylediği kuşlar ve kurtlar dünyanın dört bir tarafında yaşıyor ve ortak dili yaratıyor.


Alina Orlova, besteciliğinin ve söz yazarlığının yanı sıra, piyano çalıyor ve suluboya resimler yapıyor. Bu suluboya resimleri Laukinis Šuo Dingo albümünün kartonetinde görmek mümkün. Fransa'ya göç etmiş bir Litvanya yahudisi olan Emile Adjara'nın kitabının kapağında da Alina Orlova'nın illüstrasyonlarından biri kullanılmış. Orlova, henüz çizimlerini sergilemek için erken olduğunu düşünse de, çizmeye devam ettiğini ve günün birinde bir sergi açmak istediğini bir röportajında belirtiyor.


Daha Laukinis Šuo Dingo’nun tadı damağımızdayken, Alina Orlova arayı fazla uzatmadı ve 2010 yılının Eylül ayında Mutabor adını verdiği ikinci albümünü çıkardı. Alina Orlova, yeni albümünü 'duvarın arkasında biri ağlıyor gibi' diye tanımlamış. İlk albüme nazaran çok daha karanlık ve hüzünlü olan albümde Alina'nın sesi çok daha dramatik. Myspace sayfasından dinlenebilen Sielos Sala'da bu derin karanlık çok net hissediliyor.


Görünen o ki, Baltık diyarının genç ozanı Alina Orlova uzun bir süre daha hayatımızdan çıkmayacak ve her yeni albümüyle heyecanlandırmaya devam edecek.


Dinleme Noktası


Myspace


Youtube


İllüstrasyonlar ve Fotoğraflar


Alina Orlova: Litvanya'nın Yeni Ozanı


Onu ilk kez Lovesong adlı parçasıyla tanıdım. Şarkının basit ama akılda kalıcı melodisi, aşkı anlatan onlarca 'baba' parçanın arasında sözlerinin tekerleme gibi oluşu ama hepsinden çok sempatik yorumu cezbetti. 22 yaşındaki Alina Orlova, kendi şarkı sözlerini yazan ve besteleyen bir müzisyen.


Alina Orlova, ilk albümü
Laukinis Šuo Dingo’yu 2008 yılında çıkardı. 16 şarkılık albümde yer alan şarkıların çoğu Litvanca ve Rusça, arada birkaç tane şarkı yer alıyor. Titreyen ince sesi zaman zaman tiz notalara basıp dramatikleşiyor ve kendine has rengini kazanıyor. Şarkılarında zengin Baltık halk şarkıları motifleriyle popun rahat dinlenilebilirliğini birleştiren Alina Orlova, şarkılarını pek aşina olmadığımız bir dilde söylese de müziğin evrenselliğini kanıtlarcasına dinleyiciyi etkisi altına almayı başarıyor. Ne de olsa, şarkılarını bestelerken ilham aldığını söylediği kuşlar ve kurtlar dünyanın dört bir tarafında yaşıyor ve ortak dili yaratıyor.


Alina Orlova, besteciliğinin ve söz yazarlığının yanı sıra, piyano çalıyor ve suluboya resimler yapıyor. Bu suluboya resimleri Laukinis Šuo Dingo albümünün kartonetinde görmek mümkün. Fransa'ya göç etmiş bir Litvanya yahudisi olan Emile Adjara'nın kitabının kapağında da Alina Orlova'nın illüstrasyonlarından biri kullanılmış. Orlova, henüz çizimlerini sergilemek için erken olduğunu düşünse de, çizmeye devam ettiğini ve günün birinde bir sergi açmak istediğini bir röportajında belirtiyor.


Daha Laukinis Šuo Dingo’nun tadı damağımızdayken, Alina Orlova arayı fazla uzatmadı ve 2010 yılının Eylül ayında Mutabor adını verdiği ikinci albümünü çıkardı. Alina Orlova, yeni albümünü 'duvarın arkasında biri ağlıyor gibi' diye tanımlamış. İlk albüme nazaran çok daha karanlık ve hüzünlü olan albümde Alina'nın sesi çok daha dramatik. Myspace sayfasından dinlenebilen Sielos Sala'da bu derin karanlık çok net hissediliyor.


Görünen o ki, Baltık diyarının genç ozanı Alina Orlova uzun bir süre daha hayatımızdan çıkmayacak ve her yeni albümüyle heyecanlandırmaya devam edecek.


Dinleme Noktası


Myspace


Youtube


İllüstrasyonlar ve Fotoğraflar


24 Şubat 2011 Perşembe

Crazy P. 26 Şubat Akşamı Ghetto'da, Davetiyesi Alternatif-İstanbul'da


Soul, disco ve house müziği bir araya getiren Crazy P.’nin geçmişi 1996 yılına kadar uzanıyor. İyi disko müziği arayışının biraraya getirdiği Manchester’lı ikili James Baron ve Chris Todd tarafından kurulan grup, canlı performans sergileyebilmek için 2002 yılında basçı Tim Davies, perküsyoncu Mav Kendricks ve vokalist Danielle Moore’u da ekiplerine katarak geçtiğimiz yıllarda durmaksızın dünyayı turladı. Yollarına artık beş kişi olarak devam eden Crazy P., 2010 yılında dördüncü albümleri “Stop Space Return”ü de yayınladıktan sonra eleştirmenler tarafından yeni neslin en iyi disko gruplarından biri olarak gösterildi. Gözlerinizi ve kulaklarınızı açık tutun! Burn sponsorluğunda ve Virgin Radio’nun katkılarıyla Crazy P., 26 Şubat gecesini disko çocukları için unutulmaz kılmaya geliyor!


Bu da Bizden Olsun!

Crazy P. konserine davetiye kazanmak için 26 Şubat Cuma günü saat 15:00'e kadar yan menüdeki "izle" butonuna basarak blogu takibe almak ve ezgi@alternatif-istanbul.net adresine adınız ve soyadınız ile birlikte davetiye istediğinizi bildiren bir e-posta iletmek. Doğru yanıt gönderen okuyucularımız arasında random.org ile gerçekleştireceğimiz çekilişle belirlenecek üç talihli çift kişilik davetiyenin sahibi olacak.

Crazy P. 26 Şubat Akşamı Ghetto'da, Davetiyesi Alternatif-İstanbul'da


Soul, disco ve house müziği bir araya getiren Crazy P.’nin geçmişi 1996 yılına kadar uzanıyor. İyi disko müziği arayışının biraraya getirdiği Manchester’lı ikili James Baron ve Chris Todd tarafından kurulan grup, canlı performans sergileyebilmek için 2002 yılında basçı Tim Davies, perküsyoncu Mav Kendricks ve vokalist Danielle Moore’u da ekiplerine katarak geçtiğimiz yıllarda durmaksızın dünyayı turladı. Yollarına artık beş kişi olarak devam eden Crazy P., 2010 yılında dördüncü albümleri “Stop Space Return”ü de yayınladıktan sonra eleştirmenler tarafından yeni neslin en iyi disko gruplarından biri olarak gösterildi. Gözlerinizi ve kulaklarınızı açık tutun! Burn sponsorluğunda ve Virgin Radio’nun katkılarıyla Crazy P., 26 Şubat gecesini disko çocukları için unutulmaz kılmaya geliyor!


Bu da Bizden Olsun!

Crazy P. konserine davetiye kazanmak için 26 Şubat Cuma günü saat 15:00'e kadar yan menüdeki "izle" butonuna basarak blogu takibe almak ve ezgi@alternatif-istanbul.net adresine adınız ve soyadınız ile birlikte davetiye istediğinizi bildiren bir e-posta iletmek. Doğru yanıt gönderen okuyucularımız arasında random.org ile gerçekleştireceğimiz çekilişle belirlenecek üç talihli çift kişilik davetiyenin sahibi olacak.

22 Şubat 2011 Salı

Anadolu'nun İsyanı

Anadolu'nun İsyanı from Anadoluyu Vermeyecegiz on Vimeo.



Bu filmi mutlaka izleyin. Tüm engellemelere rağmen izleyin. Hani Youtube'a ve sansürlenen başka sitelere ulaşmak için çok uğraşmak gerekmiş, ama kurcalaya kurcalaya başarmıştık ya, aynı çabayı bu film için de gösterin. DNS ayarlarınızı kurcalayın, arkadaşınızın bilgisayarına el koyun, bir şey yapın. Fazla zamanınız yok. Çünkü bu film, Hidroelektrik santrallerin (HES) doğa ve kırsalda yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve HES yatırımlarına karşı verilen mücadeleleri anlatıyor. Anadolu’nun dört bir yanında devam eden HES çalışmalarının yıkıcı etkisine dikkat çekiyor. Birilerinin tıkır tıkır dönen çarkına çomak sokuyor.


Daha fazla her şeyden habersizmişiz gibi kayıtsız kalamayız. Kaybettiğimiz, Anadolu. Kaybettiğimiz, hayatlarımız.



Anadolu'nun İsyanı

Anadolu'nun İsyanı from Anadoluyu Vermeyecegiz on Vimeo.



Bu filmi mutlaka izleyin. Tüm engellemelere rağmen izleyin. Hani Youtube'a ve sansürlenen başka sitelere ulaşmak için çok uğraşmak gerekmiş, ama kurcalaya kurcalaya başarmıştık ya, aynı çabayı bu film için de gösterin. DNS ayarlarınızı kurcalayın, arkadaşınızın bilgisayarına el koyun, bir şey yapın. Fazla zamanınız yok. Çünkü bu film, Hidroelektrik santrallerin (HES) doğa ve kırsalda yaşayan insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve HES yatırımlarına karşı verilen mücadeleleri anlatıyor. Anadolu’nun dört bir yanında devam eden HES çalışmalarının yıkıcı etkisine dikkat çekiyor. Birilerinin tıkır tıkır dönen çarkına çomak sokuyor.


Daha fazla her şeyden habersizmişiz gibi kayıtsız kalamayız. Kaybettiğimiz, Anadolu. Kaybettiğimiz, hayatlarımız.



20 Şubat 2011 Pazar

Ane Brun: Tipik Bir İskandinav


Yolculuk hazırlıklarının beni huzursuz endişelerini geride bırakıp, uzun ya da kısa yollara düştüğümde çantamdaki albümlerin arasında Ane Brun'un Changing Of The Seasons'ı mutlaka olur. Bir yandan akıp giden bulutlara bakar, yol arkadaşlarımın yüzlerine, konuşmalarına, serzenişlerine ya da mırıldanmalarına kuak misafiri olurken, bir yandan da Ane Brun'un telaştan ve gereksiz her türlü taramadan uzak, sakin ve efil efil esen sesine kulak veririm. Ane Brun'un şarkıları beni sakinleştirir, çocukluğumda ailemle ormandaki göl kıyısına gittiğimize hissettiğim huzurun bir benzerini duyumsarım. O gölün kenarında hışırdayan ağaçların altında nasıl huzurlu bir öğle uykusuna dalıyorsam, Ane Brun'u dinlerken de göz kapaklarım yavaş yavaş kapanır ve beni huzursuzluklarımdan biraz olsun uzaklaştıran siesta'nın kucağına sakince düşerim.


Ane Brun, Norveçli bir müzisyen. Albüm yapmaya başladığından bu yana üçü stüdyo albümü, biri düet kaydı ve biri de Stockholm Konser Salonu'nda gerçekleştirdiği konserin DVD'si olmak üzere altı albüm çıkardı.
Determine adlı plak şirketini kurdu. Are They Saying Goodbye, I Shot My Heart ve Humming One Of Your Songs gibi etkileyici şarkıları barındıran akustik albümü Spending Time With Morgan'ı 2003 yılında çıkardı. Avrupa dinleyicisinin beğenisini kazanan bu albümden sonra 2005 yılında çıkan A Temprorary Dive ile İngiltere ve Amerikalı müzikseverlerin de dikkatini çekmeyi başardı. Yine 2005 yılında aralarında Tobias Fröberg, Ellekari Larsson, Liv Widell ve Ron Sexsmith'in de olduğu 10 müzisyenle birlikte seslendirdiği şarkılardan oluşan Duets albümünü yayınladı.



Ane Brun'un son albümü Changing of The Seasons'daki şarkılar, müzisyenin melodik yapıya olduğu kadar, şarkı sözlerine de verdiği değeri anlatır nitelikte. Şarkı sözlerini okuduğunuz zaman güzel bir şiir okumuş gibi hissetmeniz bile Ane Brun'u ozan şarkıcı olarak tanımlamak için yeterli bir neden. Brun, bu albümde Björk, Múm, Bonnie Prince Billy ve Coco Rosie gibi isimlerln albümlerinde imzası olan prodüktör Valgeir Sigurdsson ile çalışmış. Akustik gitar, yaylılar ve piyano üçlüsünün daha önce de mucizeler yarattığına tanık olmuştuk, bu albümde de güzel bir sesin, iyi çalınmış enstrümanların ve etkileyici şarkı sözlerinin kulaklara ve ruha ziyafet olduğunu yeniden görmüş olduk. Albüme adını veren şarkı Changing of The Seasons, gitar ve piyanonun nefis uyumu ve sözlerinin içtenliğiyle dinler dinlemez çarpıyor. Ten Seconds bana göre albümün en güçlü parçası. Raise My Head, “I've got my best shoes on / I'm ready for it all / Bring in your best crew, come on / I'm ready for it all” diye giden sözleriyle “Cesaret Toplamak İçin Dinlenecek Şarkılar Listesi”nde mutlaka olması gerekenlerden.



Ane Brun için arkada bıraktığımız son birkaç yıl Avrupa ve Amerika'yı turlayıp konserler vererek geçti. 2011 yılı da aynı yoğunlukta geçecek gibi gözüküyor. Bu uzun yolculukta duraklarından birinin İstanbul olmasını yürekten dileyen pek çok dinleyicisi olduğunu biliyorum. Onlardan biri de benim.



Dinleme Noktası


Websitesi


Youtube


Ane Brun: Tipik Bir İskandinav


Yolculuk hazırlıklarının beni huzursuz endişelerini geride bırakıp, uzun ya da kısa yollara düştüğümde çantamdaki albümlerin arasında Ane Brun'un Changing Of The Seasons'ı mutlaka olur. Bir yandan akıp giden bulutlara bakar, yol arkadaşlarımın yüzlerine, konuşmalarına, serzenişlerine ya da mırıldanmalarına kuak misafiri olurken, bir yandan da Ane Brun'un telaştan ve gereksiz her türlü taramadan uzak, sakin ve efil efil esen sesine kulak veririm. Ane Brun'un şarkıları beni sakinleştirir, çocukluğumda ailemle ormandaki göl kıyısına gittiğimize hissettiğim huzurun bir benzerini duyumsarım. O gölün kenarında hışırdayan ağaçların altında nasıl huzurlu bir öğle uykusuna dalıyorsam, Ane Brun'u dinlerken de göz kapaklarım yavaş yavaş kapanır ve beni huzursuzluklarımdan biraz olsun uzaklaştıran siesta'nın kucağına sakince düşerim.


Ane Brun, Norveçli bir müzisyen. Albüm yapmaya başladığından bu yana üçü stüdyo albümü, biri düet kaydı ve biri de Stockholm Konser Salonu'nda gerçekleştirdiği konserin DVD'si olmak üzere altı albüm çıkardı.
Determine adlı plak şirketini kurdu. Are They Saying Goodbye, I Shot My Heart ve Humming One Of Your Songs gibi etkileyici şarkıları barındıran akustik albümü Spending Time With Morgan'ı 2003 yılında çıkardı. Avrupa dinleyicisinin beğenisini kazanan bu albümden sonra 2005 yılında çıkan A Temprorary Dive ile İngiltere ve Amerikalı müzikseverlerin de dikkatini çekmeyi başardı. Yine 2005 yılında aralarında Tobias Fröberg, Ellekari Larsson, Liv Widell ve Ron Sexsmith'in de olduğu 10 müzisyenle birlikte seslendirdiği şarkılardan oluşan Duets albümünü yayınladı.



Ane Brun'un son albümü Changing of The Seasons'daki şarkılar, müzisyenin melodik yapıya olduğu kadar, şarkı sözlerine de verdiği değeri anlatır nitelikte. Şarkı sözlerini okuduğunuz zaman güzel bir şiir okumuş gibi hissetmeniz bile Ane Brun'u ozan şarkıcı olarak tanımlamak için yeterli bir neden. Brun, bu albümde Björk, Múm, Bonnie Prince Billy ve Coco Rosie gibi isimlerln albümlerinde imzası olan prodüktör Valgeir Sigurdsson ile çalışmış. Akustik gitar, yaylılar ve piyano üçlüsünün daha önce de mucizeler yarattığına tanık olmuştuk, bu albümde de güzel bir sesin, iyi çalınmış enstrümanların ve etkileyici şarkı sözlerinin kulaklara ve ruha ziyafet olduğunu yeniden görmüş olduk. Albüme adını veren şarkı Changing of The Seasons, gitar ve piyanonun nefis uyumu ve sözlerinin içtenliğiyle dinler dinlemez çarpıyor. Ten Seconds bana göre albümün en güçlü parçası. Raise My Head, “I've got my best shoes on / I'm ready for it all / Bring in your best crew, come on / I'm ready for it all” diye giden sözleriyle “Cesaret Toplamak İçin Dinlenecek Şarkılar Listesi”nde mutlaka olması gerekenlerden.



Ane Brun için arkada bıraktığımız son birkaç yıl Avrupa ve Amerika'yı turlayıp konserler vererek geçti. 2011 yılı da aynı yoğunlukta geçecek gibi gözüküyor. Bu uzun yolculukta duraklarından birinin İstanbul olmasını yürekten dileyen pek çok dinleyicisi olduğunu biliyorum. Onlardan biri de benim.



Dinleme Noktası


Websitesi


Youtube


17 Şubat 2011 Perşembe

Yine Yeniden Studio Live, Üstelik Davetiyesiyle!


Uzun zamandır Studio Live'in sesi soluğu çıkmıyor derken, haber geldi: Mekan aynı bina içindeki daha geniş olan teras katına taşınmış ve bir senenin ardından yeniden müziğini duyurmaya hazırmış.


Studio Live, açtığı bu yeni sayfada ilk satırları bu haftasonu doldurmaya başlayacakmış. 18 Şubat gecesi 70'lerden 90'lara eski parçaları Fırat San, Özge Tığlı, Olcay Tanberken ve Deniz Değerli ile yeniden hatırlatacak bir parti ile açılışını yapacak, 19 Şubat Cumartesi gecesi ise, klarnet virtüözü Selim Sesler ve Sulukule Roman Orkestrası ile 9/8'lik bir gece yaşatacakmış.


Bu da Bizden Olsun!


Studio Live yeniden İstanbul gece yaşamına dönerken, Alternatif-İstanbul okuyucularını da yanında görmek istemiş. Eski müziklere tutkun olan 5 okuyucumuzu 18 Şubat'taki Oldies partisine, 9/8'lik ritimlerden vazgeçmem diyen 5 okuyucumuzu ise Selim Sesler ve Sulukule Roman Orkestrası'na davet etmiş. Davetiyeleri kazanmak için yarın (18 Şubat) saat 16:00'ya kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine hangi etkinliğe katılmak istediğinizi ve adınızı soyadınızı belirten bir e-posta atmanız yeterliymiş. Davetiyeler çifter kişilikmiş, kimse yalnız müzik dinlemesinmiş.






Yine Yeniden Studio Live, Üstelik Davetiyesiyle!


Uzun zamandır Studio Live'in sesi soluğu çıkmıyor derken, haber geldi: Mekan aynı bina içindeki daha geniş olan teras katına taşınmış ve bir senenin ardından yeniden müziğini duyurmaya hazırmış.


Studio Live, açtığı bu yeni sayfada ilk satırları bu haftasonu doldurmaya başlayacakmış. 18 Şubat gecesi 70'lerden 90'lara eski parçaları Fırat San, Özge Tığlı, Olcay Tanberken ve Deniz Değerli ile yeniden hatırlatacak bir parti ile açılışını yapacak, 19 Şubat Cumartesi gecesi ise, klarnet virtüözü Selim Sesler ve Sulukule Roman Orkestrası ile 9/8'lik bir gece yaşatacakmış.


Bu da Bizden Olsun!


Studio Live yeniden İstanbul gece yaşamına dönerken, Alternatif-İstanbul okuyucularını da yanında görmek istemiş. Eski müziklere tutkun olan 5 okuyucumuzu 18 Şubat'taki Oldies partisine, 9/8'lik ritimlerden vazgeçmem diyen 5 okuyucumuzu ise Selim Sesler ve Sulukule Roman Orkestrası'na davet etmiş. Davetiyeleri kazanmak için yarın (18 Şubat) saat 16:00'ya kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine hangi etkinliğe katılmak istediğinizi ve adınızı soyadınızı belirten bir e-posta atmanız yeterliymiş. Davetiyeler çifter kişilikmiş, kimse yalnız müzik dinlemesinmiş.






14 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşatan Sevgi, Ayrımcı Olmayan Medya, Kadın Haklarına Saygılı Toplum: Hepsi Hakkımız ve Alacağız!

Margaret Harrison/Homeworkers


- Kadına yönelik şiddet yüzde 140 oranında arttı.


- Her gün en az üç kadın erkeklerin sevgisi(!) yüzünden ölüyor.


- Gazetelerde köşe yazanların yüzde 90'ı erkek.



-
Öldürülen kadınların azımsanmayacak bir bölümü öldürülmeden önce savcılıklara başvuruyor, hukuki mücadeleye başlıyorlar. Ancak korunamadıkları için malum sondan kurtulamıyorlar.


- Kadın sığınakları hala yetersizin de altında.


- Kadın katillerine haksız tahrik indirimi uygulanmaya devam ediliyor, yeni yasal düzenlemeler, özel önlemler yok.


- Hükümetin kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik bir yasa çalışması yok, var olan yasa yetersiz.


Medyada yer alan haberleri şöyle bir tarayarak dahi elde edebileceğiniz bu bilgiler ve sivil inisiyatiflerin yayınladığı raporlar çarpıcı bir gerçeği önümüze koyuyor: Erkek egemen toplumun sevimsiz dili hayatın her yanına yayılmış ve ne üzücüdür ki, kanıksanmış durumda.


Durum bu denli vahim ve iç karartıcı olunca, bu rüzgarı tersine çevirebilecek her türlü sivil inisiyatif ve her türlü etkinlik içimi umutla dolduruyor. Twitter'da başlayan Defne Devrimi adlı hareket de bunlardan biri. Adını geçtiğimiz günlerdeki vefatından sonra ayrımcı, ötekileştirilmiş ve insanlığa aykırı yorumlarla yıpratılan Defne Joy Foster'dan alan hareket, basındaki ayrımcı, cinsiyetçi, reyting ve tıklanma odaklı, insan haklarını hiçe sayan, hassasiyetlere duyarsız, kişinin ve yakınlarının haklarını ve duygularını önemsemeyen, suçlayıcı ve yargılayıcı dile karşı onurlu bir karşı duruş ve güçlü bir ses niteliğinde.


Bugün devrimler ve değişimler hem sokaktan, hem alternatif medyadan besleniyor ve büyüyor. Eminim ki, cinsiyetçiliğin artık görülemeyecek kadar azaldığı başka bir dünyaya yakışan temiz ve onurlu bir medyaya, kadın haklarına duyarlı bir topluma ulaşacağımız günler yakın.Ortala

Yaşatan Sevgi, Ayrımcı Olmayan Medya, Kadın Haklarına Saygılı Toplum: Hepsi Hakkımız ve Alacağız!

Margaret Harrison/Homeworkers


- Kadına yönelik şiddet yüzde 140 oranında arttı.


- Her gün en az üç kadın erkeklerin sevgisi(!) yüzünden ölüyor.


- Gazetelerde köşe yazanların yüzde 90'ı erkek.



-
Öldürülen kadınların azımsanmayacak bir bölümü öldürülmeden önce savcılıklara başvuruyor, hukuki mücadeleye başlıyorlar. Ancak korunamadıkları için malum sondan kurtulamıyorlar.


- Kadın sığınakları hala yetersizin de altında.


- Kadın katillerine haksız tahrik indirimi uygulanmaya devam ediliyor, yeni yasal düzenlemeler, özel önlemler yok.


- Hükümetin kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik bir yasa çalışması yok, var olan yasa yetersiz.


Medyada yer alan haberleri şöyle bir tarayarak dahi elde edebileceğiniz bu bilgiler ve sivil inisiyatiflerin yayınladığı raporlar çarpıcı bir gerçeği önümüze koyuyor: Erkek egemen toplumun sevimsiz dili hayatın her yanına yayılmış ve ne üzücüdür ki, kanıksanmış durumda.


Durum bu denli vahim ve iç karartıcı olunca, bu rüzgarı tersine çevirebilecek her türlü sivil inisiyatif ve her türlü etkinlik içimi umutla dolduruyor. Twitter'da başlayan Defne Devrimi adlı hareket de bunlardan biri. Adını geçtiğimiz günlerdeki vefatından sonra ayrımcı, ötekileştirilmiş ve insanlığa aykırı yorumlarla yıpratılan Defne Joy Foster'dan alan hareket, basındaki ayrımcı, cinsiyetçi, reyting ve tıklanma odaklı, insan haklarını hiçe sayan, hassasiyetlere duyarsız, kişinin ve yakınlarının haklarını ve duygularını önemsemeyen, suçlayıcı ve yargılayıcı dile karşı onurlu bir karşı duruş ve güçlü bir ses niteliğinde.


Bugün devrimler ve değişimler hem sokaktan, hem alternatif medyadan besleniyor ve büyüyor. Eminim ki, cinsiyetçiliğin artık görülemeyecek kadar azaldığı başka bir dünyaya yakışan temiz ve onurlu bir medyaya, kadın haklarına duyarlı bir topluma ulaşacağımız günler yakın.Ortala

Body Worlds Hakkında Olgular ve Rakamlar + Beşinci Davetiye İçin Soru



  • Plastinasyon Dr. Gunther von Hagens tarafından 1977 yılında Almanya‟daki Heidelberg Üniversitesi‟nde icat edilmiştir ve o zamandan beri aralıksız olarak geliştirilmektedir.
  • Plastinasyon ölü bedenin çürümesini durduran ve bilim ve tıp eğitimi için katı, kokusuz ve dayanıklı anatomik örnekler üreten bir tekniktir.
  • Bir tam insan bedeni plastinatının oluşturulması yaklaşık olarak 1.500 çalışma saati gerektirir.
  • Dünyanın en uzun boylu plastinatı 5,10 metre boyundaki yetişkin bir zürafadır.
  • BODY WORLDS sergileri Dr. Gunther von Hagens tarafından yaratılmıştır.
  • BODY WORLDS sergisinin temel amacı sağlık eğitimidir.
  • İlk sergi 1995 yılında Japonya‟da açılmıştır.
  • O günden beri BODY WORLDS sergileri dünyayı gezmektedir ve Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika‟da 60 milyonu aşkın kişi tarafından gezilmiştir.
  • Hali hazırda Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da gösterimde olan altı BODY WORLDS sergisi vardır.
  • 30 milyonu aşkın insan BODY WORLDS sergilerini gezmiştir.

Bu da Bizden Olsun

Body Worlds sergisini henüz gezmemiş okuyucularımıza müjde! Alternatif-İstanbul'u önümüzdeki 4 hafta boyunca takip eden ve her pazartesi günü yayınlayacağımız sorulara doğru cevap veren 4 okuyucumuz daha Body World davetiyesi kazanacak! Her hafta, bir şans demek!

İşte beşinci davetiye için sorumuz: Body Worlds sergisinin küratörü kimdir?

Sergiyle ilgili detaylı bilgileri ve sorunun doğru cevabı için ipucunu www.bodyworlds-istanbul.comadresinden öğrenebilirsiniz.

Doğru yanıtı 15 Şubat Salı günü saat 17:00'ye kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine ileten okuyucularımız arasından random.org aracılığı ile belirleyeceğimiz şanslı kişi tek kişilik davetiyesi ile bu özel sergiyi ziyaret etme fırsatı bulacak.

Body Worlds Hakkında Olgular ve Rakamlar + Beşinci Davetiye İçin Soru



  • Plastinasyon Dr. Gunther von Hagens tarafından 1977 yılında Almanya‟daki Heidelberg Üniversitesi‟nde icat edilmiştir ve o zamandan beri aralıksız olarak geliştirilmektedir.
  • Plastinasyon ölü bedenin çürümesini durduran ve bilim ve tıp eğitimi için katı, kokusuz ve dayanıklı anatomik örnekler üreten bir tekniktir.
  • Bir tam insan bedeni plastinatının oluşturulması yaklaşık olarak 1.500 çalışma saati gerektirir.
  • Dünyanın en uzun boylu plastinatı 5,10 metre boyundaki yetişkin bir zürafadır.
  • BODY WORLDS sergileri Dr. Gunther von Hagens tarafından yaratılmıştır.
  • BODY WORLDS sergisinin temel amacı sağlık eğitimidir.
  • İlk sergi 1995 yılında Japonya‟da açılmıştır.
  • O günden beri BODY WORLDS sergileri dünyayı gezmektedir ve Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika‟da 60 milyonu aşkın kişi tarafından gezilmiştir.
  • Hali hazırda Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da gösterimde olan altı BODY WORLDS sergisi vardır.
  • 30 milyonu aşkın insan BODY WORLDS sergilerini gezmiştir.

Bu da Bizden Olsun

Body Worlds sergisini henüz gezmemiş okuyucularımıza müjde! Alternatif-İstanbul'u önümüzdeki 4 hafta boyunca takip eden ve her pazartesi günü yayınlayacağımız sorulara doğru cevap veren 4 okuyucumuz daha Body World davetiyesi kazanacak! Her hafta, bir şans demek!

İşte beşinci davetiye için sorumuz: Body Worlds sergisinin küratörü kimdir?

Sergiyle ilgili detaylı bilgileri ve sorunun doğru cevabı için ipucunu www.bodyworlds-istanbul.comadresinden öğrenebilirsiniz.

Doğru yanıtı 15 Şubat Salı günü saat 17:00'ye kadar ezgi@alternatif-istanbul.net adresine ileten okuyucularımız arasından random.org aracılığı ile belirleyeceğimiz şanslı kişi tek kişilik davetiyesi ile bu özel sergiyi ziyaret etme fırsatı bulacak.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Henüz Çekilmeyen Filmlere Müzik Yapan Orkestra: The Hidden Orchestra



Night Walk adını verdikleri debü albümlerini yakın zamanda çıkaran The Hidden Orchestra, 11 Şubat Cuma gecesi Babylon’da bir konser verdi. Bu konserden derlediğimiz kısa notlarla The Hidden Orchestra'yı bu haftaki pazar konseri bölümümüze konuk etmek istedik. Keyifli okumalar ve dinlemeler!

- 22:30 olarak belirtilen konserin başlama saati tam 45 dakika sarkarak 23:15’i buldu. Websitesinde konserin başlama saati olarak belirtilen 22:30’a kadar sahne önü de dahil olmak üzere mekan boştu. İnsanlar 23:00’e doğru gelmeye başladılar ve yeterince doluluk sağlandığında konser nihayet başlayabildi.

- The Hidden Orchestra, sahneye iki davul, keyboard, keman ve bass gitardan oluşan bir ekipmanla çıktı. Tanışma faslının ardından, şarkıya giriş yapıldı, ancak teknik bir sorun yüzünden yarıda kesildi. Aynı vahim olay 2 kere tekrar etse de, grubun kurucusu ve basçısı Joe Acheson’ın ve grubun diğer üyelerinin kibarca ve gülümseyerek özür dilemeleri dinleyiciyi rahatlattı.

- Nihayet sorun çözüldüğünde, dinleyiciler The Hidden Orchestra’nın alamet-i farikası olarak görülen iki davul kullanılmasının güzelliğini hissetmeye başladı. Grubun iki davulcusu Tim Lane ve Jamie Graham’ın müzikte hissedilen saykodelik havanın yaratılmasında etkisi büyük.

-Grubun keman ve keyboarddan sorumlu üyesi Poppy Ackroyd kemanını alışılmışın dışında bir gitar gibi tıngırdatarak güzel bir ritim tutturdu.

- Dinleyiciler arasında gurubun aksanından nereli olduklarını tahmin etmeye çalışanlar vardı. Aksan İskoç olduklarını alenen hissettirse de, konser öncesinde dinlemeye geldikleri grup hakkında biraz olsun bilgi toparlasalar bu kadar düşünmek zorunda kalmazlardı sanırım. İyi müzik dinleyicisi olmak bu küçük fedakarlığı gerektiriyor diye düşünüyorum.

-Grubun dinleyiciyle iletişimi epeyce sıcak. Sürekli bir göz teması, esirgenmeyen gülümseme ve alkışlara karşılık sempatik jestler. Çalarken kendi aralarında da eğlendiklerini hissettiriyorlar.

- Grup, analog enstrümanlarla dijital ses efektlerini bir arada kullanıyor. Caz, funk, elektronik ve trip hop gibi türlerin bir araya geldiği yeni nesil bir müzik icra ediyorlar. Canlı dinlemesi, albümden dinlemekten kesinlikle daha keyifli.

-Antiphon ve Wandering canlı olarak dinlendiğine insanı apayrı bir moda sokan iki parça. Nefis çaldılar.

- Sahnede dinleyiciyi tatmin edecek kadar uzun kalıyorlar. İstek üzerine bise çıktıklarında çaldıkları funky parçayla gecenin sonunu dansla bitirdiler.

Gördük ki, The Hidden Orchestra’yı dünya müziğine kazandıran Tru Thoughts çok ama çok iyi bir prodüksiyona imza atmış. Biz müzik dinleyicilerine ise grubu takip etmek kalıyor.



Henüz Çekilmeyen Filmlere Müzik Yapan Orkestra: The Hidden Orchestra



Night Walk adını verdikleri debü albümlerini yakın zamanda çıkaran The Hidden Orchestra, 11 Şubat Cuma gecesi Babylon’da bir konser verdi. Bu konserden derlediğimiz kısa notlarla The Hidden Orchestra'yı bu haftaki pazar konseri bölümümüze konuk etmek istedik. Keyifli okumalar ve dinlemeler!

- 22:30 olarak belirtilen konserin başlama saati tam 45 dakika sarkarak 23:15’i buldu. Websitesinde konserin başlama saati olarak belirtilen 22:30’a kadar sahne önü de dahil olmak üzere mekan boştu. İnsanlar 23:00’e doğru gelmeye başladılar ve yeterince doluluk sağlandığında konser nihayet başlayabildi.

- The Hidden Orchestra, sahneye iki davul, keyboard, keman ve bass gitardan oluşan bir ekipmanla çıktı. Tanışma faslının ardından, şarkıya giriş yapıldı, ancak teknik bir sorun yüzünden yarıda kesildi. Aynı vahim olay 2 kere tekrar etse de, grubun kurucusu ve basçısı Joe Acheson’ın ve grubun diğer üyelerinin kibarca ve gülümseyerek özür dilemeleri dinleyiciyi rahatlattı.

- Nihayet sorun çözüldüğünde, dinleyiciler The Hidden Orchestra’nın alamet-i farikası olarak görülen iki davul kullanılmasının güzelliğini hissetmeye başladı. Grubun iki davulcusu Tim Lane ve Jamie Graham’ın müzikte hissedilen saykodelik havanın yaratılmasında etkisi büyük.

-Grubun keman ve keyboarddan sorumlu üyesi Poppy Ackroyd kemanını alışılmışın dışında bir gitar gibi tıngırdatarak güzel bir ritim tutturdu.

- Dinleyiciler arasında gurubun aksanından nereli olduklarını tahmin etmeye çalışanlar vardı. Aksan İskoç olduklarını alenen hissettirse de, konser öncesinde dinlemeye geldikleri grup hakkında biraz olsun bilgi toparlasalar bu kadar düşünmek zorunda kalmazlardı sanırım. İyi müzik dinleyicisi olmak bu küçük fedakarlığı gerektiriyor diye düşünüyorum.

-Grubun dinleyiciyle iletişimi epeyce sıcak. Sürekli bir göz teması, esirgenmeyen gülümseme ve alkışlara karşılık sempatik jestler. Çalarken kendi aralarında da eğlendiklerini hissettiriyorlar.

- Grup, analog enstrümanlarla dijital ses efektlerini bir arada kullanıyor. Caz, funk, elektronik ve trip hop gibi türlerin bir araya geldiği yeni nesil bir müzik icra ediyorlar. Canlı dinlemesi, albümden dinlemekten kesinlikle daha keyifli.

-Antiphon ve Wandering canlı olarak dinlendiğine insanı apayrı bir moda sokan iki parça. Nefis çaldılar.

- Sahnede dinleyiciyi tatmin edecek kadar uzun kalıyorlar. İstek üzerine bise çıktıklarında çaldıkları funky parçayla gecenin sonunu dansla bitirdiler.

Gördük ki, The Hidden Orchestra’yı dünya müziğine kazandıran Tru Thoughts çok ama çok iyi bir prodüksiyona imza atmış. Biz müzik dinleyicilerine ise grubu takip etmek kalıyor.



11 Şubat 2011 Cuma

Ólafur'un Karartma Gecesi



Sevgili Ólafur,



Seni ilk kez İstanbul'da bir evin küçük bir odasında dinledim. Oda karanlıktı ve dışarıdaki soğuk havanın etkisiyle camlar buğulanmıştı. Müziğinin bende bıraktığı ilk his, uzun bir kuraklık döneminin ardından bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun ardından gelen ferahlama duygusunun bir benzeriydi. Uzunca bir süre ışıkları açmadan öylece oturdum. Eulogy For Evolution uzunca bir süre CD çalarda döndü, döndü, döndü.


Dün gece seninle yine karanlık bir salonda buluştuk. Hatta o kadar karanlıktı ki; ne sen bizi, ne de biz seni görebildik önce. Gözlerimiz ışıksızlığa alıştığında ise, önce uzun bir bekleyişin ardından gelen buluşmanın heyecanıyla merhabalaştık. Önce üç keman ve bir çellodan oluşan yaylılar giriş yaptı müziğe, sonra senin piyanonun sesi duyuldu. Yorgunluğum yavaş yavaş yerini huzura bırakmaya başladı. Karanlık ise, ışık oyunlarıyla usulca dağıldı. Deniz yıldızları ve yelkenlilerin gölgesi belirdi sahnede. Sonra kuşlar... Önce iplere bağlı olarak kanat çırptılar. Müzik doruğa çıktığında, kuşlar iplerinden kurtulup özgür kaldılar. O sırada piyanonun üzerinde beyaz bir kuşun kanat çırptığını gördüm. Melodilere ışık efektleri, piyanoya yaylılar eşlik etti.


"İstanbul'da ay alaşağı duruyor." dedin. İstanbul öyledir. Keşke hava güneşli ve açık olsa da, dünyada eşi benzeri olmayan maviliği, piyanonun üzerinde kanat çırpan kuşa benzeyen martıları da görebilseydin. Yaz ortasında birdenbire bastıran yağmuru, hemen ardından beliriveren güneşi, şehrin bir yakasını kapkara yağmur bulutları kaplamışken, öteki yakasının güneşin sarıdan kızıla tonlara boyanmasını en az tuhaf ve aykırı İstanbullu ayı sevdiğin gibi severdin eminim ki.


Seni dinlemeye geldiğimiz için birkaç defa teşekkür ettin şarkı aralarında. Bir kez etmen yeterdi ama öyle içten ve minnet doluydun ki, bunu dinleyicinle paylaşmak istedin. Belki sen göremedin, ama İstanbul'daki karartma gecesinde müziğini dinlemeye gelen herkes içtenliğine içtenlikle karşılık verdi. Hatta, eve dönüş yolunda bir kadının "arkadaşı için çaldığını söylediği parçada kaybettiğim arkadaşım aklıma geldi." dediğini duydum. Müzik böyle bir şeydi işte, köprüler ve bağlar kurulmasına vesile oluyor, öyküler yazdırıyor ve hatıraları canlandırıyordu, özeldi.


Bugün yine İstanbul'da, aynı karanlık salondasın. Bir başka karartma gecesinde yelkenlilerini yüzdürecek, kuşları özgür bırakacaksın. Eminim ki, bu İstanbul ile son buluşman olmayacak. Güneşli ve bulutların bembeyaz olduğu, sanki yeryüzündeymiş gibi göründükleri bir günde yine gelecek, bize yeniden "iyi ki müzik var" dedirteceksin.


Değil mi?


Dip Not: Video, Ólafur Arnalds'sın İstanbul konserinde çaldığı son şarkı esnasında çekilip Youtube'a eklenmiş. Ekleyen kişiye teşekkür etmeli, o anı yeniden yaşattığı için.

Ólafur'un Karartma Gecesi



Sevgili Ólafur,



Seni ilk kez İstanbul'da bir evin küçük bir odasında dinledim. Oda karanlıktı ve dışarıdaki soğuk havanın etkisiyle camlar buğulanmıştı. Müziğinin bende bıraktığı ilk his, uzun bir kuraklık döneminin ardından bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun ardından gelen ferahlama duygusunun bir benzeriydi. Uzunca bir süre ışıkları açmadan öylece oturdum. Eulogy For Evolution uzunca bir süre CD çalarda döndü, döndü, döndü.


Dün gece seninle yine karanlık bir salonda buluştuk. Hatta o kadar karanlıktı ki; ne sen bizi, ne de biz seni görebildik önce. Gözlerimiz ışıksızlığa alıştığında ise, önce uzun bir bekleyişin ardından gelen buluşmanın heyecanıyla merhabalaştık. Önce üç keman ve bir çellodan oluşan yaylılar giriş yaptı müziğe, sonra senin piyanonun sesi duyuldu. Yorgunluğum yavaş yavaş yerini huzura bırakmaya başladı. Karanlık ise, ışık oyunlarıyla usulca dağıldı. Deniz yıldızları ve yelkenlilerin gölgesi belirdi sahnede. Sonra kuşlar... Önce iplere bağlı olarak kanat çırptılar. Müzik doruğa çıktığında, kuşlar iplerinden kurtulup özgür kaldılar. O sırada piyanonun üzerinde beyaz bir kuşun kanat çırptığını gördüm. Melodilere ışık efektleri, piyanoya yaylılar eşlik etti.


"İstanbul'da ay alaşağı duruyor." dedin. İstanbul öyledir. Keşke hava güneşli ve açık olsa da, dünyada eşi benzeri olmayan maviliği, piyanonun üzerinde kanat çırpan kuşa benzeyen martıları da görebilseydin. Yaz ortasında birdenbire bastıran yağmuru, hemen ardından beliriveren güneşi, şehrin bir yakasını kapkara yağmur bulutları kaplamışken, öteki yakasının güneşin sarıdan kızıla tonlara boyanmasını en az tuhaf ve aykırı İstanbullu ayı sevdiğin gibi severdin eminim ki.


Seni dinlemeye geldiğimiz için birkaç defa teşekkür ettin şarkı aralarında. Bir kez etmen yeterdi ama öyle içten ve minnet doluydun ki, bunu dinleyicinle paylaşmak istedin. Belki sen göremedin, ama İstanbul'daki karartma gecesinde müziğini dinlemeye gelen herkes içtenliğine içtenlikle karşılık verdi. Hatta, eve dönüş yolunda bir kadının "arkadaşı için çaldığını söylediği parçada kaybettiğim arkadaşım aklıma geldi." dediğini duydum. Müzik böyle bir şeydi işte, köprüler ve bağlar kurulmasına vesile oluyor, öyküler yazdırıyor ve hatıraları canlandırıyordu, özeldi.


Bugün yine İstanbul'da, aynı karanlık salondasın. Bir başka karartma gecesinde yelkenlilerini yüzdürecek, kuşları özgür bırakacaksın. Eminim ki, bu İstanbul ile son buluşman olmayacak. Güneşli ve bulutların bembeyaz olduğu, sanki yeryüzündeymiş gibi göründükleri bir günde yine gelecek, bize yeniden "iyi ki müzik var" dedirteceksin.


Değil mi?


Dip Not: Video, Ólafur Arnalds'sın İstanbul konserinde çaldığı son şarkı esnasında çekilip Youtube'a eklenmiş. Ekleyen kişiye teşekkür etmeli, o anı yeniden yaşattığı için.

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons