Patti Smith deyince, aklıma 1975 tarihli Horses albümünün kapağındaki o fotoğraf geliyor. Beyaz bir duvarın önünde üzerinde sade beyaz gömleği, koyu renk pantolon askısı ve siyah pantolonu ile duran bir kadın. Ceketini omuzuna şöylece atıvermiş. Saçları dağınık, gözlerinde ise olağanüstü bir etkileyicilik var. Erkeksi kıyafetlerine rağmen, dudakları, çenesi ve ellerinin duruşu çok kadınsı. Fotoğraf, bir ilk albüm için öyle sade ve şatafattan uzak ki, yalnızca müziğe odaklanılmasını istiyor gibi. Öyle de oluyor. Ama bir farkla: Horses albümü yıllar geçtikçe değer kazanıyor, albüm kapağındaki o siyah beyaz fotoğraf ise kâh kendinden sonra gelen yapıtlarda, kâh belleklerde imgesini sürekli yeniliyor.
Müzikseverler, yıllar sonra o fotoğraftaki kadını yine bir beyaz gömlek ve koyu renk kurdelayla İstanbul sahnesinde gördüklerinde zamanın sanki o fotoğrafta donup kaldığını düşündüler mi, bilmem. Ben düşündüm. Beyaz gömlek, ağır havasından kurtulmuş, Patti'nin bedeninde punk bir havaya bürünmüştü. Koyu renk saçlarına aklar düşmüş, yüzünde kırışıklıklar belirmiş ama gözlerindeki ışıltı o fotoğraftaki gibi kalmıştı. İşte o ışıltıyı saniyenin bilmemkaçta birinde bir fotoğraf karesinde dondurmayı başaran ve Patti Smith'in en unutulmaz imgesine imza atan kişi, New York'lu fotoğraf sanatçısı ve Patti'yi “ailesi” sayan Robert Mapplethorpe idi.
Patti Smith'in 2007 yılında İstanbul'da verdiği konserden sonra Roll dergisine verdiği bir röportajı anımsıyorum. Bir bilge gibi hayatını güzelleştiren küçük disiplinlerden bahsediyor, dünyanın giderek betonlaştığı ve çok uluslu şirketlerin dahi hayatımıza müdahale etme hakkını kendinde bulduğu günümüzde diş bakımı ve her gün belli bir miktar su içme gibi basit alışkanlıkların bile zihnen sağlam durmak için gerekli olduğunu anlatıyordu. Dingin, yaşam konusundaki deneyimlerini paylaşmaktan hoşlanan ama hâlâ anarşist bir anne gibiydi.
Patti Smith'in büyük aşkı Robert Mapplethorpe verdiği söz üzerine yazdığı ve Çoluk Çocuk adıyla Türkçe'ye çevrilen Just Kids kitabını öncelikle canını yaka yaka kendisini olgunlaştırabilmiş bu kadını daha iyi anlayabilmek için okumaya başladım. Amacım yalnızca iki sanatçı ruhun çarpıştığı ilham verici bir aşkı anlamaya çalışmak değil, aynı zamanda ilk gençlik yıllarımdan bu yana hayran olduğum Patti Smith'in hayata ilk atıldığı zamanların izini sürmek ve hayran olduğum bilgeliğine nasıl ulaşabildiğini öğrenebilmekti. Kitapta bundan fazlasını buldum. Kaybedenler kulübünün iki sanatçı ruhlu üyesinin zar zor alınan, hatta bazen aşırılan şiir kitaplarıyla ve eski plaklarla renklenen, açlık, parasızlık ve işsizlik gibi zor yaşam koşullarıyla mücadele etmekten dolayı zaman zaman yıpranan ama yine de uzun yıllara direnen yoldaşlığına tanıklık ettim. Patti Smith'in Anderson Masalları ile başlayıp Rimbaund ve Jack Kerouac ile zenginleşmiş şairliğinin ve en az şiirleri kadar şairane öykücülüğünün derinliklerinde kayboldum. Patti Smith'in Robert Mapplethorpe ile ilk tanışmasını anlatırken kurduğu müzikli dile hayran kaldım; “Coltraine'in öldüğü yazdı. Crystal Ship yazıydı. Çiçek çocuklar boş kollarını göğe açmış ve Çin hidrojen bombasını patlatmıştı. Jimi Hendrix Monterey'de gitarını ateşe verdi. AM Radyo'da Ode To Billy Joe çalıyordu. Newark, Milwaukee ve Detroit'de isyanlar çıktı. Bu Elvira Madigan'ın yazıydı, aşkın yazı...Bu dengesiz ve misafir sevmez atmosferde tesadüfî bir karşılaşma hayatımın akışını değiştirdi. Bu, Robert Mapplethorpe ile karşılaştığım yazdı.”
Patti Smith, kitapta benim çok sevdiğim kapak fotoğrafının öyküsünü de anlatıyor. Üzerindeki ceketi çıkardığını ve Frank Sinatra gibi omuzuna alarak duvara iyice yaklaştığını, Robert'ın ışıkölçeri yeniden ayarlayıp fotoğrafını çektiğini ve o gün çektiği on iki poz fotoğraf içinden birini gösterip “İşte bu büyülü oldu.” dediğini aktarıyor. “Şimdi bu resme baktığımda asla kendimi göremiyorum. Bizi görüyorum.” diye ekliyor. İşte o an Patti'nin gözlerindeki kadınsı pırıltının nedenini idrak ediyorum. Patti'nin gözbebeklerinde Robert'ın yaratıcı yansıması var. İnsanı fotoğraf karelerinin ve hakkıyla yaşanmış aşkların ölümsüzlüğüne yeniden inandıran bir anı bu. Bu yüzden o fotoğraf kendini sürekli yenileyerek, yıllar sonra bile ayni etkiyi yaratmayı başarabiliyor.
Saf rock’n roll'u sanatçı ruhuyla kaynaştıran, şiir ve müziği meslek olarak değil hayat tarzı olarak benimseyen efsane kadının kitabı okurken John Coltraine'in A Love Supreme parçasının fonda kaç defa çaldığını hatırlamıyorum. Patti Smith'le birlikte odalarında nice kitapların yazıldığı, kült olmuş şarkıların bestelendiği, Beat kuşağının üretmek için sığındığı, bir başka tarih kokan Chelsea Otel'in koridorlarında dolaşıyorum. Kitap bittiğindeyse, kendini bir tür berduş, bir çingene ve özgür bir ruh olarak tanımlayan Patti Smith'in yaşamına ucundan kıyısından ortak olabilmenin hüzünle karışık etkisinde kalıyorum. Robert Mapplethorpe'un Patti Smith'e sıkça tekrar ettiği ve onların iki ayrılmaz beden ve ruh olduklarını ve öyle de kalacaklarını anlatan cümle üzerinde bir süre düşünüyorum:
“Patti, kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor.” Hayatta böyle bir cümleyi rahatça kurabileceğimiz kaç insan tanıyabiliriz ki?
Çoluk Çocuk, Patti Smith'in müzisyenliği kadar, öykü anlatıcılığına da şapka çıkarttıran, uzun zamandır eksikliğini duyduğumuz güzellikte bir otobiyografi. Hansel ve Gratel gibi birbirine bağlı iki aşığın hayata meydan okuyuşlarının söz verilmiş belgesi.
Patti Smith: “Çoluk Çocuk”, Çev: Yiğit Değer Bengi, Domingo Yay. 2010.
Bu yazı Remzi Kitap Gazetesi'nin Mart 2011 tarihli sayısında yayınlanmıştır.