Proje, Balat ve Fener semtleri sakinlerinin hayat koşullarının ıslahını amaçlamaktadır. Projenin referansları Avrupa Komisyonu'na sunulurken belirtildiği gibi, proje dört eksen etrafında geliştirilmelidir:
· Konutların toplumsal olgular göz önünde tutularak geliştirilmeleri: Sağlık yönünden sakıncalı veya yetersiz konutların restorasyonu ve iyileştirilmesi konusunda yardım ve finansman önerisinde bulunulmalıdır. (İnşaat kredilerinin, rehabilitasyon çalışması sırasındaki müdahalelerin yönetimi için gerekli araçların bulunması.)
· Örnek restorasyon ve rehabilitasyon uygulamalarından hareket ederek, inşaat ve imar alanlarında çalışan kişilerin uzmanlaşmalarına, gerekli işgücünün yaratılmasına katkıda bulunulması
· Yakın çevredeki sosyal donatıların ve toplumsal hizmetlerin (eğitim, sağlık, toplumsal-eğitsel merkezler, okul sonrası eğitim, halka açık alanların düzenlenmesi) iyileştirilmeleri.
· Semtin köklü bir biçimde düzeltilmesi ve yeniden eski canlılığına kavuşturulması (örneğin Balat çarşısında zanaat faaliyetlerinin teşvik edilmesi, semtin temizliğine ve güzelleştirilmesine yönelik çalışmalar.)
Balart Sanat Evi
Balat'ı iyileştirme projesinin ürünü diyebileceğimiz, Balat'ın ilk sanat galerisi ve sanat okulu olan Balart Sanat Evi, yüzyıllık eski Rum binasında Şubat 2000'de açıldı. Balat'ın tarihi sokakları arasında, sanatla içiçe bir sanat evi...
Beş aylık titiz bir çalışma sonucu restore edilen bu bina, seramik sanatçısı Beyhan Gürsoy tarafından tasarlayıp restore ettirilmiş. Binanın orijinal mimarisini koruyarak bugünkü hale getirmiş. Binanın önceden bodrum olan alt katını seramik atölyesi yapmış. Giriş de sergileme alanı. Üst katında resim atölyesi, ofis, mutfak, tuvalet... Oradan teras katına çıkınca çok şirin, şömineli küçük bir oda sizi bekliyor. Terasa çıkınca nefesinizi kesecek bir manzara hakim.
Okulda resim, seramik, mozaik, fotoğraf ya da ahşap boyama, ebru ve sedef kakma gibi çeşitli konularda eğitim veriliyor. Akademik düzeyde profesyonel kurs hocaları tarafından sekizer kişilik gruplar halinde verilen eğitimler, hafta içi ve hafta sonu olmak üzere 13.00-17.00 saatleri arasında düzenleniyor. Bunun dışında atölyeler 11.00-18.00 arasında açık tutuluyor. Hobi kurslarının yanı sıra sanat etkinliklerine de yer verilen Balart'ta söyleşiler, sergiler ve özellikle turistlere yönelik kültür geceleri de düzenleniyor. Beyhan Gürsoy, hedeflerinin bu tarihi mekanda her yaştan ve her meslekten insanı sanat ile buluşturmak olduğunu belirtiyor.
Balat Surları ve Balat Kapısı:
İstanbul surlarının yaklaşık 5 kilometrelik bölümünü Haliç surları meydana getirir. Ayvansaray'dan başlayıp Sarayburnu'na kadar uzanan bu surların önemli bir bölümünü 5.yüzyılda Bizans İmparatoru II.Teodosios inşa ettirmiştir. Günümüzde Haliç Surları'nın büyük bölümü, depremler neticesinde yok olmuştur. Kalan bölümlerse, Haliç'e dökülen derelerin getirdiği taş ve topraklar yüzünden önlerinde kara parçaları oluşmuş ve böylece kıyıdan uzaklaşmıştır. Ayvansaray'la Balat arasında kalan ve orijinalliği bozulmamış olan sur parçaları ve birkaç kule halen görülmeğe değerdir. Bu hat dışındaki Haliç surlarıysa yer yer binalar arasında kalan duvarlar olarak görülebilir. Bu surlarda, denize giriş-çıkış için bazı kaynaklarda 15, bazılarında 17, kimilerinde de 19 tane olduğu bildirilen kapılar bulunuyordu. Bu sur kapılarıyla önemli iskeleleri Osmanlılar döneminde Türkçe isimler almıştır. Surlar tamamıyla yok olduktan sonra dahi bu isimler yaşamış, günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün, Haliç'teki sur kapılarından sadece Ayakapı ve Cibali ayakta kalabilmiştir.
Balat Kapısı'nın 1453'ten önceki adı "Vasiliki Pili"ydi. Kimi kaynaklarca "Basiliki Pili" olarak da belirtilen bu kapı, Bizans devrinde şehrin Haliç surları üzerindeki en önemli kapılarındandı. Bazı kaynaklara göre, Balat adı Rumca'da "Palation"dan gelir; "Vasiliki Pili"nin anlamı da "Bab-ı Hümayun" ya da Hünkar kapısı'dır Balkherna Sarayı'na deniz yoluyla gelen imparatorlar bu kapıdan geçerlerdi. Vapur iskelesinin karşısına düşen Balat Kapısı, 1894 depreminde yıkılmıştır. Yeri Piri Reis haritasından, 1838 ve 1847 tarihinde yapılan Mühendishane haritalarından biliniyor. Tarihçi Kritovulos, İstanbul"un Fethi adlı kitabında Balat Kapısı'na değenir: "Donanma komutanı Hamza Bey artık şehrin alındığını ve askerin şehre girdiğini gördükten sonra, zincirin üzerine gemilerle yürüdü ve zinciri kırarak limana girdi. İtalyanlar'ın büyük ve küçük gemileri Osmanlı gemilerin arasından çıkarak, açık denize doğru yelken açıp gittiğinden, orada yalnız Bizans gemileri kalmıştı. Hamza Bey bunlardan bir kısmını batırdı, bir kısmını da tayfalara esir etti. Bütün gemileri Hünkar kapısı semtinde karaya yanaştırdı. Kapının henüz kapalı olduğunu görünce kilidini ve zincirini kırarak şehre girdi."
Balat Kapısı'nın hem Karagöz'de hem de ortaoyununda yeri olduğu da ilginç bir gerçektir. Hayal perdesinde ve sahnede şu dörtlük sıkça duyulurdu:
"Balat kapısından girdim içeri
Güzeller oturmuş iki keçeli
Yalvarırım yakarırım almaz içeri
Aydee... Aydeee... Vamoz a Balat"
"Aydee...Aydeee...Vamoz a Balat", Yahudi İspanyolcası'nda "Haydii...Haydiii...Balat'a gidelim" anlamına gelir. Bu dörtlük ikinci kez tekrarlanır ve son cümlesi "Par aki... Par aki... Vamoz a Balat" ("Buradan...Buradan...Balat'a gidelim") olarak değiştirilirdi.
Balat’taki Sinagoglar
İstanbul’daki sinagoglar belirli bir mimari tarzına sahip değillerdi. Yapanların gelmiş oldukları yörelerdeki mimari anlayışa veya yapıldıkları dönemin mimarisine göre inşa ediliyorlardı. Ama hepsinin ortak özelliği gösterişli binalar olmamalarıydı. Dışarıdan bakan birinin dikkatini çekecek veya başka din mensuplannı rahatsız edecek bir stil veya süsleme kullanılmadan, bir avlu içerisinde inşa edilmişlerdi. Balat’ın bilinen sinagogları arasında Pul Yaşan, Geruş, Sığrı, Çana, Kasturya, İştipol, Veria, Yanbol ve Ahrida bulunmaktadır. Bunlardan sadece Yanbol ve Ahrida’yı aktaracağım:
Yanbol Sinagogu: Bugün tapınmaya kapalı olan Yanbol Sinagogu, Düriye Sokağı No. 16’da bulunuyor. Sinagogun tahta tavanlarındaki süslemeler ve dekorlar 19.yüzyılın çizgilerini taşır. Bulgaristan’ın Yanbolu kentinden gelen Yahudiler tarafından kurulduğu bilinir. Yanbol’un avlu kapısının üstünde 1895 tarihi vardır. İnşa tarihininse 1877 olduğu tartışılır. Sinagogun içi Ahrida’nın restorasyon öncesinin bir benzeri görünümünedir. Kubbenin içindeki tezyinatlar Yanbol’u temsil eder.
Yanbol Sinagogu kullanılmıyor denilse de çevreden sorduğum kişilerin dediğine göre senede bir kere açılıyor, o da bayramı kutlamak için. Önce temizleniyor, sonra bir hafta süren bayram için açılıyor. "Musevi olmayan giremez ve bilgi edinemez" gibi görünmeyen bir kuralları var sanki, o kadar ki Musevilere sinagogu anlatmalarını istediğinizde katiyen anlatmak istemezler, söz birliği etmişçesine "Dört duvardan oluşuyor, o kadar..." diyorlar.
Ahrida Sinagogu: Vodina Cad. (Kürkçü Çeşme Sok. olarak da bilinir) No.9’da bulunan Ahrida Sinagogu eski ve görkemli bir külliyeden oluşur. Bugün Balat’ın en önemli sinagogu sayılır. Makedonya’nın Ohri kentinden İstanbul’a göç eden Yahudiler tarafından 15. yüzyılda (1440) kurulan bu sinagog, ibadet bölümü bir geminin pruvasına (ön tarafına) temsil eder. Bir efsaneye göre Nuh’un gemisinin bir parçasıdır, başka bir efsaneye göre ise Yahudileri İspanya’dan Osmanlı topraklarına taşıyan kadırgaları temsil ediyor. İlk inşa edilen bina 1600’lerdeki yangında büyük hasar görmüştür. 1694’de padişah tarafından verilen fermana göre yeniden inşa edilmiştir. Bina, Lale Devrinde yaygın olan Osmanlı Barok üslubuna göre yapılmıştır.
Sinagogun ana binası 1893 yılında önemli oranda onarım görmüştür. 1990 ve 1991’de geniş bir restorasyon sırasında 1700’lü ve 1800’lü yıllara ait mimari detaylara rastlanmıştır. Restorasyon çalışmalarının başında bulunan Mimar Histriv Tayla, Ahrida’nın uzun ve meşhur tarihini sembolize edebilmesi için son plan aşamasında bu detaylara yer vermiştir. Bu büyüleyici mimarinin yanında mutlaka paha biçilmez mobilyalarını da görmek gerek.
Yıllar boyunca birçok Bar-Mitzva* töreninin yapıldığı Sinagog'daki düğünler bütün Balatlılar'ın unutamayacakları anlara sahne olurdu. İsrailli teröristlerin Karaköy'deki Neve Şalom'a düzenlediği kanlı baskından sonra, İstanbul'daki bütün sinagoglarda olduğu gibi Ahrida Sinagogu da sadece hafta içi ve randevu alınarak geziliyor. Sinagogda her Cumartesi sabahı ayin var. Çünkü her Cumartesi Museviler için Şabat yani en kutsal gün.
Unutmadan bir not: Ahrida Sinagogu'nu gezmek için 22 Aralık'ı seçerseniz, Hanuka (Işık) Bayramı kutlamalarının görkemine de şahit olabilirsiniz.
Or-Ahayim Balat Hastanesi
Padişahın 15 Cemaziyel-Ahir 1254 ( 27 Ağustos 1839 ) tarihli fermanı ile “cari karantina sistemi içersinde her milletin kendi hastanesi olması gerektiğinden ve Yahudilerin eskiden beri hastaneleri bulunmadığından” Yahudilerle Karayların da hastane inşa etmelerine müsaade edilmişse de mali imkansızlıklar dolayısıyla bu izinden yararlanılamadı.
Or-Ahayim Hastanesi’nin temeli 18 Mart 1858’de atıldı. Hastanenin ilk binası basit bir evdi ve 1883 yılında kapandı. 1884 yılında evlere sağlık hizmeti götüren Or-Ahayim Derneği kuruldu. Balat’ın Fener’le sınır mahallesi olan Çeşmekaya’da bir dispanser açıldı. İlk fermanın verilmesinden yaklaşık yarım yüzyıl sonra Balat gençlerinin girişimi ve Dr. Rafael Dalmediko’nun önderliğinde Balat’ta bir Musevi Hastanesi inşası fikri gelişti. Gerekli mali kaynaklar bulundu ve Sultan 2. Abdülhamid Han’ın 2 Ramazan 1313 ( 5 Şubat 1897 ) tarihli fermanı ile de “Balat Karaağaç Mahallesi, Dibek Sokağı mevkiinde, vakıf arazisi üzerinde, uzunluğu 27.1metre, eni 25metre, yüksekliği 15 metreyi aşmamak üzere 3 katlı bir hastane ile müştemilatı olarak 9m. x 5.5m. x 5m.’lik bir mutfak ve ayrıca bir çamaşırhane” inşaatına izin alındı.
Bugünkü Or-Ahayim Hastanesi o dönemin tanınan mimarı Gabriel Tedesci tarafından inşa edilmiştir. Temeli 10 Mayıs 1896’da atıldı ve mimar Tedescinin çizgilerini taşıyan hastane, bir yıl sonra açılmıştır. Hastane, 19.yüzyıl mimarisinin bütün karakterlerini taşıyan bir anıt-yapı niteliğindedir.
Balat Kiliseleri
Balat’taki kiliseler arasında Panaghia, Balino, Surp Hreşdagabed, Aghios İonnis Prodromos, Aghia Strati sayılabilir. Ermeni ve Rum kiliselerini ayıran en büyük özellik Rum kiliselerinde ayazmaların olması. Bu ayazmalar azizlere adanmıştır. Altından açılmış kuyudan çıkarılan su şifa niyetine dağıtılır ve böylece azizlerin ruhu şad olduğu inanılır.
Surp Hreşdagabed Kilisesi: Kamış Sokağı No. 2’dedir. Kilisenin tarihin17.yüzyıla kadar uzanır. Önce Ayai Strati adlı bir Rum kilisesi olan ibadethane, 17.yüzyılın başlarında terk edilir ve sahipsiz kalır. 1620–1630 arasında Ermeniler tarafından istenir. Bu tarihte, Karagümrük'teki Sırp Nikoğos Kilisesi Ermenilerden alınıp bugünkü Kefeli Camii haline getirilmesine karşılık, Balat'a yerleşen 15-20 bin kişilik Ermeni cemaatine de bu Ortodoks Kilisesi'nin yerinde bir Gregoryen kilise için izin verilmiş, Kilisenin Ermenilere teslim tarihi olarak 1627 gösterilmektedir.
Bu tarihten sonra kilise bir çok yangın geçirir. İlki ilk onarımından hemen sonra vuku bulur. 1628’deki bu kısmi yangından sonra onarılarak eski şekline çevirilir. Onarılan kilise 16 Temmuz 1729’da çıkan Balat büyük yangınıyla harap olur. Kilisenin tarihinde 1729 yangını, en büyük felaket olarak geçer. 1730’da büyük bir onarım geçirerek tekrar ibadete açılır.
Ahşap kilise eskidiği göz önüne alınarak, 1813’de yıkılıp temelden inşa edilmeye başlanır. Bu kez kagir olarak inşa edilen kilisenin temel kazıları sırasında Azize Ardemios’un kemikleri bulunur. Kilisenin temelleri 25 Haziran’da takdis edilir. İnşaatı 1835’de tamamlanan yeni kilisenin bodrumuna defnedilen kemiklerin üzerine bir de ayazma yapılır.
Hreşdagabed, Ermenice'de Başmelek demek. Mikail ve Cebrail'e, yani baş meleklere adanmış bir kilisedir. Ancak, ikonlarda ejderhayı öldüren St. George var. Ana mekandan yandaki galeriye açılan, üstünde Aziz George'un ejderhayı öldürüşünü gösteren kabartma ve bir tarafı Latince, bir tarafı Almanca yazılar bulunan 1772 tarihli ağır demir kapılar ilginçtir. Bu kapının I.Mahmut zamanında Topkapı Sarayı'nda yapılan bir kazıda bulunup Babik Usta adında bir Ermeni demircisi tarafından satın alındığını ve bu kiliseye takıldığını İnciciyan anlatır. Bu kapının işlemesi çok iyi bir işçilikle yapılmış olup tümüyle resimlerle süslenmiştir. Bu resimlerin başlıcası İsa’nın Kudüs’deki mabede girip bir kırbaçla oradaki satıcıları kovmasını tavsir eder. Bir diğeriyse İsa’nın göğe çıkması teması üzerinedir. Kapatılan Armaş (bugün Akmeşe) Manastırı’ndan getirilen tarihi resim başta olmak üzere, eski resimler kiliseyi dekoratif yönden göz alıcıdır.
Bir kiliseden çok kompleks denilebilecek yapı, ana kilisenin dışında bir çok şapel ve bir ayazmadan oluşur. Bazilikal planlı asıl kilisenin hemen girişinde tüm yapıya oranla geniş sayılabilecek bir narteks yer alır. Narteksin üzerinde ise koroya tahsis edilmiş olan vernadun (galeri katı) yer alır. Nartekste batıya açılan dört pencere bu bölümün aydınlanmasını sağlar.
İki yarım kolon ve kafeslerle ayrılan narteksi, asıl kiliseyi teşkil eden üç nef izler. Doğu–batı aksı üzerinde dizili iki kolon sırasıyla üç nefe ayrılan kilisenin orta nefi tonozla örtülüdür. Bu sekiz (2x4) kolon dışında duvara bitişik yarım kolonlar da kiliseyi görünüşte belli bir genişlik vermektedir. Asıl kiliseyi oluşturan nefler ve “tas”, bitişiklerinde şapeller olduğu için nispeten daha yüksekte bulunan beş pencereyle aydınlanır. Neflerden sonra gelen, korkuluklarla ayrılan ve din adamlarına ve okuyuculara tahsis edilmiş olan “tas” bölümünün iki yanındaki kapılardan kuzeydeki Aziz Pavlus ve Petrus’a ithaf edilen vaftizhane şapeline, güneydeki ise Surp Lusavoriç şapeline açılır.
Ana kilisede “tas”tan hemen sonra dört rıhtla çıkılan sunaklar bölümü bulunur. Bu sunaklar üç tane azize atfedilmiştir. Her üç sunak da yarım daire planlı apsidler içerisine oturtulmuşlardır. Her bir apsid ise doğuya açılan pencereden ışık almaktadır. Güneydeki şapel sadece bir dehlizden oluşmasına rağmen, kuzeydeki vaftizhane şapeli kendi başına ele alınabilecek bazilikal planlı bir şapeldir. Hemen çıkışta bulunan sunağın yanındaki merdivenlerle bodrum katta yer alan Azize Ardemios Şapel-Ayazmasına inilir.
Ferruh Kethüda Camii ile Hreşdagabed arasında, şimdi yıkık duran büyücek bina bir zamanlar Ermeni okuluymuş. Kilisenin etrafında eskiden Kilisenin sahip olduğu evler var, Ermeniler otururdu. Ermenilerin aşırı milliyetçiliklerinden dolayı herkes kiliselerine girip dolaşamaz ve resim çekemez. Bu yüzden içeri girmek istediğinizde zorluk çıkarabilirler.
Tur-i Sina Metohionu: Sahil yolu üzerinde bulunan Turu Sina Manastırı Aya Yani Kilisesi olarak da biliniyor. Kilisenin giriş kapısında bulunan ve Hz. Muhammedin(s.a.v.) elini tasvir eden kitabe birkaç önce kırılmaya çalışılmış. Küçük bir avluya girdiğinizde, solda tahtadan perişan bir çan kulesi görüyorsunuz. Bu, içerideki oldukça yoksul Vaftizci Yahya Kilisesi'ne ait. 1830'dan kalma kilise ilginç değil, ama onu çevreleyen binalar, restore edilirse çok ilginç olur. Kilisenin hemen yanındaki binaların İstanbul'da bilinen en eski konutlardan biri. 17.yüzyılın sonlarına kadar uzanır. Bunlar, Sina Dağı'ndaki Aya Katerina manastırının metohionu. Aristokratik Fener evlerinin şık bir örneği. Ama uzun zaman atölye olarak kullanılmış ve adamakıllı harap.
"Hazreti Muhammed'in(s.a.v.) eli"nin öyküsü:
Kitabenin çok ilginç bir öyküsünü var. Dünya üzerinde başka bir örneği bulunmuyor. Kitabedeki elin öyküsünü kısaca anlatmak istiyorum. Mısır'da bulunan Sina Yarımadasında Ortodoksların bağımsız bir manastırı bulunuyor. Bu manastıra metohi de deniyor. Hz. Muhammed(s.a.v.) döneminde peygamberimizde bu manastıra gelip keşişleriyle sohbet ediyor. Ve bu manastıra Müslümanlarca dokunulmayacağına dair bir ferman veriyor. Fermana da o zamanlar imza yerine el basıldığı için elini basıyor. Yavuz, Mısır'ı fethetmek için sefere çıktığında manastırda bulunan keşişler ellerinde fermanı padişaha gösteriyor. Yavuz peygamberin bir emanetini gördüğü için çok mutlu oluyor. Fermanı keşişlerden alıp, kendilerine başka bir ferman veriyor. Bu ferman şu anda Topkapı Sarayındadır. Ayrıca padişah papazlardan bu kilisenin bir örneğini İstanbul'a kurmalarını talep ediyor, böylece oradan gelen keşişler bu kiliseyi kurup kapışma da bu eli kitabe olarak koyuyorlar. Yavuz Sultan Selim döneminden beri faaliyetini gösteren kilisenin kapısında duran bu kabartmayı kırmışlar. Kilisenin hemen yanındaki binanın İstanbul'da bilinen en eski konutlardan biri olduğunu ve bakımsızlıktan viraneye döndüğünü de görüyoruz.
Sveti Stefan: Tur-i Sina Manastırı’ndan 100metre kadar ileride Mürsel Paşa Caddesi ve Balat Vapur İskelesi caddesi arasında Sveti Stefan adını taşıyan bir Bulgar Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Kilise (ve karşısındaki Bulgar eksarklığı binası) 1871'de yapılmış. Yeşilimsi gri bir binadır. Girişte, kilisenin Viyana'da yapıldığını anlatan küçük bir plaket vardır. Kilisenin tamamı dökme demirdendir. İçi ve dışı, her parçası Viyana'da bir fabrikada dökülüp önce Tuna, sonra Karadeniz'den taşınarak İstanbul'a getirilmiş ve burada monte edilmiştir. İçeride mermer görünümlü sütunlar bile demirden yapılmıştır. Belki de kendi alanında tek yapı olabilir. Bu farklılık hakkında bir efsane vardır. Osmanlı padişahı Bulgarlar'ın bu kiliseyi yapmasını pek istemiyormuş. Israr sonunda, masal hükümdarları gibi işi zora koşarak, "bir şartla, kiliseyi bir ay içinde yaparsanız, izin veriyorum" demiş. (Başka bir efsaneye göre de bu süre bir haftadır.) Onun için de Bulgarlar dökme demiri tercih etmişler ve bir ayda kiliseyi monte etmişler.
Zamanın Osmanlı Padişahı Abdülaziz ve sadrazamı Ali Paşa gerçekten de kiliseye izin vermek istememişlerdi. 1800'lerin sonunda milliyetçilik her yerde yayılıyor, her şeyi etkiliyordu. Milletleşme yolundaki Bulgarlar, Ortodoks oldukları halde, Fener'deki Rum Ortodoks Kilisesi'ne bağlı kalmak istemiyordu; ayrıca Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı kiliselerde ibadet dilinin Rumca olması, Bulgarları rahatsız etti. İstanbul’daki Bulgar cemaatinin önderlerinden İstefanaki Bey (Stefan Bogoridi), Eylül 1848’de devlete başvurarak, Bulgarların Rumlarla aynı mezhepten olmakla birlikte, Rum kiliselerindeki ayini anlayamadıklarını ifade etti. Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi Bulgarların da ayrı bir cemaat oluşturduklarını belirten İstefanaki Bey, artık kendi dillerinde ibadet etmek istediklerini belirtti. Cemaat bağımsız ve milli bir Bulgar Ortodoks Kilisesi istiyordu. Bu da Osmanlılar'ın fazla işine gelmiyordu. Fener'le geleneksel karşılıklı bağları, anlaşmaları vardı; ama bunun ötesinde, Bulgar milliyetçiliğinin gelişmesi durumunda, bu tepkilerin yalnız Fener'in dini otoritesine karşı çıkışla kalmayacağını, Osmanlı politik otoritesinin de sarsılacağını seziyorlardı. Tam o dönemde Ruslar, Bulgarları etkilemek için harekete geçmiş, İstanbul’da bir Bulgar kilisesi kurmak için girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Çok fazla dayanamadılar ve izin verdiler. Kilisenin Fener'de, Patrikhane'nin burnunun dibinde kurulmuş olması, herhalde o güçlenen milliyetçiliğin bir ürünü.
Kilisenin bugün bulunduğu yer olan Balat'la Fener arasında ve Haliç kıyısındaki alanda ilk önce küçük ve ahşap bir kilise inşa edildi. Daha sonra büyük bir kilise yaptırmak için çalışmalar başlatıldı. Kilisenin yapılacağı arsanın zemininin çürük olduğu bilindiği için kargir bir yapının çökmeye neden olacağı düşünülerek ve buna sebebiyet vermemek için daha hafif olan demir karkas bir yapının yapılmasına karar verilir. Karkas yapının ayrıca depreme daha dayanıklı olacağı da göz önünde bulundurulur. Bu arada kilisenin kurulduğu zeminin temelinde bir çökmenin meydana gelme olasılığı göz önüne alınarak yapının sökülerek başka bir yere yeniden kurulabileceği ihtimali de düşünülür. Bu nedenlerden ötürü kilisenin çatı örtüsünün altındaki ahşap kaplama dışında, yapının baştan aşağı demirden yapılmasına karar verilir. Demir dökümün kullanılmasının bir başka nedeni ise; inşaat 1880’lerde yapıldı. Bu tarihlerde inşaatta demir kullanımı çağın mimarisinin yeni modasıydı. Çok geçmeden Eiffel de yapıldı. Herhalde sorun “güçlülük” ve “modernleşme” sorunuydu. Dünyanın tek "pre-fabrike gotik" binası olmasını da buna bağlamak mümkün gibi görünüyor.
Kilisenin projesini İstanbullu bir Ermeni olan Hovsep Aznavur yaptı. Kilisenin prefabrik parçalarının yapılması için uluslararası bir yarışma açıldı ve R Ph Wagner isimli bir Avusturya firması bu yarışmayı kazandı. Wagner firmasında parçaları hazırlanan kilise demir olduğu için elbette ağır çekecekti. Bunu deniz kenarına kurmak için temellerde ciddi mühendislik gerekti. Ayrıca, nemden ve rüzgardan etkilenerek paslanan kiliseyi sürekli korumak ciddi bir iş. Viyana'da imal edilen parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden gemiyle İstanbul'a taşındı. Yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmadan sonra 1898 yılında şimdiki yerine kuruldu.
Yapının taşıyıcı iskeleti çelik profillerden oluşturulmuş, sonra da üzeri sac ve döküm levhalarla kaplanmıştır. Pencere doğramaları, kapı ve pencereleri çevreleyen süsler, dış cephe boyunca her aksı belirtecek biçimde düzenlenmiş köşelerin başlıkları, pencere kenarındaki sütunları taşıyan konsollar, bütün yapıya saçak hizasında dolanan silmelerin arasındaki eski çelenk motifleri dökümdendir. Bütün parçalar birbirine dev cıvata-somun, perçin ya da kaynakla birleştirilmiştir. Yapıldığı dönemde Avrupa’da çok yaygın olan tarihselci (historisist) mimarlık doğrultusunda, seçmeci (eklektik) bir anlayışla biçimlendirilmiştir. Mimari stil açısından neo-gotik ve neo-barok öğeler içermektedir.
Zemin sorunlarının kilisenin yapılışının üzerinden henüz on beş yıl geçmeden başladığı bilinmektedir; o yıllarda zemin suyunun yükselmesi nedeni ile yapının Haliç yönündeki arsayı 1metre yakınına kadar su basmıştır. Kilisede meydana gelen hasarlar nedeni ile ilk olarak 1946 yılında yapılan onarımda pencereler ve ikonostatis boyanmış. Ayrıca kilise bu dönemde baştan aşağı boyanmıştır da. Daha sonra 1988 yılında Avusturyalı mühendis Gilbert Wiplinger kiliseyi inceleyerek bir rapor hazırlar. Fakat 1991 yılına kadar herhangi bir onarıma girişilmemiştir. 1991 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mete Tapan ve Yüksek Mimar Prof. Dr. Hasan Kuruyazıcı tarafından yapılan incelemede Wiplinger'in tespit ettiği hasarların daha da arttığı belirlenir. Yapılan tespitler yapının temelinin oturduğunu ve Haliç yönüne doğru kaydığını gösterir. Bodrumu su basması ve suyun düzeyinin yükselip alçalması da bunun başka bir göstergesidir.
Son olarak 1991 yılında tamir edilen Demir Kilise'nin öncelikli olarak dışı ele alınmış. Korozyona uğrayıp çürüyen yapının oturması nedeniyle yırtılan dış duvar kaplama levhaları yenilenmiş, döküm bezemelerden ve paraçollerden harap olanlar, sağlam olanlardan kalıp alınıp baştan dökülerek elde edilen yenileri ile değiştirilmiş. Yerinden oynamış mermer basamaklar düzeltilmiş, kırılmış ve çökmüş mermer trotuar levhaları onarılmış, bazıları yenileriyle değiştirilmiş. Temellerde ise oturmayı önleyecek herhangi bir önlem alınmamış.
Son onarımın üzerinden tam on bir yıl geçti. Kilisenin kolonları bugün yine birbirinden ayrılmaya, merdivenleri kaymaya başlamış. Türkiye'de sayıları 600'ü bulan Bulgar cemaati mensuplarının sadece 20'ye yakını Hıristiyan bayramlarında kiliseye geliyor. Son bir yıldır ise kilisenin durumu tehlike arz etmeye başladığı için bayramlar dışında cemaate açılmıyor.
Aya Dimitri Kilisesi: Bu kilisenin içinde de Aya İlla adına ithaf edilmiş bir ayazma bulunmaktadır. Kilise oldukça geniş bir avlunun içinde yer alır. Bir dönem patrikhane olarak da kullanılmıştır. Bu kilisenin yanında kırmızı tuğlayla yapılmış ancak şimdi kapalı bir Rum okulu da bulunuyor.
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethettikten sonra Ortodoks Rumlarını yeniden teşkilatlandırmış, II. Anastasios’un istifasından beri boş bulunan patriklik seçimi konusu ile ilgilenmiştir. Kilise Başkanları ve Ruhaniler toplanarak Gennadios’u Patrik seçmişlerdir. Padişah, patrikhaneye ilk olarak Fatih Camii’nin bugün bulunduğu yer olan Havâriyyûn Kilisesi‘ni tahsis etmiştir. Patrikhane buradan, Çarşamba civarındaki Pammakaristos Manastırı‘na; daha sonra da Balat’taki Aya Dimitri Kilisesi’ne taşınmış ve bu tarihten sonra da Fener adını almıştır. Patrikhane, 1602 tarihinde bugün bulunduğu Haliç kenarındaki Aya Yorgi Manastırı‘na taşınmıştır.
Panagia Baliniou Kilisesi: Aya Dimitri Kilisesinin çok yakınında bulunuyor. Ancak bu kilise diğerine göre daha bakımsız. Ve terkedilmiş bir görüntüsü var. Gittiğim tüm kiliselerin bekçileri var. Ama bazılarında oda yok galiba. Ancak hiçbirisinin cemaatinin olmadığını ve papazlarının orada bulunmadığını belirtmek istiyorum. Zaten büyük ihtimalle çoğunun papazı da bulunmuyor.
Balat Mescit ve Camileri
Balat’ta birçok mescid ve camii bulunmaktadır. Bunlar: Tahta Minare Mescidi, Kürkçü Mescidi, Çavuş Mescidi, Hoca Kasım Mescidi, Balat İskelesi Mescidi, Molla Aşki Camii, Muhyiddin Hammami Camii, Balat Camii’leridir.
Balat Camii (Ferruh Kethüda Camii): Balat Camii için şunları yazar Evliya Çelebi: “Balat kapusunun iç yüzünde, Süleyman devrinde Ferruh Kethüda’nındır. Mimar Sinan binasıdır. Taşra sofasının kıble duvarında Kudüs’ten Mısır’a ve Mısır’dan Mekke ve Medine’ye kadar olan menzillerdeki dere ve tepelerin, korkunç ve muhataralı menzillerinin şekil ve heyetleri gayet üstad bir nakkaş tarafından öyle tasvir olunmuştur ki, Erjenk ve Mani gelse hatasını bulamaz.”
Ferruh Kahya Sokağı’ndadır Balat Camii; bir adı da Ferruh Kethüda Camii’dir. 1562 ya da 1563 yılında Kanuni Sultan Süleyman veziriazamlarından Semiz Ali Paşa’nın Kethüdası Ferruh Ağa tarafından yaptırılan Balat Camii, cami, medrese, tekke, çeşme ve mahkeme binalarından oluşan Ferruh Kethüda külliyesinin bir bölümüdür. Tasarımı Mimar Sinan’a aittir. Külliyeden geriye yalnızca cami ve çeşme kalmıştır. Caminin içinde Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği kabartma motiflere ve renkli resimlere rastlanamaz bugün. Düzgün olmayan yedigen planlı arsayı kuşatmaktadır. Moloz taş örgülü ve kesme taş harpuştalı duvarlar, dikdörtgen planlı, mihrap sofalı, içten kubbeli ahşap çatılıdır. Basık kemerli beş adet avlu girişi farklı yönlere açılır. Cami-tevhidhane çevre duvarına iki noktada temas edecek şekilde yerleştirilmiştir. Avlunun batı ve kuzey sınırlarında derviş hücrelerinin sıralandığı, dükkanlar ile mahkeme binasının da doğuda, cadde üzerinde yer aldığı tahmin edilebilir. Çeşme arsanın kuzeybatı köşesine, sokakların kavşağına yerleştirilmiştir.
Cami-tevhidhane, aynı çatının altına alınmış “T”planlı bir harim ile enine dikdörtgen planlı bir son cemaat yerinden meydana gelmektedir. Mihrap “T”’nin kıble doğrultusunda gelişen kolunda yer alır. Sinan’ın, altı veya sekiz destekli, merkezi kubbeli birtakım camilerinde uyguladığı mihrap çıkıntısının çatılı bir yapıda görülmesi dikkat çekicidir. Son cemaat yerinin, ilk yapıldığında, kare kesitli taş kaidelere oturan sekiz adet ahşap dikmenin taşıdığı, açık sundurma şeklinde olduğu tahmin edilebilir. Dikmelerin arası 19.yüzyılın son çeyreğinde ahşap duvarlarla son onarımlarda ise demir doğramalı camekanlarla kapatılmış, sonuçta yapının dış görünümüne bir sivil mimari çeşnisi katan son cemaat yeri özgünlüğünü yitirmiştir.
Harimin duvarlarında bir sıra kesme kufeki taşı ve tuğla ile almaşık olarak örülmüştür. Kuzey duvarının eksenindeki harim girişi breş taşından kalın söveler ve beyaz mermerden kaval silmelerle kuşatılmış, rumilerin bezediği bir alınlıkla taçlandırılmıştır.
Harim duvarlarında iki sıra halinde düzenlenmiş pencereler sıralanır. Dikdörtgen açıklıklı olan alttakiler, kesme taş kufeki taşından sövelerle kuşatılmış, demir parmaklarla donatılmış almaşık örgülü sivri hafifletme kemerleriyle taçlandırılmıştır. Sivri kemerli olan tepe pencereleri ise alçı revzenlerle kapatılmıştır. Kuzey duvarı boyunca iki katlı mahfiller sıralanmaktadır.
Cami-tevhidhanede süsleme açısından en çok dikkati çeken öğe mihraptır. Mihrabın, mermerden kaval silmeli çerçevesi ve altı sıra mukarnaslı kavsarası dışında kalan yüzeyi, 18. yüzyılın birinci çeyreğinde, İstanbul Tekfur Sarayı’nda imal edilen, sıraltı tekniğinde çini levhalar ile kaplıdır. Klasık dönemin İznik çinilerini taklit eden bu levhalarda beyaz zemin üzerine kırmızı, yeşil, firuze ve lacivert kullanılarak şakayık ve hançer yaprağı gibi natüralist motifler işlenmiştir. Mihrap hücresinin içinde yer alanlar hariç, diğer çiniler 1938-1947 arasında yerlerinden sökülerek kayıplara karışmıştır. Ayrıca pencere içlerinde, zeminde, beyaz mermere renkli taş kakmak suretiyle meydana getirilmiş dikdörtgenler, mihrap şamdanlarının arkasında, süpürgelik hizasında yer alan Bursa kemerli ve palmetli mermer levhalar, mukarnaslarla donatılmış ahşap mahfil sütunları ile yapının güneybatı köşesinde, dışarıda yer alan güneş saat de kayda değer ayrıntılardır.
Günümüzde çıtalarla bölünmüş düz bir yüzeye sahip olan tavanın ortasında, zamanında bir ahşap kubbenin bulunduğu bilinmektedir. Harimin kuzeybatı köşesinde yükselen minare bütünüyle kesme küfeki taşından örülmüştür. İlk yapıdan kaldığı anlaşılan, yarım sekizgen planlı kaideyi, barok üslubu yansıtan, kesik koni biçimindeki pabuç kısmı izler.
18.yüzyılın ikinci yarısında, büyük bir ihtimalle 1766 depreminden sonra minarenin kaideden yukarısı yenilenmiştir. Geçen yüzyılda, muhtemelen 1877’deki Balat yangınında, ahşap olan son cemaat yeri ile çeşitli tekke bölümlerinin, ayrıca mahkeme binasının ortadan kalktığı, son cemaat yerinin sonradan ihya edildiği anlaşılmaktadır. 1959’da içerden tavan düz ahşap yapıldı. Bina çok kötü bir restorasyondan geçmiş. Kadınların namaz kılması için yapılan ahşap kısım, pencerelerin ortasından geçiyor. Önceden son cemaatin olduğu mahfilde kullanılan ahşap dikmeler en son restorasyonda asma kat ilave edilince bu ahşap dikmeleri kullanmışlar. Önceden kötü bir şekilde boyanmış, daha sonra da çıkarılmaya çalışılmış; dolayısıyla daha güzel olan bu ahşap dikme kötü bir görünüme sahip oldu
Balat Hamamı: Molla Aşki Mahallesi’ndedir; Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa’nın Kethüdası Ferruh Ağa tarafından yaptırılmıştır. Bir adı da Çavuş Hamamı olan Balat hamamı, Balat Camii’nin yanı başındadır. İçini aydınlatmak için tasarımlanmış, yüksek pencereli ve dikdörtgen şeklinde “fener” adı verilen bir çatısı vardır. Reşat Ekrem Koçu, Balat hamamı konusunda şu bilgileri verir: “Zemini mermer döşeli ve etrafı iki kademeli peykelidir. Sokak kapısı, hamam cepheye alındığında nazaran, sağ yana düşer. Kapıdan girildiğinde, sağ tarafta ahşap bölme büyük bir soyunma odası vardır. Bu odanın önünde, sağ duvar önü açık peyke olarak muhafaza edilmiş ve müşterilerin üzerinde soyunmaları için kanepeler konmuştur. Sol tarafta yine ahşap bölme hamamcı odası ile yine büyük bir soyunma odası vardır. Bu odanın yanından ahşap merdivenle, ahşap ikinci kat soyunma yerine çıkılır. Bu kat bütün hamamlarda olduğu gibi, önü camekan taşlığına nazır parmaklıklı bir koridor-balkondur. Bu koridor-balkon fırdolayı 12 ahşap sütun üzerine istinad eder, sütunlar çatıya kadar yükselerek büyük ahşap fener müstatiline de mesnet vazifesi görür.”
Şarkılardan Kalan Meyhane: Agora Meyhanesi
Balat'ın merkezindeki çarşıda en tanınmış mekanlardan biri Tarihi Agora Meyhanesi. Taksim İstanbul’un merkeziyse, Agora Meyhanesi de Balat’ın merkezidir. Şarkılara konu olan ünlü meyhane, şimdilerde harap bir halde duruyor.
“Burası Agora Meyhanesi
Burada yaşar aşkların
En divanesi
En şahanesi”
Şarkıların ve aşkların , sıcak şarapla balık buğulamanın tam 100 yıldır harman duman olduğu Agora...“Agora”nın anlamı antik çağda kent merkezi, büyük kararların alındığı meydandır. Bir zamanlar Priene, Bergama, Magnesia, Miletos, Assos’da “agora”lar vardı, bugün Balat’ta Agora var...Yani Balat’ın merkezidir Agora, büyük kararların alındığı küçük bir “meydan”dır. Yüzlerce yıl öncesinin “agora”larında Dionysos şenlikleri yapılırmış. Dionysos şarap tanrısıdır; adına yılda bir şölenler düzenlenirdi. Bizim Agora’daysa Dionysos’un müridlerine her gün bayram! Antik çağda kentin bütün yolları nasıl “agora”ya çıkarsa, bugün Balat’ın bütün sokakları Agora Meyhanesi’ne çıkar...
Agora’nın sahibi Hristo Dulides’in anlattığına göre, dedesi Kaptan Asteri 1890 yılında açmış Agora’yı ardından babası Stelyo devam etmiş, sonra da Hristo sürdürmüş meyhaneyi yaşatmayı. Sonra (tüm İstanbul gibi) değişimden payını aldı Agora. Hristo meyhaneyi Sabahattin Üstün’e devretti. Yeni sahibi her şeyi “pırıl pırıl” ve “modern” yapmış. Yalnızca masa işlevini gören dev fıçılardı değişmeyen. Balat’ın Leblebiciler Sokağı’nın 8 numaralı hanesinde, “Tarihi Agora Restaurant ve Birahanesi” olarak sürdürüyor yaşantısını şiirlenen ve şarkıların ünlü Agora’sı. Şimdilerde tekrar restore ediliyor ve yakında yeniden müdavimleri için açılacakmış.
*Bar-Mitzva, 13 yaşına gelen Musevi erkek çocuğun ibadet topluluğuna kabulü ve ergenlik
töreni anlamına gelmektedir.
Kaynaklar:
* Balat Ve Çevresi, Jak Deleon (Remzi Kitapevi, 4. Baskı )
* Balat’tan Bat-Yum’a, Eli ŞAUL
* İstanbul Yangınları, Prof. Dr. Süheyl ÜNVER
* Tarih ve Toplum Dergisi, Murat BELGE ( 6.cilt s. 155 – 162 )
* İstanbul Rehberi Ansiklopedisi
* Shalom Gazetesi, 19.yy Sonlarında Sinagoglar ve Balat Hastanesi, Naim GÜLERYÜZ ( 26 Kasım 1989)
* Aksiyon Dergisi, Necla POLAT (2001)
*www.fatih-bld.gov.tr/balat.htm
*www.cibalikapibalikcisi.com/cibaliyazilari
Leyla S. İsmet – Mimar
0 yorum:
Yorum Gönder