30 Ekim 2010 Cumartesi

Sadece Mesafe Konusuna Takılmazsan Kitap Fuarı Başladı


Yedi gün boyunca sürecek bir 'Kitap Fuarı Çelişkisi' ile daha karşı karşıyayız sayın okuyucular. Çelişki, diyorum zira kiminle konuşsam -Avcılar-Beylikdüzü civarında ikamet edenler hariç- Kitap Fuarı'na ulaşmak için katedilen uzaklığı mevzu bahis ediyor. Evet, Tepebaşı'ndayken ne kadar güzeldi, hepimiz ne kadar mutluyduk, kitabımızı alır, çayımızı söyler, denize baka baka hem çayı, hem kitabı yudum yudum içerdik. Bu doğru. Şimdi saatlerimizin yollarda heba olarak geçtiği de doğru. Ama kimi kişilerde gözlemlediğim ve 'Bahçelievler civarından sonrasına Anadolu'nun hiç gitmediği uzak köyü muamelesi yapma sendromu' adını verdiğim eda ve haller yetersiz geliyor. Şehir ne yazık ki 50 yıla yakın bir süredir kenarında köşesinde ne var ne yok yutarak genişliyor. Haliyle, şehirde Beyoğlu, Şişli, Kadıköy ve Üsküdar'dan başka yerleşim yerlerinin oluşması doğal. Kültürel etkinlikler de ille hepimizin düzayak olarak kabul ettiği o tarihi üçgende yapılacak değil sadece. O nedenle, hani senede bir ya da iki defa her zaman gittiğimiz yerlerin uzağına giderken eski günleri hasretle anmanın ötesine geçip, bunu sürekli memnuniyetsizlik haline çevirmek doğru değil. Doğru olan, fuarın şehir içinde olmasını talep etmek, ama bunu tek sorun olarak görmemek gibi geliyor.


'Kitabın bu kadar az okunduğu bir memlekette kitap fuarını şehir merkezinden bu kadar uzakta yapmanın yayıncılar, yazarlar ve okurlar açısından avantajı ve dezavantajı nedir, ne değildir'i oturup tartışabiliriz. Bizi bir yere götürecek bakış açısı budur. Hatta belki bir sonraki kitap fuarında akıl edilir de bu konunun tartışılacağı bir konferans yapılır. Sonunda da bir rapor yayınlanarak görüşler duyurulur. Yalnızca mesafeye odaklanılıp, Beylikdüzü ve çevresi cüzzamlılar kampıymış gibi davranılması ve diğer konuların gözardı edilmesi bizi ne bir yere götürür, ne de Kitap Fuarı'nı oturduğumuz mahalleye yaklaştırır.


Mesafe konusunu kafanızda çözebildiyseniz eğer, Kitap Fuarı'nda bir okuyucu olarak ilginç keşifler bulmanız mümkün. İspanyol edebiyatı ile haşır neşirseniz eğer, bu senenin onur konuğunun İspanya olduğunu bilmenizde fayda var. Fuarın konuğu olacak yazarlar arasında; İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olan Julio Llamazares, İspanya'nın en prestijli ödülü Planeta'yı kazanan Soledad Puertolas ve kitabında göç eden ve büyük sıkıntılar yaşayan kadınları anlattığı romanıyla Planeta Ödülü'nü kazanan yazar Angeles Caso bulunuyor.


Gidenlerden aldığımız duyumlar, fuarda bu sene özellikle çizgi roman meraklılarını cezbedecek detaylar olduğu, fuarın onur yazarının Prof. Doğan Kuban, temasının ise 'İstanbul'u Yazmak' olarak belirlendiği, kenarda köşede de olsa iyi kitaplar yayınlayıp ayakta kalmaya çabalayan ufak yayınevlerini aynı çatı altında görmenin fuarın avantajlarından biri olduğu yönünde.

TÜYAP Kitap Fuarı'nı Mesafeden Bağımsız Eleştirmek;

  • Fuarın Türkçe websitesinde paragrafların tekrar edilmesi ve yazım hataları (bknz.Konuk Ülke Bilgileri sayfası),
  • Websitesinin genel olarak özensiz hazırlandığı izlenimi,
  • Kimi yayınevlerinin standlarının kendilerine bildirilmeden değiştirildiği duyumu,
  • Ve gidip gördükten sonra eklenecekler...
Fuardaki diğer etkinlik, konferans ve yazarların imza günlerini bu adresten görebilirsiniz.

Sadece Mesafe Konusuna Takılmazsan Kitap Fuarı Başladı


Yedi gün boyunca sürecek bir 'Kitap Fuarı Çelişkisi' ile daha karşı karşıyayız sayın okuyucular. Çelişki, diyorum zira kiminle konuşsam -Avcılar-Beylikdüzü civarında ikamet edenler hariç- Kitap Fuarı'na ulaşmak için katedilen uzaklığı mevzu bahis ediyor. Evet, Tepebaşı'ndayken ne kadar güzeldi, hepimiz ne kadar mutluyduk, kitabımızı alır, çayımızı söyler, denize baka baka hem çayı, hem kitabı yudum yudum içerdik. Bu doğru. Şimdi saatlerimizin yollarda heba olarak geçtiği de doğru. Ama kimi kişilerde gözlemlediğim ve 'Bahçelievler civarından sonrasına Anadolu'nun hiç gitmediği uzak köyü muamelesi yapma sendromu' adını verdiğim eda ve haller yetersiz geliyor. Şehir ne yazık ki 50 yıla yakın bir süredir kenarında köşesinde ne var ne yok yutarak genişliyor. Haliyle, şehirde Beyoğlu, Şişli, Kadıköy ve Üsküdar'dan başka yerleşim yerlerinin oluşması doğal. Kültürel etkinlikler de ille hepimizin düzayak olarak kabul ettiği o tarihi üçgende yapılacak değil sadece. O nedenle, hani senede bir ya da iki defa her zaman gittiğimiz yerlerin uzağına giderken eski günleri hasretle anmanın ötesine geçip, bunu sürekli memnuniyetsizlik haline çevirmek doğru değil. Doğru olan, fuarın şehir içinde olmasını talep etmek, ama bunu tek sorun olarak görmemek gibi geliyor.


'Kitabın bu kadar az okunduğu bir memlekette kitap fuarını şehir merkezinden bu kadar uzakta yapmanın yayıncılar, yazarlar ve okurlar açısından avantajı ve dezavantajı nedir, ne değildir'i oturup tartışabiliriz. Bizi bir yere götürecek bakış açısı budur. Hatta belki bir sonraki kitap fuarında akıl edilir de bu konunun tartışılacağı bir konferans yapılır. Sonunda da bir rapor yayınlanarak görüşler duyurulur. Yalnızca mesafeye odaklanılıp, Beylikdüzü ve çevresi cüzzamlılar kampıymış gibi davranılması ve diğer konuların gözardı edilmesi bizi ne bir yere götürür, ne de Kitap Fuarı'nı oturduğumuz mahalleye yaklaştırır.


Mesafe konusunu kafanızda çözebildiyseniz eğer, Kitap Fuarı'nda bir okuyucu olarak ilginç keşifler bulmanız mümkün. İspanyol edebiyatı ile haşır neşirseniz eğer, bu senenin onur konuğunun İspanya olduğunu bilmenizde fayda var. Fuarın konuğu olacak yazarlar arasında; İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olan Julio Llamazares, İspanya'nın en prestijli ödülü Planeta'yı kazanan Soledad Puertolas ve kitabında göç eden ve büyük sıkıntılar yaşayan kadınları anlattığı romanıyla Planeta Ödülü'nü kazanan yazar Angeles Caso bulunuyor.


Gidenlerden aldığımız duyumlar, fuarda bu sene özellikle çizgi roman meraklılarını cezbedecek detaylar olduğu, fuarın onur yazarının Prof. Doğan Kuban, temasının ise 'İstanbul'u Yazmak' olarak belirlendiği, kenarda köşede de olsa iyi kitaplar yayınlayıp ayakta kalmaya çabalayan ufak yayınevlerini aynı çatı altında görmenin fuarın avantajlarından biri olduğu yönünde.

TÜYAP Kitap Fuarı'nı Mesafeden Bağımsız Eleştirmek;

  • Fuarın Türkçe websitesinde paragrafların tekrar edilmesi ve yazım hataları (bknz.Konuk Ülke Bilgileri sayfası),
  • Websitesinin genel olarak özensiz hazırlandığı izlenimi,
  • Kimi yayınevlerinin standlarının kendilerine bildirilmeden değiştirildiği duyumu,
  • Ve gidip gördükten sonra eklenecekler...
Fuardaki diğer etkinlik, konferans ve yazarların imza günlerini bu adresten görebilirsiniz.

Yediğimiz Kazıkların "Şerefine" Vol.2


Ezgi’nin “Yediğimiz Kazıkların Şerefine” başlığını görünce son günlerde şahsımıza münhasır yemek zorunda kaldığımız kazıklardan bahsettiğini sandım.

Güzide şehrimiz İstanbul’da ulaşım ve içkiye gelen zamların bizi de yakınen etkilemediği düşünülmesin, biz de her “akıllı” İstanbulzede gibi bu şehirde toplu ulaşımdan başkasının fayda etmediğinin farkında, çevre bilinci gelişmiş bireyleriz. Alkollü içki ise şehrin tadının çıkarıldığı en güzel anların baş tacı zati. Sonuçta bu iki kazık yürürken kaba etimize bata bata cepte duruyor..

Benim bahsetmek istediğim kazıklar ise bambaşka..

Dünyanın en büyük nüfuslu şehirlerinden birinde ikamet ettiğimiz aşikar -Yaşamak fiilinin içini dolduramayan nice insanın bu şehirde yaşadığını söylemesi çok iddialı geliyor bana, o sebeple en resmi, en somut haliyle ikamet etmek kalıbını kullanmayı tercih ediyorum- .

Şehri yaşamamıza engel bir dizi kentsel sorunun yanı sıra bu şehrin insanlarından yediğimiz kazıklar da gün geçmiyor ki canımızı yakmasın..

Tek tek olaylar üzerinden gitmeyeceğim elbette. Memleketin hemen her bölgesinde kısa ya da uzun süreli “ikamet etmiş” biri olarak, buradaki insan ilişkilerinin gerçekten diğer şehirlere oranla farklı olduğunu ve bunun nedeninin de şehrin kendi kaotik yapısının insan bünyesindeki olumsuz tezahürleri olduğunu düşünüyorum.

Bu şehirde ayakta durmak zor,

Bu şehirde hayatta kalmak daha da zor..

İşte bu nedenle samimiyet, sevgi, saygı, empati yoksunu ilişkiler nedeniyle yaşanan şokların, aksiliklerin, üzüntülerin haddi hesabi yok.

Bunun önüne geçilebilir mi?

Sanmam..

Birini uzun süredir tanıyor olmak, gerçekten o kişiyi bilmek midir? Yada kısa süreli tanışıklık içimize hep bir sırtımızdan vurulma , yarı yolda bırakılma şüphesi mi yerleştirmelidir ?

Soruların cevaplarını gerçekten bilemiyorum. Bildiğim tek şey son günlerde yediğimiz kazıkların acısının kolay kolay bünyemizden atılamayacak olması..

İstanbul böyle bir şehir işte , insanını öyle bir yontuyor ki dünyanın neresinden gelmiş olursanız olun bu şehre, sizi de kendisine benzetiyor.. Başınıza getirdiklerini tanımlamak, anlamlandırmak zor geliyor..

Hal böyle olunca bize de "Yediğimiz kazıkların şerefine" kadeh kaldırmak düşüyor. Ya da soğuk su dolu koca bir bardak..

Yediğimiz Kazıkların "Şerefine" Vol.2


Ezgi’nin “Yediğimiz Kazıkların Şerefine” başlığını görünce son günlerde şahsımıza münhasır yemek zorunda kaldığımız kazıklardan bahsettiğini sandım.

Güzide şehrimiz İstanbul’da ulaşım ve içkiye gelen zamların bizi de yakınen etkilemediği düşünülmesin, biz de her “akıllı” İstanbulzede gibi bu şehirde toplu ulaşımdan başkasının fayda etmediğinin farkında, çevre bilinci gelişmiş bireyleriz. Alkollü içki ise şehrin tadının çıkarıldığı en güzel anların baş tacı zati. Sonuçta bu iki kazık yürürken kaba etimize bata bata cepte duruyor..

Benim bahsetmek istediğim kazıklar ise bambaşka..

Dünyanın en büyük nüfuslu şehirlerinden birinde ikamet ettiğimiz aşikar -Yaşamak fiilinin içini dolduramayan nice insanın bu şehirde yaşadığını söylemesi çok iddialı geliyor bana, o sebeple en resmi, en somut haliyle ikamet etmek kalıbını kullanmayı tercih ediyorum- .

Şehri yaşamamıza engel bir dizi kentsel sorunun yanı sıra bu şehrin insanlarından yediğimiz kazıklar da gün geçmiyor ki canımızı yakmasın..

Tek tek olaylar üzerinden gitmeyeceğim elbette. Memleketin hemen her bölgesinde kısa ya da uzun süreli “ikamet etmiş” biri olarak, buradaki insan ilişkilerinin gerçekten diğer şehirlere oranla farklı olduğunu ve bunun nedeninin de şehrin kendi kaotik yapısının insan bünyesindeki olumsuz tezahürleri olduğunu düşünüyorum.

Bu şehirde ayakta durmak zor,

Bu şehirde hayatta kalmak daha da zor..

İşte bu nedenle samimiyet, sevgi, saygı, empati yoksunu ilişkiler nedeniyle yaşanan şokların, aksiliklerin, üzüntülerin haddi hesabi yok.

Bunun önüne geçilebilir mi?

Sanmam..

Birini uzun süredir tanıyor olmak, gerçekten o kişiyi bilmek midir? Yada kısa süreli tanışıklık içimize hep bir sırtımızdan vurulma , yarı yolda bırakılma şüphesi mi yerleştirmelidir ?

Soruların cevaplarını gerçekten bilemiyorum. Bildiğim tek şey son günlerde yediğimiz kazıkların acısının kolay kolay bünyemizden atılamayacak olması..

İstanbul böyle bir şehir işte , insanını öyle bir yontuyor ki dünyanın neresinden gelmiş olursanız olun bu şehre, sizi de kendisine benzetiyor.. Başınıza getirdiklerini tanımlamak, anlamlandırmak zor geliyor..

Hal böyle olunca bize de "Yediğimiz kazıkların şerefine" kadeh kaldırmak düşüyor. Ya da soğuk su dolu koca bir bardak..

29 Ekim 2010 Cuma

Yediğimiz Kazıkların 'Şerefine'

Etcétera... / Errörist Kabare

Aslında bu yazıya boğazınıza düşkünseniz, Artun Ünsal'in 'Benim Lokantalarım' kitabını alıp okuyun diye başlayabilirdim. Yine başlayabilirim aslında. Ama Ünsal'ın İstanbul meyhanelerini anlattığı sayfaları hızla geçmenizi önererek. Çünkü, muhtemelen haberiniz vardır, evvelsi gece alkollü içkilere yüzde 30'u bulan oranda apar topar zam yapıldı. Bu acı kazığın ardından, ekabir insanların bir araya gelip demini aldığı çilingir sofralarının assolisti rakının 70'lik şişesinin 35 TL gibi dudak uçuklatıcı bir fiyata satılabileceği söyleniyor. Ki bu tekel bayisinden evinizde içmek için aldığınız rakıya ödeyeceğiniz fiyat. Mekanların menüsüne yansıyacak rakamı düşünmek bile istemiyorum.



Tabi hikmetinden sual olunmaz devletlilerimiz, kimi alkol düşkünü vatandaşlarımızın serzenişlerine cevap vermekte gecikmedi ve zammı halkın sırtına bir vergi daha yüklemek adına değil, sağlığını düşündüğümüz için yaptık açıklamasını yetiştirdi. Zamanlamasına, mantığına kurban olduğumun otoritesi. Ben mesela, daha sosyal içerikli bir açıklamanın gelmesini ve 'içkinin bütün kötülüklerin anası' olduğunu söylemelerini filan da bekledim. Naçizane. Sokaktaki vatandaşın kimisinde vuku bulan 'içip içip zıvıtıyorlar' tarzındaki bakışın resmileşmesi kimilerini ziyadesiyle rahatlatabilirdi. Aile içi şiddetin yıllardır devletin bizzat kendi görevlileri tarafından görülmediği/duyulmadığı, komşularca ancak dedikodu malzemesi yapıldığı bir ülkede bir takım zayıf karakterli mahlukatların içkiyi kaçırıp beraber yaşadığı insanlara hayata zehir etmelerini kendilerine dert ediniyor gibi gözükmek iyi olurdu. Bu göz yaşartıcı hassasiyet içlere su serpebilir, yüce devlet vatandaşının hem ruh, hem de beden sağlığını koruyor denebilirdi. İnanan inanırdı, gözlerini kapatır, vazifesini yapar, rahatını bozmazdı.



Bozmazdı ama içki kadar kötülüklerin anası olmayan toplu ulaşıma da aynı gün yüzde 10 zam gelince kafalar karıştı. Acaba devlet toplu taşımaya da halk sağlığı için zam yapmıştı? Devlet, fazla motorlu taşıt kullanılmamasından, herkesin yürüyerek işe-eve gitmesinden mi yanaydı? Eğer böyleyse, memlekette tek bir bisiklet yolu bırakmamanın, kaldırımların arabalarca işgaline göz yummanın, özel araçlarına bağımlı bir toplum yaratıılmasının sorumlusu kimdi? Dış mihraklar mı?


Güzide memleketimizin etrafını sarmış tüm komşular içinde alkollü içkiye en yüksek parayı ödemek, Avrupa'nın en yüksek iletişen ulusu olmak, Avrupa'nın internete en pahalı bağlanan ülkesi olup bunu da sansürün elverdiğince yapabilmek ve en temel haklardan biri olan ulaşım hakkını zar zor elde edebilmek gibi kazıkları içine sindirebilen varsa bir kadeh de gelecekte bir tarafımıza girecek olanların şerefine kadeh kaldırabilir. Olayın sağlıkla, içkinin toplumsal yaşama etkileriyle ya da diğer bahanelerle hiç bir alakası olmadığını bilenlere de çıldırmamayı başarabilmek düşer.

Yediğimiz Kazıkların 'Şerefine'

Etcétera... / Errörist Kabare

Aslında bu yazıya boğazınıza düşkünseniz, Artun Ünsal'in 'Benim Lokantalarım' kitabını alıp okuyun diye başlayabilirdim. Yine başlayabilirim aslında. Ama Ünsal'ın İstanbul meyhanelerini anlattığı sayfaları hızla geçmenizi önererek. Çünkü, muhtemelen haberiniz vardır, evvelsi gece alkollü içkilere yüzde 30'u bulan oranda apar topar zam yapıldı. Bu acı kazığın ardından, ekabir insanların bir araya gelip demini aldığı çilingir sofralarının assolisti rakının 70'lik şişesinin 35 TL gibi dudak uçuklatıcı bir fiyata satılabileceği söyleniyor. Ki bu tekel bayisinden evinizde içmek için aldığınız rakıya ödeyeceğiniz fiyat. Mekanların menüsüne yansıyacak rakamı düşünmek bile istemiyorum.



Tabi hikmetinden sual olunmaz devletlilerimiz, kimi alkol düşkünü vatandaşlarımızın serzenişlerine cevap vermekte gecikmedi ve zammı halkın sırtına bir vergi daha yüklemek adına değil, sağlığını düşündüğümüz için yaptık açıklamasını yetiştirdi. Zamanlamasına, mantığına kurban olduğumun otoritesi. Ben mesela, daha sosyal içerikli bir açıklamanın gelmesini ve 'içkinin bütün kötülüklerin anası' olduğunu söylemelerini filan da bekledim. Naçizane. Sokaktaki vatandaşın kimisinde vuku bulan 'içip içip zıvıtıyorlar' tarzındaki bakışın resmileşmesi kimilerini ziyadesiyle rahatlatabilirdi. Aile içi şiddetin yıllardır devletin bizzat kendi görevlileri tarafından görülmediği/duyulmadığı, komşularca ancak dedikodu malzemesi yapıldığı bir ülkede bir takım zayıf karakterli mahlukatların içkiyi kaçırıp beraber yaşadığı insanlara hayata zehir etmelerini kendilerine dert ediniyor gibi gözükmek iyi olurdu. Bu göz yaşartıcı hassasiyet içlere su serpebilir, yüce devlet vatandaşının hem ruh, hem de beden sağlığını koruyor denebilirdi. İnanan inanırdı, gözlerini kapatır, vazifesini yapar, rahatını bozmazdı.



Bozmazdı ama içki kadar kötülüklerin anası olmayan toplu ulaşıma da aynı gün yüzde 10 zam gelince kafalar karıştı. Acaba devlet toplu taşımaya da halk sağlığı için zam yapmıştı? Devlet, fazla motorlu taşıt kullanılmamasından, herkesin yürüyerek işe-eve gitmesinden mi yanaydı? Eğer böyleyse, memlekette tek bir bisiklet yolu bırakmamanın, kaldırımların arabalarca işgaline göz yummanın, özel araçlarına bağımlı bir toplum yaratıılmasının sorumlusu kimdi? Dış mihraklar mı?


Güzide memleketimizin etrafını sarmış tüm komşular içinde alkollü içkiye en yüksek parayı ödemek, Avrupa'nın en yüksek iletişen ulusu olmak, Avrupa'nın internete en pahalı bağlanan ülkesi olup bunu da sansürün elverdiğince yapabilmek ve en temel haklardan biri olan ulaşım hakkını zar zor elde edebilmek gibi kazıkları içine sindirebilen varsa bir kadeh de gelecekte bir tarafımıza girecek olanların şerefine kadeh kaldırabilir. Olayın sağlıkla, içkinin toplumsal yaşama etkileriyle ya da diğer bahanelerle hiç bir alakası olmadığını bilenlere de çıldırmamayı başarabilmek düşer.

26 Ekim 2010 Salı

Prensesin Uykusuyum




Orada kimse var mı? Lütfen olsun. Çünkü Redd'in 'Prensesin Uykusuyum' şarkısının müzikçalarda kaçıncı dönüşü olduğunu söylesem şaşarsınız. Orada biri varsa beni durdursun. Bir şarkıya takıldığımdan bu yana midemden gırtlağıma yükselen o sıcak hava dalgasını durdursun. Durdursun, çünkü gün başladı. Normal bir insan gibi davranmalıyım.


Geceyarısını geçmiş olsa düşüncelerim bölünmeden, daha derinden duyarak dinleyebilirdim şarkıyı. Ama şimdi... Telefon çaldığında, kapı çaldığında, kediler kavgaya tutuştuğunda, yetiştirmem gereken yazılar varken, dışarıda yağmur sokaktakileri birer canavara çeviriyorken, arabaların fren sesi acı acı ötüyorken, alınmamış tozlar beni bekliyorken müzikçalarda dönen şarkıyı durdurmak zorunda kaldığımda üzülüyorum.



Neden bilmem, inanın bana ille bir şeylere benzetmek niyetinde de değilim ama, Antony and The Johnsons şarkılarını anımsatıyor 'Prensesin Uykusuyum'. Sanırım sözlerinden dolayı. Son zamanlarda dinlediğim en harikulade şey desem, abartmış olmam.


Ya da olurum, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, sabahtan beri şarkıyı 11. dinleyişim olduğu. Nasılsa siz alıştınız bu hallerime, benim abartılarımın ve serbest çağrışımımın günahı olmuyor. Şimdi sessizlik lütfen, 12. kez başa alıyorum...


Dip Sos; Şimdi bir de iyi haber. Redd'i canlı dinlemek isterseniz, yarın (28 Ekim) Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde yerinizi alın.


Prensesin Uykusuyum




Orada kimse var mı? Lütfen olsun. Çünkü Redd'in 'Prensesin Uykusuyum' şarkısının müzikçalarda kaçıncı dönüşü olduğunu söylesem şaşarsınız. Orada biri varsa beni durdursun. Bir şarkıya takıldığımdan bu yana midemden gırtlağıma yükselen o sıcak hava dalgasını durdursun. Durdursun, çünkü gün başladı. Normal bir insan gibi davranmalıyım.


Geceyarısını geçmiş olsa düşüncelerim bölünmeden, daha derinden duyarak dinleyebilirdim şarkıyı. Ama şimdi... Telefon çaldığında, kapı çaldığında, kediler kavgaya tutuştuğunda, yetiştirmem gereken yazılar varken, dışarıda yağmur sokaktakileri birer canavara çeviriyorken, arabaların fren sesi acı acı ötüyorken, alınmamış tozlar beni bekliyorken müzikçalarda dönen şarkıyı durdurmak zorunda kaldığımda üzülüyorum.



Neden bilmem, inanın bana ille bir şeylere benzetmek niyetinde de değilim ama, Antony and The Johnsons şarkılarını anımsatıyor 'Prensesin Uykusuyum'. Sanırım sözlerinden dolayı. Son zamanlarda dinlediğim en harikulade şey desem, abartmış olmam.


Ya da olurum, bilemiyorum. Bildiğim tek şey, sabahtan beri şarkıyı 11. dinleyişim olduğu. Nasılsa siz alıştınız bu hallerime, benim abartılarımın ve serbest çağrışımımın günahı olmuyor. Şimdi sessizlik lütfen, 12. kez başa alıyorum...


Dip Sos; Şimdi bir de iyi haber. Redd'i canlı dinlemek isterseniz, yarın (28 Ekim) Beyoğlu Hayal Kahvesi'nde yerinizi alın.


25 Ekim 2010 Pazartesi

Müzikli Salı Öyküsü


'Marcus Miller ile Herbie Hancock konserlerini aynı güne koymak haksızlık.' dedi kız. Yeni uyanmıştı. Dün gece Billie Holiday ile ruhunu yıkamıştı, Edmondo De Amicis ile İstanbul'u tavaf etmişti. Gecenin ilk saatlerinde şöyle bir havaya bakmış, henüz yağmur yağmadığını görerek, çamaşırları dışarıda bırakıp uyumuştu. Uyandığında, o sıkıntılı rüyalar görürken gece boyu süren yağmur yüzünden çamaşırlar sırılsıklam olmuş, kedisi birkaç yere birden kusmuş, gün yeni ağarırken etrafı korna ve fren sesleri sarmıştı. 'Evet' dedi kız içinden, 'Marcus Miller ile Herbie Hancock'un aynı gün konseri olması çok kötü, çünkü ben ikisini de severim.'


Mutfağa yürüdü kız, zehir gibi bir kahve yapmak için. Mutfak masasının üzerinde gece bıraktığı haliyle kapağı açık kalmış kitabı ve bir kase yeşil mandalina duruyordu. Kitabı aldı, okuduğu sayfayı kıvırdı, vazgeçti, bir ayraç koydu ve kapadı. Kaktüse su verdi, saate baktı, içinden bir Yeni Türkü şarkısı dinlemek geçti, 'Deliler'i seçti. 'Delilerden anlar mıyım ki ben acaba?' diye düşündü. 'Keşke anlasaydım. Belki anlıyorumdur...'



'Marcus Miller ile Herbie Hancock'un aynı gün konseri olmasına üzüdüm.' diye düşündü yine kız. İki yıl önceki konserine gidemeyişini anımsadı. Sonra bir sonraki yılki konserine gidemeyişini de. Sonra başka konserlerine gidemeyişine de. Bazı şeylere geç kalıyordu hep. Bir konser, bir film, bir insan bekler miydi onu? Ya da beklese bile, ne kadar bekleyebilirdi?


Mısır ekmeğini naneli yoğurda kahvaltı niyetine karıştırıp yerken 'What's hip?' dönüyordu müzikçalarda. Sonra 'Red Baron'. 'Blast'. 'Milky Way'. 'Tales' 'Sophisticated Lady'. 'Marcus Miller yarın da burada' diye geçirdi içinden kız. 'Herbie Hancock'u zaten dinlemiştim.' diye ekledi. 'Dışarı çıkarsam da evden pek uzaklaşmayayım. Sakin ve güzel Kadıköy'den şaşmayayım. Karga'ya gidebilirim. Doğumgünüymüş hem bugün. Bir elmalı votka, birkaç tanışla hoşbeş. 14 yıl az buz zaman değil Bir barın müdavimi olmayı bazıları dizilerden bilir, biz Kadıköylüler onlardan değiliz.'


Çocukluğunda yaptığı gibi elleriyle gözlerini kapadı kız, karanlıktan sızan azıcık ışığın girdiği türlü şekillere baktı. Düşündü, bunu sıkıldığında mı yapardı, yoksa mutlu olduğunda m? 'İkisi de değil, belki ikisi de' diye hatırladı kız, 'bunu her aklıma geldiğinde yapardım...'


Dip Sos; Bugün çok 'caz' bir salı. Marcus Miller bugün ve yarın Salon IKSV'de, Herbie Hancock sadece bugün Haliç Kongre Merkezi'nde, Patricia Barber İstanbul Jazz Center'da. Fotoğraf, Linda'nın ders verdiği Boğaziçi Üniversitesi Güzel Sanatlar Kulübü'nden bir detay.

Müzikli Salı Öyküsü


'Marcus Miller ile Herbie Hancock konserlerini aynı güne koymak haksızlık.' dedi kız. Yeni uyanmıştı. Dün gece Billie Holiday ile ruhunu yıkamıştı, Edmondo De Amicis ile İstanbul'u tavaf etmişti. Gecenin ilk saatlerinde şöyle bir havaya bakmış, henüz yağmur yağmadığını görerek, çamaşırları dışarıda bırakıp uyumuştu. Uyandığında, o sıkıntılı rüyalar görürken gece boyu süren yağmur yüzünden çamaşırlar sırılsıklam olmuş, kedisi birkaç yere birden kusmuş, gün yeni ağarırken etrafı korna ve fren sesleri sarmıştı. 'Evet' dedi kız içinden, 'Marcus Miller ile Herbie Hancock'un aynı gün konseri olması çok kötü, çünkü ben ikisini de severim.'


Mutfağa yürüdü kız, zehir gibi bir kahve yapmak için. Mutfak masasının üzerinde gece bıraktığı haliyle kapağı açık kalmış kitabı ve bir kase yeşil mandalina duruyordu. Kitabı aldı, okuduğu sayfayı kıvırdı, vazgeçti, bir ayraç koydu ve kapadı. Kaktüse su verdi, saate baktı, içinden bir Yeni Türkü şarkısı dinlemek geçti, 'Deliler'i seçti. 'Delilerden anlar mıyım ki ben acaba?' diye düşündü. 'Keşke anlasaydım. Belki anlıyorumdur...'



'Marcus Miller ile Herbie Hancock'un aynı gün konseri olmasına üzüdüm.' diye düşündü yine kız. İki yıl önceki konserine gidemeyişini anımsadı. Sonra bir sonraki yılki konserine gidemeyişini de. Sonra başka konserlerine gidemeyişine de. Bazı şeylere geç kalıyordu hep. Bir konser, bir film, bir insan bekler miydi onu? Ya da beklese bile, ne kadar bekleyebilirdi?


Mısır ekmeğini naneli yoğurda kahvaltı niyetine karıştırıp yerken 'What's hip?' dönüyordu müzikçalarda. Sonra 'Red Baron'. 'Blast'. 'Milky Way'. 'Tales' 'Sophisticated Lady'. 'Marcus Miller yarın da burada' diye geçirdi içinden kız. 'Herbie Hancock'u zaten dinlemiştim.' diye ekledi. 'Dışarı çıkarsam da evden pek uzaklaşmayayım. Sakin ve güzel Kadıköy'den şaşmayayım. Karga'ya gidebilirim. Doğumgünüymüş hem bugün. Bir elmalı votka, birkaç tanışla hoşbeş. 14 yıl az buz zaman değil Bir barın müdavimi olmayı bazıları dizilerden bilir, biz Kadıköylüler onlardan değiliz.'


Çocukluğunda yaptığı gibi elleriyle gözlerini kapadı kız, karanlıktan sızan azıcık ışığın girdiği türlü şekillere baktı. Düşündü, bunu sıkıldığında mı yapardı, yoksa mutlu olduğunda m? 'İkisi de değil, belki ikisi de' diye hatırladı kız, 'bunu her aklıma geldiğinde yapardım...'


Dip Sos; Bugün çok 'caz' bir salı. Marcus Miller bugün ve yarın Salon IKSV'de, Herbie Hancock sadece bugün Haliç Kongre Merkezi'nde, Patricia Barber İstanbul Jazz Center'da. Fotoğraf, Linda'nın ders verdiği Boğaziçi Üniversitesi Güzel Sanatlar Kulübü'nden bir detay.

24 Ekim 2010 Pazar

00.05: Merhaba yeni gün!

Yazıklar OlsunOrtala

Bazı şeyler bana iyi gelmiyor. Örneğin; Güzel bir müziğin ve dansla geçen bir gece gibi. Etkisinden bir süre çıkamıyorum, vücut kimyam değişeyazıyor. Mübalağa etmiyorum, eğer Cuma gecesi Jimi Tenor & Tony Allen konserindeyseniz, bu dediğimi anlamışsınızdır. Ben hala o olağanüstü müziğin etkisindeyim. Müzikçalarda 'Againist The Wall' çalıyor ve büyük disko topu tepemde dönmeye devam ediyor. Dans ediyorum, sanki kimse bakmıyormuşcasına.


Sonra, zaten pek de süt liman olmayan ve olamayacak ruhumu daha beter çalkalayan filmler izliyorum. Mary & Max izleyip bir ağlıyorum, bir gülüyorum. Nothing Personal izleyip İrlanda dolaylarında Norveç havası tutturuyorum. Artık oraya buraya dağılan DVD'lerimin arasında boğulmamanın hayalini kuruyorum.


Sinemalardaki Sosyal Ağ, Paranormal Activity, Eat, Love and Pray filan umurumda değil, merak bile etmiyorum. Bir tek Çoğunluk ilgimi cezbediyor, ona giderim diyorum. Bu haftanın vizyon filmleri değil ama sinemaların durumunu öğrenmek istiyorum. Yeşilçam Sineması ne durumda örneğin? Ya da benim pek bayıldığım Moda Sineması'nda kaç kişi film izledi bu hafta? Cinemajestik'in hali vakti yerinde mi? Ya Sinepop? Atlas? Dayanabiliyorlar mı? Daha büyükleri gerçekten ilgimi bile çekmiyor açıkçası, ne üst katında açılan ve herkesin ayılıp bayıldığı mekanı sinemanın önüne geçen o alışveriş merkezindeki salon, ne de başkaları. Güzeldirler elbet, ışıklıdırlar ama onları gösterişi sevenlere ya da görüntüde-seste herhangi bir yamuk olmasına tahammülü olmayanlara bırakıyorum. İstanbul'un kuytu sinemaları da bana kalsın.


Gazete deseniz? Şöyle bir bakıyorum. Radikal tabloid olmuş, otobüste-metroda rahat okunurmuş, güzel olmuş-olmamış hep başkalarından duyuyorum. Yatak odasında Edmondo De Amicis'in İstanbul kitabını okuyorum. Yatağın sağ tarafında Salinger yatıyor, sol komidine Lale Müldür kuruluyor, salonda Füruzan'a çay demliyorum. Dolmuşta ne okuduğumu unuttum, muhakkak fazla kalın olmayan bir kitaptır. Eskilerden olabilir; Mutfak yahut Gölge ve Meridyen. Coelho'yla hasbıhal ediyorduk ama son zamanlarda biraz bozuştuk, zira ünlü yazar egosu fazla ağır geldi. Bir odaya iki egosantrik fazla.


Bu haftasonu Üsküdar'da domates 4,99 idi. Baylan sahlepi güzel yapamamıştı ama makaronlar nefisti. Kilosu 110 liraydı, frambuazlılarda gözüm kaldı. Mahalledeki pastaneden Mabel'in şemsiye çikolatasından aldım iki tane, biri duruyor. Müzikçalarımda en çok Door To The River çaldı, True Blood'un ikinci sezonu bitti, sabah rüzgara astığım çamaşırlar kurudu ve...


Ve artık pazartesi.


00.05: Merhaba yeni gün!



00.05: Merhaba yeni gün!

Yazıklar OlsunOrtala

Bazı şeyler bana iyi gelmiyor. Örneğin; Güzel bir müziğin ve dansla geçen bir gece gibi. Etkisinden bir süre çıkamıyorum, vücut kimyam değişeyazıyor. Mübalağa etmiyorum, eğer Cuma gecesi Jimi Tenor & Tony Allen konserindeyseniz, bu dediğimi anlamışsınızdır. Ben hala o olağanüstü müziğin etkisindeyim. Müzikçalarda 'Againist The Wall' çalıyor ve büyük disko topu tepemde dönmeye devam ediyor. Dans ediyorum, sanki kimse bakmıyormuşcasına.


Sonra, zaten pek de süt liman olmayan ve olamayacak ruhumu daha beter çalkalayan filmler izliyorum. Mary & Max izleyip bir ağlıyorum, bir gülüyorum. Nothing Personal izleyip İrlanda dolaylarında Norveç havası tutturuyorum. Artık oraya buraya dağılan DVD'lerimin arasında boğulmamanın hayalini kuruyorum.


Sinemalardaki Sosyal Ağ, Paranormal Activity, Eat, Love and Pray filan umurumda değil, merak bile etmiyorum. Bir tek Çoğunluk ilgimi cezbediyor, ona giderim diyorum. Bu haftanın vizyon filmleri değil ama sinemaların durumunu öğrenmek istiyorum. Yeşilçam Sineması ne durumda örneğin? Ya da benim pek bayıldığım Moda Sineması'nda kaç kişi film izledi bu hafta? Cinemajestik'in hali vakti yerinde mi? Ya Sinepop? Atlas? Dayanabiliyorlar mı? Daha büyükleri gerçekten ilgimi bile çekmiyor açıkçası, ne üst katında açılan ve herkesin ayılıp bayıldığı mekanı sinemanın önüne geçen o alışveriş merkezindeki salon, ne de başkaları. Güzeldirler elbet, ışıklıdırlar ama onları gösterişi sevenlere ya da görüntüde-seste herhangi bir yamuk olmasına tahammülü olmayanlara bırakıyorum. İstanbul'un kuytu sinemaları da bana kalsın.


Gazete deseniz? Şöyle bir bakıyorum. Radikal tabloid olmuş, otobüste-metroda rahat okunurmuş, güzel olmuş-olmamış hep başkalarından duyuyorum. Yatak odasında Edmondo De Amicis'in İstanbul kitabını okuyorum. Yatağın sağ tarafında Salinger yatıyor, sol komidine Lale Müldür kuruluyor, salonda Füruzan'a çay demliyorum. Dolmuşta ne okuduğumu unuttum, muhakkak fazla kalın olmayan bir kitaptır. Eskilerden olabilir; Mutfak yahut Gölge ve Meridyen. Coelho'yla hasbıhal ediyorduk ama son zamanlarda biraz bozuştuk, zira ünlü yazar egosu fazla ağır geldi. Bir odaya iki egosantrik fazla.


Bu haftasonu Üsküdar'da domates 4,99 idi. Baylan sahlepi güzel yapamamıştı ama makaronlar nefisti. Kilosu 110 liraydı, frambuazlılarda gözüm kaldı. Mahalledeki pastaneden Mabel'in şemsiye çikolatasından aldım iki tane, biri duruyor. Müzikçalarımda en çok Door To The River çaldı, True Blood'un ikinci sezonu bitti, sabah rüzgara astığım çamaşırlar kurudu ve...


Ve artık pazartesi.


00.05: Merhaba yeni gün!



17 Ekim 2010 Pazar

Sarı Yazma Loç Vadisi'nde Nöbette







Dün Kadıköy'de pırıl pırıl parlayan Cide sarı yazmalarını görünce adımlarımı o tarafa doğru yönlendirdim. Çünkü ben anne tarafından Rıfat Ilgaz'ın hemşerisi sayılırım. Bu güzel memleketi eski halinden eser kalmamışken gördüm. Kirlenmeye başlamıştı çoktan, ama yine de temizdi, duruydu ve dingindi.



Cide ile hiçbir bağım olmasaydı, bir kez bile gitmemiş olsaydım, Loç Vadisi'nde olup bitenleri yalnızca bir yerlerden okumuş olsaydım bile etkilenirdim. Çünkü, birilerinin üzerinde HES kurmaya çalıştıkları yerin soyu tükenmeye yüz tutan orkidelerinin, Türkiye'nin en özel endemik türlerini barındıran bir flora olduğunu en basit turist rehberleri bile yazıyor. Yazıyor ama, anlaşılan bunları okuyan bir avuç insan ve suyun ve doğanın ne demek olduğunu bilen yöre insanı dışında bunları umursayan yok.


Kimse Loç Vadisi'ne kayıtsız kalmamalı, bu doğru. Dikkatler köçek oynatılarak çekilebiliyorsa, bırakın çekilsin. O gün Kadıköy'deki telaşlı pazar kalabalığının içinde bir avuç insan gördüyse Loç Vadisi'nde olup biteni, ne ala. Ama yetmez. Loç'ta olup bitenleri içine sindiremeyen binlerce olmalı, on binlerce.


Ve o zaman, meydanlarda Sarı Yazma'nın yanında rengarenk tülbentler olmalı. Hepimiz aynı kaderi ve toprağı paylaşıyoruz çünkü. Adlar farklı, ama suya bağlanan umut, sudan çıkarılan ekmek aynı. İşte sırf bu nedenle dereler özgür akmalı.


Okuyun;

Loç Vadisi'nde Cinayet İşleniyor


Loç Vadisi HES'lere Karşı İsyanda

Sarı Yazma Loç Vadisi'nde Nöbette







Dün Kadıköy'de pırıl pırıl parlayan Cide sarı yazmalarını görünce adımlarımı o tarafa doğru yönlendirdim. Çünkü ben anne tarafından Rıfat Ilgaz'ın hemşerisi sayılırım. Bu güzel memleketi eski halinden eser kalmamışken gördüm. Kirlenmeye başlamıştı çoktan, ama yine de temizdi, duruydu ve dingindi.



Cide ile hiçbir bağım olmasaydı, bir kez bile gitmemiş olsaydım, Loç Vadisi'nde olup bitenleri yalnızca bir yerlerden okumuş olsaydım bile etkilenirdim. Çünkü, birilerinin üzerinde HES kurmaya çalıştıkları yerin soyu tükenmeye yüz tutan orkidelerinin, Türkiye'nin en özel endemik türlerini barındıran bir flora olduğunu en basit turist rehberleri bile yazıyor. Yazıyor ama, anlaşılan bunları okuyan bir avuç insan ve suyun ve doğanın ne demek olduğunu bilen yöre insanı dışında bunları umursayan yok.


Kimse Loç Vadisi'ne kayıtsız kalmamalı, bu doğru. Dikkatler köçek oynatılarak çekilebiliyorsa, bırakın çekilsin. O gün Kadıköy'deki telaşlı pazar kalabalığının içinde bir avuç insan gördüyse Loç Vadisi'nde olup biteni, ne ala. Ama yetmez. Loç'ta olup bitenleri içine sindiremeyen binlerce olmalı, on binlerce.


Ve o zaman, meydanlarda Sarı Yazma'nın yanında rengarenk tülbentler olmalı. Hepimiz aynı kaderi ve toprağı paylaşıyoruz çünkü. Adlar farklı, ama suya bağlanan umut, sudan çıkarılan ekmek aynı. İşte sırf bu nedenle dereler özgür akmalı.


Okuyun;

Loç Vadisi'nde Cinayet İşleniyor


Loç Vadisi HES'lere Karşı İsyanda

16 Ekim 2010 Cumartesi

İstanbul'da En İyi Soruları

Kapı


Dün benim İstanbul ile ilgili soru günümdü. En iyi tost nerede yenir? Üzerinden yağ damlamayan, efendime söyleyeyim, yumurta kokmayan kruvasan hangi pastanede bulunur? Türkiye dışına hediye gidecek kadar özgün bir art print ya da poster nereden alınır? Bu ve bunun gibi sorular peşpeşe geldi. Ben de açtım Twitter sayfamı, bir bir aklımdakileri sordum. Fikir teatisi babında. İstanbul'un en iyi tostunu yapan yerlerden biri, Galata Kulesi'nin altındaki çay bahçesiymiş. Halep Pasajı'ndaki Liman'a gidersem güzel posterler bulabilirmişim. Kruvasan konusu biraz netametliymiş. Kimisi Komşu Fırın demiş ki, bence çok yağlı ve hayır, kruvasan o olamaz. Divan dediler, ki hiç tatmadım bir bakmak lazım. Akmerkez'in içindeki Macro Center öneriler arasında, hangi pastaneden temin ettiklerini sormalı. Sizce bu soruların cevapları ne?

Bugün Cumartesi ya, benim bir film izleme (ki daha izlemedim, tercihim Max and Mary olacak, Gazete Sabun yazımı yetiştirme (ki yetiştirdim aferin bana, işte burada) ve henüz bilmediğim başka bir şeyler yapma günüm ki, bütün bunlar için bahanem hazır: Dışarı çıkamayacak kadar yorgunum ve sanırım gribe doğru giden bir kırgınlığım var.


Ama siz, bu akşam Ghetto'daki Ayhan Sicimoğlu konserinde dansetmek için şimdiden ısınabilir, Mavi Ay dizisinde Bruce Villis'in kırmızı kalpli baksırını anımsıyorsanız, soluğu Babylon'daki Oldies But Goldies gecesinde alabilirsiniz. Daha başka şeyler de var muhakkak ama zencefil çayım soğumasın.


Dip Sos. Şimdi rejiden uyardılar. Ayhan Sicimoğlu konseri için davetiye veriyormuşuz. ezgi@alternatif-istanbul.net adresine e-posta atan ilk ikiye. Duyurulur.



İstanbul'da En İyi Soruları

Kapı


Dün benim İstanbul ile ilgili soru günümdü. En iyi tost nerede yenir? Üzerinden yağ damlamayan, efendime söyleyeyim, yumurta kokmayan kruvasan hangi pastanede bulunur? Türkiye dışına hediye gidecek kadar özgün bir art print ya da poster nereden alınır? Bu ve bunun gibi sorular peşpeşe geldi. Ben de açtım Twitter sayfamı, bir bir aklımdakileri sordum. Fikir teatisi babında. İstanbul'un en iyi tostunu yapan yerlerden biri, Galata Kulesi'nin altındaki çay bahçesiymiş. Halep Pasajı'ndaki Liman'a gidersem güzel posterler bulabilirmişim. Kruvasan konusu biraz netametliymiş. Kimisi Komşu Fırın demiş ki, bence çok yağlı ve hayır, kruvasan o olamaz. Divan dediler, ki hiç tatmadım bir bakmak lazım. Akmerkez'in içindeki Macro Center öneriler arasında, hangi pastaneden temin ettiklerini sormalı. Sizce bu soruların cevapları ne?

Bugün Cumartesi ya, benim bir film izleme (ki daha izlemedim, tercihim Max and Mary olacak, Gazete Sabun yazımı yetiştirme (ki yetiştirdim aferin bana, işte burada) ve henüz bilmediğim başka bir şeyler yapma günüm ki, bütün bunlar için bahanem hazır: Dışarı çıkamayacak kadar yorgunum ve sanırım gribe doğru giden bir kırgınlığım var.


Ama siz, bu akşam Ghetto'daki Ayhan Sicimoğlu konserinde dansetmek için şimdiden ısınabilir, Mavi Ay dizisinde Bruce Villis'in kırmızı kalpli baksırını anımsıyorsanız, soluğu Babylon'daki Oldies But Goldies gecesinde alabilirsiniz. Daha başka şeyler de var muhakkak ama zencefil çayım soğumasın.


Dip Sos. Şimdi rejiden uyardılar. Ayhan Sicimoğlu konseri için davetiye veriyormuşuz. ezgi@alternatif-istanbul.net adresine e-posta atan ilk ikiye. Duyurulur.



13 Ekim 2010 Çarşamba

İstanbul'da 'Dokunulmazlık'


Şu anda adını bir türlü anımsayamadığım bir şair dünyada bir tane bile ağlayan çocuk kalmadığı zaman her şeyin yolunda olacağını ifade ediyordu. Tabi benim cümlemdekilerden çok daha güzel sözcüklerle. Dün gazetede Artun Ünsal'ın 'bu şehirde kediler, köpekler ve çocukların dokunulmazlığı var' sözünü okuyunca aklıma o mısra geldi. Çok güzel söylemişti Ünsal, güzel yürekli her insanın İstanbul hayaliydi çocuklara ve hayvanlara dokunulmayan bir şehir ve hatta dünya, ama sahiden öyle miydi İstanbul? Evet, kediler ve köpeklerle yaşamlarını ve sokaklarını paylaşan semtler, çocukların topları kesilme korkusu olmadan oyun oynayabilecekleri mahalleler hala vardı şehirde, ama 'dokunulmazlık' gibi bir kesin ifade ne kadar doğruydu?


Ben mi fazla kötümserdim, yoksa Artun Ünsal benden daha fazla görmüş geçirmiş olduğu için ve elbette bir yazar duyarlılığıyla gördüğü değil, görmeyi arzu ettiği İstanbul'u mu anlatmıştı? Yazarların ve öykü anlatıcılarının, iyi ki, olan biteni çok daha duygusal olarak görmek ve gerçekten biraz daha farklı bir boyutta aktarmak gibi bir huyları vardır. İyi ki diyorum, çünkü eğer böyle olmasaydı, ne edebiyat, ne de güzel sanatlar olurdu.


Bu yazıyı hazırlayıp gönderdikten sonra e-posta kutuma düşen mesajın zamanlamasına şaştım desem yalan olur. Haberde 'PETA Deutschland Hayvan Hakları Kuruluşu, Pazartesi günü İstanbul’u ‘Avrupa Hayvanlara Zulüm Başkenti’ ünvanıyla ödüllendirdi.' diyordu. İlk tepkim amaç ironi bile olsa 'ödüllendirmek' sözcüğü yerine 'cezalandırmak' sözcüğünün kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünmekti. İstanbul gibi bir şehir ‘Avrupa Hayvanlara Zulüm Başkenti’ gibi bir ünvanla ancak cezalanndırılabilir çünkü.


Sebepleri üzerinde düşünelim.



İstanbul'da 'Dokunulmazlık'


Şu anda adını bir türlü anımsayamadığım bir şair dünyada bir tane bile ağlayan çocuk kalmadığı zaman her şeyin yolunda olacağını ifade ediyordu. Tabi benim cümlemdekilerden çok daha güzel sözcüklerle. Dün gazetede Artun Ünsal'ın 'bu şehirde kediler, köpekler ve çocukların dokunulmazlığı var' sözünü okuyunca aklıma o mısra geldi. Çok güzel söylemişti Ünsal, güzel yürekli her insanın İstanbul hayaliydi çocuklara ve hayvanlara dokunulmayan bir şehir ve hatta dünya, ama sahiden öyle miydi İstanbul? Evet, kediler ve köpeklerle yaşamlarını ve sokaklarını paylaşan semtler, çocukların topları kesilme korkusu olmadan oyun oynayabilecekleri mahalleler hala vardı şehirde, ama 'dokunulmazlık' gibi bir kesin ifade ne kadar doğruydu?


Ben mi fazla kötümserdim, yoksa Artun Ünsal benden daha fazla görmüş geçirmiş olduğu için ve elbette bir yazar duyarlılığıyla gördüğü değil, görmeyi arzu ettiği İstanbul'u mu anlatmıştı? Yazarların ve öykü anlatıcılarının, iyi ki, olan biteni çok daha duygusal olarak görmek ve gerçekten biraz daha farklı bir boyutta aktarmak gibi bir huyları vardır. İyi ki diyorum, çünkü eğer böyle olmasaydı, ne edebiyat, ne de güzel sanatlar olurdu.


Bu yazıyı hazırlayıp gönderdikten sonra e-posta kutuma düşen mesajın zamanlamasına şaştım desem yalan olur. Haberde 'PETA Deutschland Hayvan Hakları Kuruluşu, Pazartesi günü İstanbul’u ‘Avrupa Hayvanlara Zulüm Başkenti’ ünvanıyla ödüllendirdi.' diyordu. İlk tepkim amaç ironi bile olsa 'ödüllendirmek' sözcüğü yerine 'cezalandırmak' sözcüğünün kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünmekti. İstanbul gibi bir şehir ‘Avrupa Hayvanlara Zulüm Başkenti’ gibi bir ünvanla ancak cezalanndırılabilir çünkü.


Sebepleri üzerinde düşünelim.



11 Ekim 2010 Pazartesi

Ben ve Sen ve Hayat vesaire...


Fotoğraf: Gökşen Çalışkan


Özel bir haftasonuydu. En yalnız kalmak istemediğim günlerde yanımda hep birilerinin olduğunu gördüm. Elimi tuttular. Güldürdüler. Ağlattılar. İyileştirdiler. Güzelleştirdiler. Tam sıkıntı girdabına düşecekken doğrulttular. Adlarını tek tek anmama gerek yok. Kullandığım sıfatlardan kendilerini anlarlar. İçim rahat, iyi ki benim dostlarım olduklarını onlara söyleyebildim. Pek çok şeye geç kalırım ben. Buna kalmadım. Pişman değilim, yine sorsalar, yine söylerim. İyi ki onlar dostlarım.


Müzik dinledim sonra. Yağmurlu ve soğuk bir sokakta çılgın ve öfkeli kalabalığın içinden sıyrıldım. Mavi ışıkların altında akıp giden müziğe The Notwist tam da 'Pick Up The Phone' u çalarken yetiştim. Hep yaptığım gibi, müziklerine konsantre olmuş müzisyenlere baktım. Enstrümanlarına, enstrümanlarını kullanışlarına, sonra ellerine. İstedikleri işi yapabildikleri için kıskandım. Adanmışlıklarını takdir ettim. Sahnedeki Nintendo Wii Remote ve pikapı eve götürmek istedim. Belki ben de elektronik müzik yapabilirim evde dedim. Sonra kendime güldüm. Yaparsın tabi, ama yaptığından 'The Devil, You & Me' çıkar mı diye düşündüm. Kendime güvendim, neden olmasın dedim, kendime güldüm, hadi ordan, güldürme beni dedim.


Sonra bir kitap okumaya başladım; Sürü. Bu zamana kadar neden okumadığıma hayıflandım. Bir ara kütüphaneyi düzenlesem iyi olacak diye düşündüm. Dolma kalemime mürekkep doldurup mektuplar yazdım. Pasaportumun tarihne baktım, geçmiş. Zencefil çayı içtim. Falan filan.


Pazartesi. Faturaları ödedim. Para denen şeyi uğursuz görüyorum. Kolay kazanmadığımızdan olsa gerek. Para da bunu bildiğinden cebimi ısıtmadan piyasaya karışıyor. Ona biraz önem verseydim der gibi oluyorum, sonra hiç borcum kalmadığından saçma bir rahatlığa kavuşuyorum.


Ve sonuçta hayat devam ediyor, günler aylara karışıyor ve yaşamak gitgide daha ilginç bir hal almaya başlıyor.


Gardım düşüyor, tutamayabiliyorum.



Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons