22 Haziran 2008 Pazar

İstanbul Geceleri (Yarı film, yarı gerçek...)

İstanbul Geceleri (Yarı film, yarı gerçek...)

İstanbul Geceleri (Yarı film, yarı gerçek...)

20 Haziran 2008 Cuma

Çılgın Termometre

Ne zaman sıcaklığı yanlış gösteren bir termometre görsem aklıma Eskişehir Tren Garı gelir. Bir kış gecesiydi, İstanbul'a gitmek için tren bekliyordum. Kuru ve insanın içine işleyen bir ayaz vardı ve buna rağmen iç salonda değil, inatla dışarıda dikiliyordum. Gözüm dijital termometreye takıldı, + 68 santigrat dereceyi gösteriyordu! Soğuktan takırdayan çenemle gülmeye çalıştım, Eskişehir Garı'nın çılgın termometresinin mantığına göre bizim çoktan öteki dünyayı boylamış, ahiret-ül yargı sürecini atlatmış, ölçülüp biçildikten sonra yediğimiz haltlardan dolayı cehennemi boylamış olmamız gerekirdi. Şundan emindim ki, Eskişehir asla ve asla cehennem denen o melun yer olamazdı. Cehennem olmak için fazla soğuktu yani. Ve fazla güzel.


Sıcakların benim tahammül sınırımın üzerine çıkmaya başladığı bugünlerde İstanbul'u hava sıcaklığını olduğundan fazla gösteren çılgın termometrelerin sarmasını istiyorum ama beyhude... Termometreler doğrucu davut bu şehirde, hepsi sıcaklık neyse onu gösteriyor.

Çılgın Termometre

Ne zaman sıcaklığı yanlış gösteren bir termometre görsem aklıma Eskişehir Tren Garı gelir. Bir kış gecesiydi, İstanbul'a gitmek için tren bekliyordum. Kuru ve insanın içine işleyen bir ayaz vardı ve buna rağmen iç salonda değil, inatla dışarıda dikiliyordum. Gözüm dijital termometreye takıldı, + 68 santigrat dereceyi gösteriyordu! Soğuktan takırdayan çenemle gülmeye çalıştım, Eskişehir Garı'nın çılgın termometresinin mantığına göre bizim çoktan öteki dünyayı boylamış, ahiret-ül yargı sürecini atlatmış, ölçülüp biçildikten sonra yediğimiz haltlardan dolayı cehennemi boylamış olmamız gerekirdi. Şundan emindim ki, Eskişehir asla ve asla cehennem denen o melun yer olamazdı. Cehennem olmak için fazla soğuktu yani. Ve fazla güzel.


Sıcakların benim tahammül sınırımın üzerine çıkmaya başladığı bugünlerde İstanbul'u hava sıcaklığını olduğundan fazla gösteren çılgın termometrelerin sarmasını istiyorum ama beyhude... Termometreler doğrucu davut bu şehirde, hepsi sıcaklık neyse onu gösteriyor.

Çılgın Termometre

Ne zaman sıcaklığı yanlış gösteren bir termometre görsem aklıma Eskişehir Tren Garı gelir. Bir kış gecesiydi, İstanbul'a gitmek için tren bekliyordum. Kuru ve insanın içine işleyen bir ayaz vardı ve buna rağmen iç salonda değil, inatla dışarıda dikiliyordum. Gözüm dijital termometreye takıldı, + 68 santigrat dereceyi gösteriyordu! Soğuktan takırdayan çenemle gülmeye çalıştım, Eskişehir Garı'nın çılgın termometresinin mantığına göre bizim çoktan öteki dünyayı boylamış, ahiret-ül yargı sürecini atlatmış, ölçülüp biçildikten sonra yediğimiz haltlardan dolayı cehennemi boylamış olmamız gerekirdi. Şundan emindim ki, Eskişehir asla ve asla cehennem denen o melun yer olamazdı. Cehennem olmak için fazla soğuktu yani. Ve fazla güzel.


Sıcakların benim tahammül sınırımın üzerine çıkmaya başladığı bugünlerde İstanbul'u hava sıcaklığını olduğundan fazla gösteren çılgın termometrelerin sarmasını istiyorum ama beyhude... Termometreler doğrucu davut bu şehirde, hepsi sıcaklık neyse onu gösteriyor.

15 Haziran 2008 Pazar

Saçlarım Dibinden FIRLADI

Elbette olay çok ciddi, herkese geçmiş olsun ama böyle demeç mi verilir be abicim, gül gül bir hal oldum:



Patlama esnasında otomobilinden çıkmakta olan Murat Ağdağ ise, "Patlama nedeniyle çok yüksek bir ses geldi. Tam o sırada kapıyı açmıştım. Patlamanın etkisiyle saçlarım dibinden fırladı. Bir baktım ki saçlarımın bir kısmı dökülmüş. Şu anda omuzlarım dökülmüş saçlarımla doldu" dedi.


Saçlarım Dibinden FIRLADI

Elbette olay çok ciddi, herkese geçmiş olsun ama böyle demeç mi verilir be abicim, gül gül bir hal oldum:



Patlama esnasında otomobilinden çıkmakta olan Murat Ağdağ ise, "Patlama nedeniyle çok yüksek bir ses geldi. Tam o sırada kapıyı açmıştım. Patlamanın etkisiyle saçlarım dibinden fırladı. Bir baktım ki saçlarımın bir kısmı dökülmüş. Şu anda omuzlarım dökülmüş saçlarımla doldu" dedi.


Saçlarım Dibinden FIRLADI

Elbette olay çok ciddi, herkese geçmiş olsun ama böyle demeç mi verilir be abicim, gül gül bir hal oldum:



Patlama esnasında otomobilinden çıkmakta olan Murat Ağdağ ise, "Patlama nedeniyle çok yüksek bir ses geldi. Tam o sırada kapıyı açmıştım. Patlamanın etkisiyle saçlarım dibinden fırladı. Bir baktım ki saçlarımın bir kısmı dökülmüş. Şu anda omuzlarım dökülmüş saçlarımla doldu" dedi.


İnce ince bindirmece...

Hergün binlerce insan süpermarkete alışveriş yapmaya gidiyor. Hergün onbinlerce ürün binbir türlü müşteri ile uğraşmaktan fenalık geçiren asgari ücretli kasiyerlerin elinden geçip evlerin dolaplarına giriyor. Peki onlarca çeşit arasından seçtiğiniz ürünün etiket fiyatı ile kasada ödediğiniz fiyat aynı mı?




Değil. Çoğunlukla 0,55 YKR, 1,99 YTL, 3,49 YTL gibi küsüratlı etiketlerine aldanarak ucuz addedip satın aldığınız ürünlerin fiyatları her nedense kasaya gelene kadar 0,10 ile 0,20 YKR artıveriyor. Bu yuvarlamayı siz parayı tamamlamak için efil efil cep karıştırıp tatlı canınızı sıkmayın diye yapmıyorlar tabi ki. Bir kalem ürün için fazla kaale almadığınız birkaç kuruşluk aldatmaca, toplu alışverişinizin faturasına 2 ila 5 YTL arası bir "bindirme" olarak yansıyor. Bir süpermarketten bir günde alışveriş yapan kişi sayısı düşünülürse, gün sonunda ufacık tefecik kuruşcuklardan elde edilen karı siz varın hesaplayın. Bu kandırmacanın farkına vardığımdan bu yana sıranın arkasında homur homur homurdanan insanlara aldırmadan önce kasiyerlere, akabinde kasaya çağırdıkları sorumlu ya da müdür, her ne diyorlarsa onlara malum el hareketini de icra ederek "maşşalah, farkına varmasak her birinden bir kuruş, onundan on lira bindireceksiniz!" diye üç kuruşumun hesabını sormayı huy edindim. Çoğunun tepkisi "etiket yanlış basılmıştır hanfendü, şimdilik gördüğünüz fiyattan alın, bir daha bu sorun yaşanmayacak." oluyor. Benim aldığım maaşa kimse yanlış etiket basmadığına ve cebime girene kadar zaten orasından burasından kırpıştırıldığına göre göstere göstere soyulmaya hiç niyetli değilim doğrusu. Soyulmaya karşı değilim ama bu anlamda değil...(bknz: teşbih)


Ha, bile göstere gerzek yerine konulup söğüşlenmeyi kabul eden varsa fiyata itiraz edildiğinde "bir-iki kuruşun da hesabını mı yapıyorsun, uzatma hadi be kardeşim!" diye homurdanmaya ve söylenmeye devam eder, durur. Ben de bıyık altından gülüp "müstahaktır" der, geçerim. Yaparım.

İnce ince bindirmece...

Hergün binlerce insan süpermarkete alışveriş yapmaya gidiyor. Hergün onbinlerce ürün binbir türlü müşteri ile uğraşmaktan fenalık geçiren asgari ücretli kasiyerlerin elinden geçip evlerin dolaplarına giriyor. Peki onlarca çeşit arasından seçtiğiniz ürünün etiket fiyatı ile kasada ödediğiniz fiyat aynı mı?




Değil. Çoğunlukla 0,55 YKR, 1,99 YTL, 3,49 YTL gibi küsüratlı etiketlerine aldanarak ucuz addedip satın aldığınız ürünlerin fiyatları her nedense kasaya gelene kadar 0,10 ile 0,20 YKR artıveriyor. Bu yuvarlamayı siz parayı tamamlamak için efil efil cep karıştırıp tatlı canınızı sıkmayın diye yapmıyorlar tabi ki. Bir kalem ürün için fazla kaale almadığınız birkaç kuruşluk aldatmaca, toplu alışverişinizin faturasına 2 ila 5 YTL arası bir "bindirme" olarak yansıyor. Bir süpermarketten bir günde alışveriş yapan kişi sayısı düşünülürse, gün sonunda ufacık tefecik kuruşcuklardan elde edilen karı siz varın hesaplayın. Bu kandırmacanın farkına vardığımdan bu yana sıranın arkasında homur homur homurdanan insanlara aldırmadan önce kasiyerlere, akabinde kasaya çağırdıkları sorumlu ya da müdür, her ne diyorlarsa onlara malum el hareketini de icra ederek "maşşalah, farkına varmasak her birinden bir kuruş, onundan on lira bindireceksiniz!" diye üç kuruşumun hesabını sormayı huy edindim. Çoğunun tepkisi "etiket yanlış basılmıştır hanfendü, şimdilik gördüğünüz fiyattan alın, bir daha bu sorun yaşanmayacak." oluyor. Benim aldığım maaşa kimse yanlış etiket basmadığına ve cebime girene kadar zaten orasından burasından kırpıştırıldığına göre göstere göstere soyulmaya hiç niyetli değilim doğrusu. Soyulmaya karşı değilim ama bu anlamda değil...(bknz: teşbih)


Ha, bile göstere gerzek yerine konulup söğüşlenmeyi kabul eden varsa fiyata itiraz edildiğinde "bir-iki kuruşun da hesabını mı yapıyorsun, uzatma hadi be kardeşim!" diye homurdanmaya ve söylenmeye devam eder, durur. Ben de bıyık altından gülüp "müstahaktır" der, geçerim. Yaparım.

İnce ince bindirmece...

Hergün binlerce insan süpermarkete alışveriş yapmaya gidiyor. Hergün onbinlerce ürün binbir türlü müşteri ile uğraşmaktan fenalık geçiren asgari ücretli kasiyerlerin elinden geçip evlerin dolaplarına giriyor. Peki onlarca çeşit arasından seçtiğiniz ürünün etiket fiyatı ile kasada ödediğiniz fiyat aynı mı?




Değil. Çoğunlukla 0,55 YKR, 1,99 YTL, 3,49 YTL gibi küsüratlı etiketlerine aldanarak ucuz addedip satın aldığınız ürünlerin fiyatları her nedense kasaya gelene kadar 0,10 ile 0,20 YKR artıveriyor. Bu yuvarlamayı siz parayı tamamlamak için efil efil cep karıştırıp tatlı canınızı sıkmayın diye yapmıyorlar tabi ki. Bir kalem ürün için fazla kaale almadığınız birkaç kuruşluk aldatmaca, toplu alışverişinizin faturasına 2 ila 5 YTL arası bir "bindirme" olarak yansıyor. Bir süpermarketten bir günde alışveriş yapan kişi sayısı düşünülürse, gün sonunda ufacık tefecik kuruşcuklardan elde edilen karı siz varın hesaplayın. Bu kandırmacanın farkına vardığımdan bu yana sıranın arkasında homur homur homurdanan insanlara aldırmadan önce kasiyerlere, akabinde kasaya çağırdıkları sorumlu ya da müdür, her ne diyorlarsa onlara malum el hareketini de icra ederek "maşşalah, farkına varmasak her birinden bir kuruş, onundan on lira bindireceksiniz!" diye üç kuruşumun hesabını sormayı huy edindim. Çoğunun tepkisi "etiket yanlış basılmıştır hanfendü, şimdilik gördüğünüz fiyattan alın, bir daha bu sorun yaşanmayacak." oluyor. Benim aldığım maaşa kimse yanlış etiket basmadığına ve cebime girene kadar zaten orasından burasından kırpıştırıldığına göre göstere göstere soyulmaya hiç niyetli değilim doğrusu. Soyulmaya karşı değilim ama bu anlamda değil...(bknz: teşbih)


Ha, bile göstere gerzek yerine konulup söğüşlenmeyi kabul eden varsa fiyata itiraz edildiğinde "bir-iki kuruşun da hesabını mı yapıyorsun, uzatma hadi be kardeşim!" diye homurdanmaya ve söylenmeye devam eder, durur. Ben de bıyık altından gülüp "müstahaktır" der, geçerim. Yaparım.

13 Haziran 2008 Cuma

Boşuna Nifak Tohumları Ekmeyin, İşçi Öleceğini Bilerek İşe Gitmeli...


Deniz Ticaret Odası Başkanı Kalkavan, son yedi ayda 14 işçinin öldüğü Tuzla tersaneleriyle ilgili "İşlediğin çelik, pamuk değil. Biz tekstil atölyesi değiliz. İşçinin ölebileceğini bilmesi lazım" dedi...



İşte olayın özü özeti aslında budur! Tersane işçisi her sabah bir daha dönmemecesine işe gittiğinin veya işinin ne denli tehlikeli olabileceğinin farkında bile değil! Bu tersane işçiliği öyle karlı, öyle karlı bir iş ki, insanlar öleceklerini bile bile kazançlı bir kapıya yaslanmış, gidiyorlar! Öyle aymaz, öyle gamsız, öyle cahiller ki, sevgili işverenleri çalışma saatlerini doğru dürüst ayarladığı halde günde 15-16 saat çalışmaya devam ediyor, bütün sosyal güvenlik hakları verildiği halde sigortasız çalışıyor, üstüne üstük her türlü güvenlik önlemi alınmasına karşın kendilerini iskelelerden patır patır aşağıya bırakıyorlar! Hani Türkiye ekonomisi büyüdükçe büyüyor ya, kökü dışarda olan kimi kötücül mihraklar, yani Türkiye'nin gelişmesini istemeyen düşman zihniyetler falan uyduruyor bu tersanelerin içinde bulunduğu keşmekeşi. Biliyorsunuz, sosyal haklar işverenin bir zorunluluğu ya da sorumluluğu değil, içinden geldiği için işçiye sunduğu bir lütuf, bir ihsan, bir büyüklük... Yapmasalar da olur yani, ama içleri öyle iyilikle dolup taşıyor ki, işçiye kıyamıyorlar. Ve son 6 ayda 14 işçinin ölmesi yüzünden öyle azap içindeler ki, geceleri uykuları kaçıyor ve uykusuz geçen gecenin ardından şu lafları edebiliyorlar.


Yaaaa...

Siz de bilip bilmeden öyle lagaluga...

Boşuna Nifak Tohumları Ekmeyin, İşçi Öleceğini Bilerek İşe Gitmeli...


Deniz Ticaret Odası Başkanı Kalkavan, son yedi ayda 14 işçinin öldüğü Tuzla tersaneleriyle ilgili "İşlediğin çelik, pamuk değil. Biz tekstil atölyesi değiliz. İşçinin ölebileceğini bilmesi lazım" dedi...



İşte olayın özü özeti aslında budur! Tersane işçisi her sabah bir daha dönmemecesine işe gittiğinin veya işinin ne denli tehlikeli olabileceğinin farkında bile değil! Bu tersane işçiliği öyle karlı, öyle karlı bir iş ki, insanlar öleceklerini bile bile kazançlı bir kapıya yaslanmış, gidiyorlar! Öyle aymaz, öyle gamsız, öyle cahiller ki, sevgili işverenleri çalışma saatlerini doğru dürüst ayarladığı halde günde 15-16 saat çalışmaya devam ediyor, bütün sosyal güvenlik hakları verildiği halde sigortasız çalışıyor, üstüne üstük her türlü güvenlik önlemi alınmasına karşın kendilerini iskelelerden patır patır aşağıya bırakıyorlar! Hani Türkiye ekonomisi büyüdükçe büyüyor ya, kökü dışarda olan kimi kötücül mihraklar, yani Türkiye'nin gelişmesini istemeyen düşman zihniyetler falan uyduruyor bu tersanelerin içinde bulunduğu keşmekeşi. Biliyorsunuz, sosyal haklar işverenin bir zorunluluğu ya da sorumluluğu değil, içinden geldiği için işçiye sunduğu bir lütuf, bir ihsan, bir büyüklük... Yapmasalar da olur yani, ama içleri öyle iyilikle dolup taşıyor ki, işçiye kıyamıyorlar. Ve son 6 ayda 14 işçinin ölmesi yüzünden öyle azap içindeler ki, geceleri uykuları kaçıyor ve uykusuz geçen gecenin ardından şu lafları edebiliyorlar.


Yaaaa...

Siz de bilip bilmeden öyle lagaluga...

Boşuna Nifak Tohumları Ekmeyin, İşçi Öleceğini Bilerek İşe Gitmeli...


Deniz Ticaret Odası Başkanı Kalkavan, son yedi ayda 14 işçinin öldüğü Tuzla tersaneleriyle ilgili "İşlediğin çelik, pamuk değil. Biz tekstil atölyesi değiliz. İşçinin ölebileceğini bilmesi lazım" dedi...



İşte olayın özü özeti aslında budur! Tersane işçisi her sabah bir daha dönmemecesine işe gittiğinin veya işinin ne denli tehlikeli olabileceğinin farkında bile değil! Bu tersane işçiliği öyle karlı, öyle karlı bir iş ki, insanlar öleceklerini bile bile kazançlı bir kapıya yaslanmış, gidiyorlar! Öyle aymaz, öyle gamsız, öyle cahiller ki, sevgili işverenleri çalışma saatlerini doğru dürüst ayarladığı halde günde 15-16 saat çalışmaya devam ediyor, bütün sosyal güvenlik hakları verildiği halde sigortasız çalışıyor, üstüne üstük her türlü güvenlik önlemi alınmasına karşın kendilerini iskelelerden patır patır aşağıya bırakıyorlar! Hani Türkiye ekonomisi büyüdükçe büyüyor ya, kökü dışarda olan kimi kötücül mihraklar, yani Türkiye'nin gelişmesini istemeyen düşman zihniyetler falan uyduruyor bu tersanelerin içinde bulunduğu keşmekeşi. Biliyorsunuz, sosyal haklar işverenin bir zorunluluğu ya da sorumluluğu değil, içinden geldiği için işçiye sunduğu bir lütuf, bir ihsan, bir büyüklük... Yapmasalar da olur yani, ama içleri öyle iyilikle dolup taşıyor ki, işçiye kıyamıyorlar. Ve son 6 ayda 14 işçinin ölmesi yüzünden öyle azap içindeler ki, geceleri uykuları kaçıyor ve uykusuz geçen gecenin ardından şu lafları edebiliyorlar.


Yaaaa...

Siz de bilip bilmeden öyle lagaluga...

12 Haziran 2008 Perşembe

Gavur Mahallesi

Bir Zamanlar “Gavur Mahallesi...”

Yazar Vital Cuinet, “Osmanlı Asya Vilayetleri” adlı eserinde, 1890 yılında, Diyarbakır Şehrinin nüfusunu 35.000 kişi olarak vermektedir. Bu nüfusun 20.142’si Müslüman, 10.259’u Ermeni, 960’ı Rum, 999’u Katolik Keldani, 1350’si Suriyeli Katolik ve Yakubi, 284’ü Yahudi olarak ayrıntılandırılmaktadır.


“... Mecliste bulunanlar hep beraber zihinleriyle Diyarbekir “kuçe”lerinde gezinerek “ğhane ğhane” Ermeni evlerini saymaya, bu evlerde yaşayan Ermenilerin nereli, ana, baba, “olığ çocığ” kaç kişi olduklarını tespit etmeye çalışırlardı. Bunun için Hançepek’te, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Gavur Mahallesi ya da Gavur Meydanı’nın hangi sokağından başlayıp, hangi yoldan yürüyüp en son nerede, hangi sokakta bu sayma işine son vereceklerini kararlaştırırlardı...”


Fotoğraf: Müjgan Arpat



“Demağ ki, Diyarbekir’de üç yüz elli ğhane Hay var...”
Bu dönem, Margosyan’ın anılarında yaşam biçimi olarak da gözlerimizin önünde canlanıyor:
“... Yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nişo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya, kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani asıllı attar Yusuf ile dükkan komşusu Süryani asıllı berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.”


.............


“... Diyarbakır’da yaşıyorsunuz. Her sabah erkenden kalkıp işinize, sıvacılığa gidiyorsunuz. Yolda yürürken, tanıdık, eş, dost, akraba, bir sürü insana rastlıyorsunuz. Kimine Ermenice “pariluys”, kimine Arapça “selamünaleyküm” diyorsunuz; akşam, kireç, harç, badana, boya karışımı elbisenizle işten dönerken de, yine kimilerine Ermenice “parirgun”, bazılarına Türkçe “iyi akşamlar”, başkalarına da Kürtçe “evarete ğher” deyip, omzunuzda taşıdığınız kocaman karpuzunuzla eve giriyorsunuz;...”


KALANLAR... GELENLER...
“Gavur Mahallesi”nden Ne Kaldı?
Şimdi ise Diyarbakır’da yalnızca üç Ermeni, 18 Süryani, 30 kadar Keldani yaşadığı biliniyor. Gavur Mahallesi’nde ise hiç yok... Yok mu?


Fotoğraf: Müjgan Arpat



GAVUR MAHALLESİ – KALANLAR / GELENLER Sergisinde, fotoğrafçı Müjgan Arpat, Gavur Mahallesi’nin son beş yılının öyküsünü anlatıyor.


Müjgan Arpat beş yıl boyunca Gavur Mahallesini karış karış gezdi, insanlarla tanıştı, binlerce fotoğraf çekti. “Kalanları” fotoğrafladı, iki yıl önce kiliseleri kullanılmaz hale gelen Ermenilerin, Süryani kilisesine taşınıp ibadetlerini burada sürdürmelerine, bir mezar taşının yok olmasına tanık oldu. Kalan evlerin ve işyerlerinin yeni sakinleri, zorunlu göç mağduru yoksul Kürt ailelerin buralardaki “yeni yaşamlarını” gözledi. Sığındıkları mekanı tanımayan, Türkçe bilmeyen, yoksunluğa ve acılara direnen insanları... Müjgan Arpat, iki ayrı dünyanın bağını fotoğraflarla kurdu...


Bu sergi de iki bölümden oluşuyor... “Kalanlar” bölümü, dönemin “Gavur Mahallesi”nde yaşayanların izini sürüyor. Varolmaya direneni, direnemeyeni, silineni.... Ermenilerden, Süryanilerden, Keldanilerden kim kaldı? Kalamayanlar ne bıraktılar arkalarında? “Gelenler” bölümü ise zorunlu göçle gelip mahalleye yerleşen Kürt ailelerinin fotoğraflarından oluşuyor. Terk edilmiş izlerin üzerine yerleşen terk edenlerin dramını sergiliyor.
Serginin bütünü ise üst üste binmiş acıların temassızlığını anlatıyor. Aslında temas kurmaya çalışıyor.


Fotoğraf bir ışık olabilir mi? Silinmiş izleri yeniden konuşturabilir mi? Bir fotoğrafçı nasıl yüzleşir kendi tarihiyle? Bilmediği geçmişin acısını nasıl görüntüler? Müjgan bir umutla sarılmış makinesine.


Müjgan’ın fotoğrafları bu sorulara yanıt veriyor.

Sergi 14 Haziran' a kadar
Karşı' da.

Gavur Mahallesi

Bir Zamanlar “Gavur Mahallesi...”

Yazar Vital Cuinet, “Osmanlı Asya Vilayetleri” adlı eserinde, 1890 yılında, Diyarbakır Şehrinin nüfusunu 35.000 kişi olarak vermektedir. Bu nüfusun 20.142’si Müslüman, 10.259’u Ermeni, 960’ı Rum, 999’u Katolik Keldani, 1350’si Suriyeli Katolik ve Yakubi, 284’ü Yahudi olarak ayrıntılandırılmaktadır.


“... Mecliste bulunanlar hep beraber zihinleriyle Diyarbekir “kuçe”lerinde gezinerek “ğhane ğhane” Ermeni evlerini saymaya, bu evlerde yaşayan Ermenilerin nereli, ana, baba, “olığ çocığ” kaç kişi olduklarını tespit etmeye çalışırlardı. Bunun için Hançepek’te, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Gavur Mahallesi ya da Gavur Meydanı’nın hangi sokağından başlayıp, hangi yoldan yürüyüp en son nerede, hangi sokakta bu sayma işine son vereceklerini kararlaştırırlardı...”


Fotoğraf: Müjgan Arpat



“Demağ ki, Diyarbekir’de üç yüz elli ğhane Hay var...”
Bu dönem, Margosyan’ın anılarında yaşam biçimi olarak da gözlerimizin önünde canlanıyor:
“... Yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nişo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya, kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani asıllı attar Yusuf ile dükkan komşusu Süryani asıllı berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.”


.............


“... Diyarbakır’da yaşıyorsunuz. Her sabah erkenden kalkıp işinize, sıvacılığa gidiyorsunuz. Yolda yürürken, tanıdık, eş, dost, akraba, bir sürü insana rastlıyorsunuz. Kimine Ermenice “pariluys”, kimine Arapça “selamünaleyküm” diyorsunuz; akşam, kireç, harç, badana, boya karışımı elbisenizle işten dönerken de, yine kimilerine Ermenice “parirgun”, bazılarına Türkçe “iyi akşamlar”, başkalarına da Kürtçe “evarete ğher” deyip, omzunuzda taşıdığınız kocaman karpuzunuzla eve giriyorsunuz;...”


KALANLAR... GELENLER...
“Gavur Mahallesi”nden Ne Kaldı?
Şimdi ise Diyarbakır’da yalnızca üç Ermeni, 18 Süryani, 30 kadar Keldani yaşadığı biliniyor. Gavur Mahallesi’nde ise hiç yok... Yok mu?


Fotoğraf: Müjgan Arpat



GAVUR MAHALLESİ – KALANLAR / GELENLER Sergisinde, fotoğrafçı Müjgan Arpat, Gavur Mahallesi’nin son beş yılının öyküsünü anlatıyor.


Müjgan Arpat beş yıl boyunca Gavur Mahallesini karış karış gezdi, insanlarla tanıştı, binlerce fotoğraf çekti. “Kalanları” fotoğrafladı, iki yıl önce kiliseleri kullanılmaz hale gelen Ermenilerin, Süryani kilisesine taşınıp ibadetlerini burada sürdürmelerine, bir mezar taşının yok olmasına tanık oldu. Kalan evlerin ve işyerlerinin yeni sakinleri, zorunlu göç mağduru yoksul Kürt ailelerin buralardaki “yeni yaşamlarını” gözledi. Sığındıkları mekanı tanımayan, Türkçe bilmeyen, yoksunluğa ve acılara direnen insanları... Müjgan Arpat, iki ayrı dünyanın bağını fotoğraflarla kurdu...


Bu sergi de iki bölümden oluşuyor... “Kalanlar” bölümü, dönemin “Gavur Mahallesi”nde yaşayanların izini sürüyor. Varolmaya direneni, direnemeyeni, silineni.... Ermenilerden, Süryanilerden, Keldanilerden kim kaldı? Kalamayanlar ne bıraktılar arkalarında? “Gelenler” bölümü ise zorunlu göçle gelip mahalleye yerleşen Kürt ailelerinin fotoğraflarından oluşuyor. Terk edilmiş izlerin üzerine yerleşen terk edenlerin dramını sergiliyor.
Serginin bütünü ise üst üste binmiş acıların temassızlığını anlatıyor. Aslında temas kurmaya çalışıyor.


Fotoğraf bir ışık olabilir mi? Silinmiş izleri yeniden konuşturabilir mi? Bir fotoğrafçı nasıl yüzleşir kendi tarihiyle? Bilmediği geçmişin acısını nasıl görüntüler? Müjgan bir umutla sarılmış makinesine.


Müjgan’ın fotoğrafları bu sorulara yanıt veriyor.

Sergi 14 Haziran' a kadar
Karşı' da.

Gavur Mahallesi

Bir Zamanlar “Gavur Mahallesi...”

Yazar Vital Cuinet, “Osmanlı Asya Vilayetleri” adlı eserinde, 1890 yılında, Diyarbakır Şehrinin nüfusunu 35.000 kişi olarak vermektedir. Bu nüfusun 20.142’si Müslüman, 10.259’u Ermeni, 960’ı Rum, 999’u Katolik Keldani, 1350’si Suriyeli Katolik ve Yakubi, 284’ü Yahudi olarak ayrıntılandırılmaktadır.


“... Mecliste bulunanlar hep beraber zihinleriyle Diyarbekir “kuçe”lerinde gezinerek “ğhane ğhane” Ermeni evlerini saymaya, bu evlerde yaşayan Ermenilerin nereli, ana, baba, “olığ çocığ” kaç kişi olduklarını tespit etmeye çalışırlardı. Bunun için Hançepek’te, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Gavur Mahallesi ya da Gavur Meydanı’nın hangi sokağından başlayıp, hangi yoldan yürüyüp en son nerede, hangi sokakta bu sayma işine son vereceklerini kararlaştırırlardı...”


Fotoğraf: Müjgan Arpat



“Demağ ki, Diyarbekir’de üç yüz elli ğhane Hay var...”
Bu dönem, Margosyan’ın anılarında yaşam biçimi olarak da gözlerimizin önünde canlanıyor:
“... Yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nişo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya, kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani asıllı attar Yusuf ile dükkan komşusu Süryani asıllı berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.”


.............


“... Diyarbakır’da yaşıyorsunuz. Her sabah erkenden kalkıp işinize, sıvacılığa gidiyorsunuz. Yolda yürürken, tanıdık, eş, dost, akraba, bir sürü insana rastlıyorsunuz. Kimine Ermenice “pariluys”, kimine Arapça “selamünaleyküm” diyorsunuz; akşam, kireç, harç, badana, boya karışımı elbisenizle işten dönerken de, yine kimilerine Ermenice “parirgun”, bazılarına Türkçe “iyi akşamlar”, başkalarına da Kürtçe “evarete ğher” deyip, omzunuzda taşıdığınız kocaman karpuzunuzla eve giriyorsunuz;...”


KALANLAR... GELENLER...
“Gavur Mahallesi”nden Ne Kaldı?
Şimdi ise Diyarbakır’da yalnızca üç Ermeni, 18 Süryani, 30 kadar Keldani yaşadığı biliniyor. Gavur Mahallesi’nde ise hiç yok... Yok mu?


Fotoğraf: Müjgan Arpat



GAVUR MAHALLESİ – KALANLAR / GELENLER Sergisinde, fotoğrafçı Müjgan Arpat, Gavur Mahallesi’nin son beş yılının öyküsünü anlatıyor.


Müjgan Arpat beş yıl boyunca Gavur Mahallesini karış karış gezdi, insanlarla tanıştı, binlerce fotoğraf çekti. “Kalanları” fotoğrafladı, iki yıl önce kiliseleri kullanılmaz hale gelen Ermenilerin, Süryani kilisesine taşınıp ibadetlerini burada sürdürmelerine, bir mezar taşının yok olmasına tanık oldu. Kalan evlerin ve işyerlerinin yeni sakinleri, zorunlu göç mağduru yoksul Kürt ailelerin buralardaki “yeni yaşamlarını” gözledi. Sığındıkları mekanı tanımayan, Türkçe bilmeyen, yoksunluğa ve acılara direnen insanları... Müjgan Arpat, iki ayrı dünyanın bağını fotoğraflarla kurdu...


Bu sergi de iki bölümden oluşuyor... “Kalanlar” bölümü, dönemin “Gavur Mahallesi”nde yaşayanların izini sürüyor. Varolmaya direneni, direnemeyeni, silineni.... Ermenilerden, Süryanilerden, Keldanilerden kim kaldı? Kalamayanlar ne bıraktılar arkalarında? “Gelenler” bölümü ise zorunlu göçle gelip mahalleye yerleşen Kürt ailelerinin fotoğraflarından oluşuyor. Terk edilmiş izlerin üzerine yerleşen terk edenlerin dramını sergiliyor.
Serginin bütünü ise üst üste binmiş acıların temassızlığını anlatıyor. Aslında temas kurmaya çalışıyor.


Fotoğraf bir ışık olabilir mi? Silinmiş izleri yeniden konuşturabilir mi? Bir fotoğrafçı nasıl yüzleşir kendi tarihiyle? Bilmediği geçmişin acısını nasıl görüntüler? Müjgan bir umutla sarılmış makinesine.


Müjgan’ın fotoğrafları bu sorulara yanıt veriyor.

Sergi 14 Haziran' a kadar
Karşı' da.

9 Haziran 2008 Pazartesi

...

Üniversitedeyken herkesin nedense pek suratsız ve ketum olduğu İtalyanca sınıfıma ilk girdiğimde havanın ağırlığına dayanamamış ve duyulabilecek bir sesle "I am an ALIEN, I am a legal ALIEN, I am an Englishman in New York..." diye şarkı söylemiş, en azından birkaç kişi ile olsun iletişim kurmayı başarmıştım. Çalışan bir ailenin tek çocuğu olmanın verdiği "kendi kendine yetebilme" avantajını yüzlerin yabancı ve anlamsız geldiği kalabalıklarda iyi kullandığıma inanırım. Böyle anlarda aklıma The Doors'un fevkalade güzellikteki şarkısı "People Are Strange, When You are Stranger" gelir. "Kim bu insanlar, neden buradalar, ben neden buradayım, ne hakkında konuşuyorlar, bu konuşulanlar gerçekten beni ilgilendiriyor mu?" diye sorgulamaya başladıysam eğer, yalnızlığımın tadını çıkarma zamanım gelmiş demektir. Sanılanın aksine, yabancılık, kalabalıklar içinde yalnızlık veya suratların anlamsızlığı gibi terimleri korkutucu bulmam.



Ama şu ara müzik bile kurtaramıyor beni... Huzursuzum, takıntılarım ve takılmalarım had safhada ve ağzımdan çıkan sözcüklerin bana ait olmadığını falan düşünmeye başladım ki sanırım en kötüsü de bu: "bu ben miyim?" diye sürekli sorup durmak.



Şu ara bir Ciguli konseri ne iyi giderdi... Ama yok, Dire Straits ile idare...


Mark Knopfler mı dediniz? Cık... Pahalı.


Kızlar kızları korur...


Terrible Angels-Coco Rosie



Home is Where It Hurts-Camille



You are My Sister-Antony and The Johnsons



...

Üniversitedeyken herkesin nedense pek suratsız ve ketum olduğu İtalyanca sınıfıma ilk girdiğimde havanın ağırlığına dayanamamış ve duyulabilecek bir sesle "I am an ALIEN, I am a legal ALIEN, I am an Englishman in New York..." diye şarkı söylemiş, en azından birkaç kişi ile olsun iletişim kurmayı başarmıştım. Çalışan bir ailenin tek çocuğu olmanın verdiği "kendi kendine yetebilme" avantajını yüzlerin yabancı ve anlamsız geldiği kalabalıklarda iyi kullandığıma inanırım. Böyle anlarda aklıma The Doors'un fevkalade güzellikteki şarkısı "People Are Strange, When You are Stranger" gelir. "Kim bu insanlar, neden buradalar, ben neden buradayım, ne hakkında konuşuyorlar, bu konuşulanlar gerçekten beni ilgilendiriyor mu?" diye sorgulamaya başladıysam eğer, yalnızlığımın tadını çıkarma zamanım gelmiş demektir. Sanılanın aksine, yabancılık, kalabalıklar içinde yalnızlık veya suratların anlamsızlığı gibi terimleri korkutucu bulmam.



Ama şu ara müzik bile kurtaramıyor beni... Huzursuzum, takıntılarım ve takılmalarım had safhada ve ağzımdan çıkan sözcüklerin bana ait olmadığını falan düşünmeye başladım ki sanırım en kötüsü de bu: "bu ben miyim?" diye sürekli sorup durmak.



Şu ara bir Ciguli konseri ne iyi giderdi... Ama yok, Dire Straits ile idare...


Mark Knopfler mı dediniz? Cık... Pahalı.


Kızlar kızları korur...


Terrible Angels-Coco Rosie



Home is Where It Hurts-Camille



You are My Sister-Antony and The Johnsons



...

Üniversitedeyken herkesin nedense pek suratsız ve ketum olduğu İtalyanca sınıfıma ilk girdiğimde havanın ağırlığına dayanamamış ve duyulabilecek bir sesle "I am an ALIEN, I am a legal ALIEN, I am an Englishman in New York..." diye şarkı söylemiş, en azından birkaç kişi ile olsun iletişim kurmayı başarmıştım. Çalışan bir ailenin tek çocuğu olmanın verdiği "kendi kendine yetebilme" avantajını yüzlerin yabancı ve anlamsız geldiği kalabalıklarda iyi kullandığıma inanırım. Böyle anlarda aklıma The Doors'un fevkalade güzellikteki şarkısı "People Are Strange, When You are Stranger" gelir. "Kim bu insanlar, neden buradalar, ben neden buradayım, ne hakkında konuşuyorlar, bu konuşulanlar gerçekten beni ilgilendiriyor mu?" diye sorgulamaya başladıysam eğer, yalnızlığımın tadını çıkarma zamanım gelmiş demektir. Sanılanın aksine, yabancılık, kalabalıklar içinde yalnızlık veya suratların anlamsızlığı gibi terimleri korkutucu bulmam.



Ama şu ara müzik bile kurtaramıyor beni... Huzursuzum, takıntılarım ve takılmalarım had safhada ve ağzımdan çıkan sözcüklerin bana ait olmadığını falan düşünmeye başladım ki sanırım en kötüsü de bu: "bu ben miyim?" diye sürekli sorup durmak.



Şu ara bir Ciguli konseri ne iyi giderdi... Ama yok, Dire Straits ile idare...


Mark Knopfler mı dediniz? Cık... Pahalı.


Kızlar kızları korur...


Terrible Angels-Coco Rosie



Home is Where It Hurts-Camille



You are My Sister-Antony and The Johnsons



8 Haziran 2008 Pazar

Hepsi hepsi duvarda bir tuğlayız hepimiz...

Salon sosyalisti Roger Waters, ulusal ekonomik çıkarların arasından "ayın karanlık yüzüne" bakıyor. Belki de dediği doğrudur, kapitalizmin tek iyi yanı insanlara yardım edebilmektir, pastanın büyük dilimini yiyenlerden arta kalanlarla doyan insanları seyredip mutlu olmaktır, falandır, filandır.


Hepsi hepsi duvarda bir tuğlayız hepimiz...

Salon sosyalisti Roger Waters, ulusal ekonomik çıkarların arasından "ayın karanlık yüzüne" bakıyor. Belki de dediği doğrudur, kapitalizmin tek iyi yanı insanlara yardım edebilmektir, pastanın büyük dilimini yiyenlerden arta kalanlarla doyan insanları seyredip mutlu olmaktır, falandır, filandır.


Hepsi hepsi duvarda bir tuğlayız hepimiz...

Salon sosyalisti Roger Waters, ulusal ekonomik çıkarların arasından "ayın karanlık yüzüne" bakıyor. Belki de dediği doğrudur, kapitalizmin tek iyi yanı insanlara yardım edebilmektir, pastanın büyük dilimini yiyenlerden arta kalanlarla doyan insanları seyredip mutlu olmaktır, falandır, filandır.


5 Haziran 2008 Perşembe

Dünya Isınsın, Kadınlar Açılsın-Saçılsın (!)

Bu küresel ısınma denen illet popüler ve herkesin bilip bilmeden ahkam kestiği bir konu olmaya başladığından beri ne yazık ki ciddiyetini yitirmeye başladı. İnsanların kendi arasında yaptığı esprileri falan bir tarafa bırakın, koca koca şirketler, bankalar ya da holdingler sosyal sorumluluk adı altında ürün ve hizmet pazarlarken küresel ısınma gerçeğini herkesin ballı börek gibi yutabileceği kıvama getirip hafiflettiler. Bunun son örneğini Mediz tarafından gönderilen bir basın duyurusunda gördüm. Olduğu gibi aşağıya aktarıyor ve yorumu size bırakıyorum:


Bizler, “Medyada Cinsiyetçiliğe Son! Cinsiyetci Reklamlara Son!” derken TBWA Reklam Ajansı’nın Küresel Isınmaya karşı duyarlılığı artırmak üzere “sosyal sorumluluk” projesi olarak hazırladığı web sayfası ile karşılaştık! www.simsicakgeceler.com adresinde “Ateşli Geceler / Ateşli bir geceye hazır mısın?” başlığıyla açılan web sayfası bir porno sitesi formatında hazırlanmış.Sayfada bikinili, iç çamaşırlı kadınların fotoğrafları var ve soyunmaları için üzerlerine tıklamaya davet ediliyoruz. Tıklayınca striptiz yapmaya başlıyor ve ardından da bize:


Sımsıcak Geceler Geliyor! Küresel Isınmaya Karşı Önlemini Al! diye sesleniyorlar.


Bizler bu projenizde hiçbir yaratıcılık görmediğimiz gibi, reklam sektöründeki cinsiyetçiyaklaşımlardan; kadınları aşağılayan, metalaştıran, klişelere dayalı ve aslında yeni bir şey de söylemeyen bu tür “yaratıcılıklarınızdan” bıktık!


Bu sayfayı hazırlayan ve bunu ‘sosyal sorumluluk’ adına yaptığını iddia eden TBWA Reklam Ajansı’na soruyoruz:


Sosyal sorumluluk derken, kendinizi toplumun hangi kesimine karşı sorumlu hissediyorsunuz? Kadınlar neden her seferinde sorumluluk anlayışınızın dışında kalıyorlar?


Ürünlerinizi satmak için kadınların bedenlerini reklam pazarına sürmekten, pornografiden, tabulardan beslenmekten başka bir ‘yaratıcı’ yol bulamıyor musunuz?


Kadinlar bu ülkenin, bu dünyanın yarısı ve pornografi kadınları erkeklerin cinsel kölesi olarak kullanan epeyce karlı ve maalesef tüketeni çok bir sektör... Bu kar ve tüketimi fırsat bilerek, bunu topluma bir ‘sosyal sorumluluk projesi’ olarak satmaya kalkamazsınız! Farkında değil misiniz: Ne adına yapılırsa yapılsın, pornografi ve kadınların bedenlerinin metalaştırılması kadınlara karşı işlenen suçları, özellikle de cinsel suçları artırıyor ve hepimizin geleceğini küresel ısınma kadar tehlikeli bir cehenneme sürüklüyor. TBWA Reklam Ajansı’nı, siteyi acilen yayından kaldırmaya; kadınların zihinsel, bedensel bütünlüğünü ihlal ederek cinsiyet ayrımcılığı yapan bu zihniyetden uzak durmaya ve üzerine düşen sosyal sorumluluğu gerçek anlamda üstlenmeye davet ediyoruz.


İlgili kuruluşları ve tüm kamuoyunu “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” mantığıyla hareket ederek ciddi anlamda “sorumsuzluk” örneği sergileyen bu tür firmalara ve reklamlarına tepki göstermeye çağırıyoruz.


Kadınların Medya İzleme Grubu/MEDİZ: [Adana Kadın Hukukçular İnisiyatifi, Amargi, Ankaralı Feministler, Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi, Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu (AKL-TK), Denizli Kadın Platformu, Feminist Kadın Çevresi, Filmmor Kadın Kooperatifi, İris Eşitlik Gözlem Grubu, İstanbul Kadın Hukukçular İnisiyatifi, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, İzmir Kadın Hukukçular İnisiyatifi, KADAV - Yeni Adım Sitesi, KA-DER, Kadın Dayanışma Vakfı, Kadının İnsan Hakları - Yeni Çözümler Vakfı, Kadınlarla Dayanışma Vakfı, KAMER, Kırk Örük Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kooperatifi, Mor Çatı, Pazartesi Dergisi, SOGEP, Van Kadın Derneği, Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi ]


Yukarıda sözü geçen www.simsicakgeceler.com şu anda servis dışı görünüyor. Anlaşılan gelen tepkiler sonuç vermiş. Ancak çoğu sorun gibi hafife alınmaya ya da yok sayılmaya çalışılan küresel ısınma konusunu yaratıcı fikirlerle anlatmanın yolu varken “sımsıcak geceler” muhabbetiyle dikkat çekmeye çalışmak… Yani ne bileyim, zaten ters teperdi gibime geliyor. Bu reklamı gören adam “ulan küresel ısınma kadınları böyle kıçı açık, başı kabak bırakacaksa ısınalım anasını satayım!” demez mi? Verilmek istenen mesaj böylece elde patlamaz mı?


Neyse ki yaratıcı ve asla sakil olmayan ve küresel ısınma konusunu hafife almadan hakkıyla anlatmayı başaran yayınlar ve konuyu çarpıcı bir biçimde gündeme getirmeye çalışan kişiler hala var. Örneğin geçtiğimiz yaz yaşanan susuzluğun dağarcığımıza kattığı “panzer bize su sıksana” sloganı, Kate Evans’ın “Acayip Havalar” adlı çizgi romanı ya da Aydilge’nin “Dünyanın Kalbi Durmasın” adlı projesi gibi… Bir de adı felaket tellalına çıksa da her sabah konuyla ilgili en az 45 dakika konuşan ve bu anlamda Türkiye'de bir ilki gerçekleştiren Ömer Madra var ki, hakkı asla ödenmez.

Dünya Isınsın, Kadınlar Açılsın-Saçılsın (!)

Bu küresel ısınma denen illet popüler ve herkesin bilip bilmeden ahkam kestiği bir konu olmaya başladığından beri ne yazık ki ciddiyetini yitirmeye başladı. İnsanların kendi arasında yaptığı esprileri falan bir tarafa bırakın, koca koca şirketler, bankalar ya da holdingler sosyal sorumluluk adı altında ürün ve hizmet pazarlarken küresel ısınma gerçeğini herkesin ballı börek gibi yutabileceği kıvama getirip hafiflettiler. Bunun son örneğini Mediz tarafından gönderilen bir basın duyurusunda gördüm. Olduğu gibi aşağıya aktarıyor ve yorumu size bırakıyorum:


Bizler, “Medyada Cinsiyetçiliğe Son! Cinsiyetci Reklamlara Son!” derken TBWA Reklam Ajansı’nın Küresel Isınmaya karşı duyarlılığı artırmak üzere “sosyal sorumluluk” projesi olarak hazırladığı web sayfası ile karşılaştık! www.simsicakgeceler.com adresinde “Ateşli Geceler / Ateşli bir geceye hazır mısın?” başlığıyla açılan web sayfası bir porno sitesi formatında hazırlanmış.Sayfada bikinili, iç çamaşırlı kadınların fotoğrafları var ve soyunmaları için üzerlerine tıklamaya davet ediliyoruz. Tıklayınca striptiz yapmaya başlıyor ve ardından da bize:


Sımsıcak Geceler Geliyor! Küresel Isınmaya Karşı Önlemini Al! diye sesleniyorlar.


Bizler bu projenizde hiçbir yaratıcılık görmediğimiz gibi, reklam sektöründeki cinsiyetçiyaklaşımlardan; kadınları aşağılayan, metalaştıran, klişelere dayalı ve aslında yeni bir şey de söylemeyen bu tür “yaratıcılıklarınızdan” bıktık!


Bu sayfayı hazırlayan ve bunu ‘sosyal sorumluluk’ adına yaptığını iddia eden TBWA Reklam Ajansı’na soruyoruz:


Sosyal sorumluluk derken, kendinizi toplumun hangi kesimine karşı sorumlu hissediyorsunuz? Kadınlar neden her seferinde sorumluluk anlayışınızın dışında kalıyorlar?


Ürünlerinizi satmak için kadınların bedenlerini reklam pazarına sürmekten, pornografiden, tabulardan beslenmekten başka bir ‘yaratıcı’ yol bulamıyor musunuz?


Kadinlar bu ülkenin, bu dünyanın yarısı ve pornografi kadınları erkeklerin cinsel kölesi olarak kullanan epeyce karlı ve maalesef tüketeni çok bir sektör... Bu kar ve tüketimi fırsat bilerek, bunu topluma bir ‘sosyal sorumluluk projesi’ olarak satmaya kalkamazsınız! Farkında değil misiniz: Ne adına yapılırsa yapılsın, pornografi ve kadınların bedenlerinin metalaştırılması kadınlara karşı işlenen suçları, özellikle de cinsel suçları artırıyor ve hepimizin geleceğini küresel ısınma kadar tehlikeli bir cehenneme sürüklüyor. TBWA Reklam Ajansı’nı, siteyi acilen yayından kaldırmaya; kadınların zihinsel, bedensel bütünlüğünü ihlal ederek cinsiyet ayrımcılığı yapan bu zihniyetden uzak durmaya ve üzerine düşen sosyal sorumluluğu gerçek anlamda üstlenmeye davet ediyoruz.


İlgili kuruluşları ve tüm kamuoyunu “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” mantığıyla hareket ederek ciddi anlamda “sorumsuzluk” örneği sergileyen bu tür firmalara ve reklamlarına tepki göstermeye çağırıyoruz.


Kadınların Medya İzleme Grubu/MEDİZ: [Adana Kadın Hukukçular İnisiyatifi, Amargi, Ankaralı Feministler, Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi, Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu (AKL-TK), Denizli Kadın Platformu, Feminist Kadın Çevresi, Filmmor Kadın Kooperatifi, İris Eşitlik Gözlem Grubu, İstanbul Kadın Hukukçular İnisiyatifi, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, İzmir Kadın Hukukçular İnisiyatifi, KADAV - Yeni Adım Sitesi, KA-DER, Kadın Dayanışma Vakfı, Kadının İnsan Hakları - Yeni Çözümler Vakfı, Kadınlarla Dayanışma Vakfı, KAMER, Kırk Örük Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kooperatifi, Mor Çatı, Pazartesi Dergisi, SOGEP, Van Kadın Derneği, Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi ]


Yukarıda sözü geçen www.simsicakgeceler.com şu anda servis dışı görünüyor. Anlaşılan gelen tepkiler sonuç vermiş. Ancak çoğu sorun gibi hafife alınmaya ya da yok sayılmaya çalışılan küresel ısınma konusunu yaratıcı fikirlerle anlatmanın yolu varken “sımsıcak geceler” muhabbetiyle dikkat çekmeye çalışmak… Yani ne bileyim, zaten ters teperdi gibime geliyor. Bu reklamı gören adam “ulan küresel ısınma kadınları böyle kıçı açık, başı kabak bırakacaksa ısınalım anasını satayım!” demez mi? Verilmek istenen mesaj böylece elde patlamaz mı?


Neyse ki yaratıcı ve asla sakil olmayan ve küresel ısınma konusunu hafife almadan hakkıyla anlatmayı başaran yayınlar ve konuyu çarpıcı bir biçimde gündeme getirmeye çalışan kişiler hala var. Örneğin geçtiğimiz yaz yaşanan susuzluğun dağarcığımıza kattığı “panzer bize su sıksana” sloganı, Kate Evans’ın “Acayip Havalar” adlı çizgi romanı ya da Aydilge’nin “Dünyanın Kalbi Durmasın” adlı projesi gibi… Bir de adı felaket tellalına çıksa da her sabah konuyla ilgili en az 45 dakika konuşan ve bu anlamda Türkiye'de bir ilki gerçekleştiren Ömer Madra var ki, hakkı asla ödenmez.

Dünya Isınsın, Kadınlar Açılsın-Saçılsın (!)

Bu küresel ısınma denen illet popüler ve herkesin bilip bilmeden ahkam kestiği bir konu olmaya başladığından beri ne yazık ki ciddiyetini yitirmeye başladı. İnsanların kendi arasında yaptığı esprileri falan bir tarafa bırakın, koca koca şirketler, bankalar ya da holdingler sosyal sorumluluk adı altında ürün ve hizmet pazarlarken küresel ısınma gerçeğini herkesin ballı börek gibi yutabileceği kıvama getirip hafiflettiler. Bunun son örneğini Mediz tarafından gönderilen bir basın duyurusunda gördüm. Olduğu gibi aşağıya aktarıyor ve yorumu size bırakıyorum:


Bizler, “Medyada Cinsiyetçiliğe Son! Cinsiyetci Reklamlara Son!” derken TBWA Reklam Ajansı’nın Küresel Isınmaya karşı duyarlılığı artırmak üzere “sosyal sorumluluk” projesi olarak hazırladığı web sayfası ile karşılaştık! www.simsicakgeceler.com adresinde “Ateşli Geceler / Ateşli bir geceye hazır mısın?” başlığıyla açılan web sayfası bir porno sitesi formatında hazırlanmış.Sayfada bikinili, iç çamaşırlı kadınların fotoğrafları var ve soyunmaları için üzerlerine tıklamaya davet ediliyoruz. Tıklayınca striptiz yapmaya başlıyor ve ardından da bize:


Sımsıcak Geceler Geliyor! Küresel Isınmaya Karşı Önlemini Al! diye sesleniyorlar.


Bizler bu projenizde hiçbir yaratıcılık görmediğimiz gibi, reklam sektöründeki cinsiyetçiyaklaşımlardan; kadınları aşağılayan, metalaştıran, klişelere dayalı ve aslında yeni bir şey de söylemeyen bu tür “yaratıcılıklarınızdan” bıktık!


Bu sayfayı hazırlayan ve bunu ‘sosyal sorumluluk’ adına yaptığını iddia eden TBWA Reklam Ajansı’na soruyoruz:


Sosyal sorumluluk derken, kendinizi toplumun hangi kesimine karşı sorumlu hissediyorsunuz? Kadınlar neden her seferinde sorumluluk anlayışınızın dışında kalıyorlar?


Ürünlerinizi satmak için kadınların bedenlerini reklam pazarına sürmekten, pornografiden, tabulardan beslenmekten başka bir ‘yaratıcı’ yol bulamıyor musunuz?


Kadinlar bu ülkenin, bu dünyanın yarısı ve pornografi kadınları erkeklerin cinsel kölesi olarak kullanan epeyce karlı ve maalesef tüketeni çok bir sektör... Bu kar ve tüketimi fırsat bilerek, bunu topluma bir ‘sosyal sorumluluk projesi’ olarak satmaya kalkamazsınız! Farkında değil misiniz: Ne adına yapılırsa yapılsın, pornografi ve kadınların bedenlerinin metalaştırılması kadınlara karşı işlenen suçları, özellikle de cinsel suçları artırıyor ve hepimizin geleceğini küresel ısınma kadar tehlikeli bir cehenneme sürüklüyor. TBWA Reklam Ajansı’nı, siteyi acilen yayından kaldırmaya; kadınların zihinsel, bedensel bütünlüğünü ihlal ederek cinsiyet ayrımcılığı yapan bu zihniyetden uzak durmaya ve üzerine düşen sosyal sorumluluğu gerçek anlamda üstlenmeye davet ediyoruz.


İlgili kuruluşları ve tüm kamuoyunu “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” mantığıyla hareket ederek ciddi anlamda “sorumsuzluk” örneği sergileyen bu tür firmalara ve reklamlarına tepki göstermeye çağırıyoruz.


Kadınların Medya İzleme Grubu/MEDİZ: [Adana Kadın Hukukçular İnisiyatifi, Amargi, Ankaralı Feministler, Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Kooperatifi, Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu (AKL-TK), Denizli Kadın Platformu, Feminist Kadın Çevresi, Filmmor Kadın Kooperatifi, İris Eşitlik Gözlem Grubu, İstanbul Kadın Hukukçular İnisiyatifi, İzmir Kadın Dayanışma Derneği, İzmir Kadın Hukukçular İnisiyatifi, KADAV - Yeni Adım Sitesi, KA-DER, Kadın Dayanışma Vakfı, Kadının İnsan Hakları - Yeni Çözümler Vakfı, Kadınlarla Dayanışma Vakfı, KAMER, Kırk Örük Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kooperatifi, Mor Çatı, Pazartesi Dergisi, SOGEP, Van Kadın Derneği, Yaşam Kadın Çevre Kültür ve İşletme Kooperatifi ]


Yukarıda sözü geçen www.simsicakgeceler.com şu anda servis dışı görünüyor. Anlaşılan gelen tepkiler sonuç vermiş. Ancak çoğu sorun gibi hafife alınmaya ya da yok sayılmaya çalışılan küresel ısınma konusunu yaratıcı fikirlerle anlatmanın yolu varken “sımsıcak geceler” muhabbetiyle dikkat çekmeye çalışmak… Yani ne bileyim, zaten ters teperdi gibime geliyor. Bu reklamı gören adam “ulan küresel ısınma kadınları böyle kıçı açık, başı kabak bırakacaksa ısınalım anasını satayım!” demez mi? Verilmek istenen mesaj böylece elde patlamaz mı?


Neyse ki yaratıcı ve asla sakil olmayan ve küresel ısınma konusunu hafife almadan hakkıyla anlatmayı başaran yayınlar ve konuyu çarpıcı bir biçimde gündeme getirmeye çalışan kişiler hala var. Örneğin geçtiğimiz yaz yaşanan susuzluğun dağarcığımıza kattığı “panzer bize su sıksana” sloganı, Kate Evans’ın “Acayip Havalar” adlı çizgi romanı ya da Aydilge’nin “Dünyanın Kalbi Durmasın” adlı projesi gibi… Bir de adı felaket tellalına çıksa da her sabah konuyla ilgili en az 45 dakika konuşan ve bu anlamda Türkiye'de bir ilki gerçekleştiren Ömer Madra var ki, hakkı asla ödenmez.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Dünya'nın Kalbi Durmasın: Dünya Çevre Günü'nde Aydilge Konseri

Günlerden bir gün, ağlak aşk böğürmelerinin, içi boş sözlerle dolu fingirdek tıngırdamaların ve tuhaf giysiler içinde popo sallayan kadın görünümlü yapay cücelerin pirim yaptığı bir ülkede bütün bunlardan duyduğu tarifsiz sıkıntıyı kendi Küçük Şarkı Evreni'ni yaratarak aşmaya çalışan bir müzisyen "yeşil" şarkılar söyleyip doğanın kalbi kırılmasın diye uğraşmaya başlamış. Başlamış ama, bütün bu ucubiklik pastasında payı olan büyük büyük adamlar müzisyene "aşklı, kuşlu-böcüklü" şarkılar yapması gerektiğini, uğraştığı şeylerin gereksiz ve yalnızca işi gücü olmayan adamların (!) işi olduğunu ve de asla satmayacağını (!) anlatmaya çalışmışlar.

Peki Küçük Şarkı Evreni'nin yaratıcısı Aydilge bunlara kulak asmış mı? Tabi ki hayır. Selülitlerinden dolayı kaybedeceği aşkları değil, küresel ısınmayı dert edinen şarkısıyla kapı kapı dolaşmış. En sonunda Greenpeace'den manevi destek alıp video klibini çekmiş. Sonra Dünya Çevre Günü'nde bu çalışmalarını paylaşmaya karar vermiş. Aydilge, kalbi atmayan bir dünyanın nelere malolacağını bilenleri 5 Haziran'da Studio Live'de gerçekleştireceği konsere çağırıyor.



Dünya'nın Kalbi Durmasın: Dünya Çevre Günü'nde Aydilge Konseri

Günlerden bir gün, ağlak aşk böğürmelerinin, içi boş sözlerle dolu fingirdek tıngırdamaların ve tuhaf giysiler içinde popo sallayan kadın görünümlü yapay cücelerin pirim yaptığı bir ülkede bütün bunlardan duyduğu tarifsiz sıkıntıyı kendi Küçük Şarkı Evreni'ni yaratarak aşmaya çalışan bir müzisyen "yeşil" şarkılar söyleyip doğanın kalbi kırılmasın diye uğraşmaya başlamış. Başlamış ama, bütün bu ucubiklik pastasında payı olan büyük büyük adamlar müzisyene "aşklı, kuşlu-böcüklü" şarkılar yapması gerektiğini, uğraştığı şeylerin gereksiz ve yalnızca işi gücü olmayan adamların (!) işi olduğunu ve de asla satmayacağını (!) anlatmaya çalışmışlar.

Peki Küçük Şarkı Evreni'nin yaratıcısı Aydilge bunlara kulak asmış mı? Tabi ki hayır. Selülitlerinden dolayı kaybedeceği aşkları değil, küresel ısınmayı dert edinen şarkısıyla kapı kapı dolaşmış. En sonunda Greenpeace'den manevi destek alıp video klibini çekmiş. Sonra Dünya Çevre Günü'nde bu çalışmalarını paylaşmaya karar vermiş. Aydilge, kalbi atmayan bir dünyanın nelere malolacağını bilenleri 5 Haziran'da Studio Live'de gerçekleştireceği konsere çağırıyor.



Dünya'nın Kalbi Durmasın: Dünya Çevre Günü'nde Aydilge Konseri

Günlerden bir gün, ağlak aşk böğürmelerinin, içi boş sözlerle dolu fingirdek tıngırdamaların ve tuhaf giysiler içinde popo sallayan kadın görünümlü yapay cücelerin pirim yaptığı bir ülkede bütün bunlardan duyduğu tarifsiz sıkıntıyı kendi Küçük Şarkı Evreni'ni yaratarak aşmaya çalışan bir müzisyen "yeşil" şarkılar söyleyip doğanın kalbi kırılmasın diye uğraşmaya başlamış. Başlamış ama, bütün bu ucubiklik pastasında payı olan büyük büyük adamlar müzisyene "aşklı, kuşlu-böcüklü" şarkılar yapması gerektiğini, uğraştığı şeylerin gereksiz ve yalnızca işi gücü olmayan adamların (!) işi olduğunu ve de asla satmayacağını (!) anlatmaya çalışmışlar.

Peki Küçük Şarkı Evreni'nin yaratıcısı Aydilge bunlara kulak asmış mı? Tabi ki hayır. Selülitlerinden dolayı kaybedeceği aşkları değil, küresel ısınmayı dert edinen şarkısıyla kapı kapı dolaşmış. En sonunda Greenpeace'den manevi destek alıp video klibini çekmiş. Sonra Dünya Çevre Günü'nde bu çalışmalarını paylaşmaya karar vermiş. Aydilge, kalbi atmayan bir dünyanın nelere malolacağını bilenleri 5 Haziran'da Studio Live'de gerçekleştireceği konsere çağırıyor.



1 Haziran 2008 Pazar

Ahlak-lak-lak

Çok ahlaklı bir toplumuz... Ve o kadar ahlaklı bir toplum olarak yönetim kadrolarımıza öyle güzel ahlaklı adamları getiriyoruz ki aklınız hayaliniz durur. Bu güzel ahlaklı adamlar, içimizden ahlaksızlıkları temizlemek adına kıçlarından ter akıncaya kadar çalışıyorlar gece gündüz. Bu güzel ahlaklı adamların yurdumuzun kalkınması ve refahı için yapmayacağı şey yok. Ne yapıyorlarsa hepsi "güzel ve ahlaklı Türkiye" için...


Farz-ı misal, patronlarımız öyle ahlaklı ki, üç ayda ölen 8. işçinin kaybını görmezden gelip aynı çalışma koşullarıyla insan çalıştırmaya devam ediyorlar. Yerel yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, tam da paraların çil çil akacağı (!) turizm sezonu öncesi sokaktaki köpekleri zehirleyerek, zehirin yetmediği yerde boğarak katlediyor, çöplüğe gömüyor ve itten-kopuktan(!) arınmış Antalya sokaklaklarında göğüslerini gere gere dolaşıyorlar. Üst yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, "genel ahlaka aykırı faaliyet gösterdiği" gerekçesi ile Lambdaİstanbul Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Travesti, Transseksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği’ni kapatmaya kalkıyor. Ve bütün bu yöneticilerin yönettiği halk öyle ahlaklı ki, Sakarya'da kürekçilerin etrafını sarıp tayt giydikleri için bir güzel pataklıyor.

Yani sizin anlayacağınız öyle ahlaklı, öyle ahlaklıyız ki aklınız hayaliniz durur... Ama ahlakımız gerçekten ahlak mı, yoksa sadece laklakta mı ahlaklı geçiniyoruz, orası belli değil.

Ahlak-lak-lak

Çok ahlaklı bir toplumuz... Ve o kadar ahlaklı bir toplum olarak yönetim kadrolarımıza öyle güzel ahlaklı adamları getiriyoruz ki aklınız hayaliniz durur. Bu güzel ahlaklı adamlar, içimizden ahlaksızlıkları temizlemek adına kıçlarından ter akıncaya kadar çalışıyorlar gece gündüz. Bu güzel ahlaklı adamların yurdumuzun kalkınması ve refahı için yapmayacağı şey yok. Ne yapıyorlarsa hepsi "güzel ve ahlaklı Türkiye" için...


Farz-ı misal, patronlarımız öyle ahlaklı ki, üç ayda ölen 8. işçinin kaybını görmezden gelip aynı çalışma koşullarıyla insan çalıştırmaya devam ediyorlar. Yerel yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, tam da paraların çil çil akacağı (!) turizm sezonu öncesi sokaktaki köpekleri zehirleyerek, zehirin yetmediği yerde boğarak katlediyor, çöplüğe gömüyor ve itten-kopuktan(!) arınmış Antalya sokaklaklarında göğüslerini gere gere dolaşıyorlar. Üst yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, "genel ahlaka aykırı faaliyet gösterdiği" gerekçesi ile Lambdaİstanbul Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Travesti, Transseksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği’ni kapatmaya kalkıyor. Ve bütün bu yöneticilerin yönettiği halk öyle ahlaklı ki, Sakarya'da kürekçilerin etrafını sarıp tayt giydikleri için bir güzel pataklıyor.

Yani sizin anlayacağınız öyle ahlaklı, öyle ahlaklıyız ki aklınız hayaliniz durur... Ama ahlakımız gerçekten ahlak mı, yoksa sadece laklakta mı ahlaklı geçiniyoruz, orası belli değil.

Ahlak-lak-lak

Çok ahlaklı bir toplumuz... Ve o kadar ahlaklı bir toplum olarak yönetim kadrolarımıza öyle güzel ahlaklı adamları getiriyoruz ki aklınız hayaliniz durur. Bu güzel ahlaklı adamlar, içimizden ahlaksızlıkları temizlemek adına kıçlarından ter akıncaya kadar çalışıyorlar gece gündüz. Bu güzel ahlaklı adamların yurdumuzun kalkınması ve refahı için yapmayacağı şey yok. Ne yapıyorlarsa hepsi "güzel ve ahlaklı Türkiye" için...


Farz-ı misal, patronlarımız öyle ahlaklı ki, üç ayda ölen 8. işçinin kaybını görmezden gelip aynı çalışma koşullarıyla insan çalıştırmaya devam ediyorlar. Yerel yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, tam da paraların çil çil akacağı (!) turizm sezonu öncesi sokaktaki köpekleri zehirleyerek, zehirin yetmediği yerde boğarak katlediyor, çöplüğe gömüyor ve itten-kopuktan(!) arınmış Antalya sokaklaklarında göğüslerini gere gere dolaşıyorlar. Üst yönetimlerimiz öyle ahlaklı ki, "genel ahlaka aykırı faaliyet gösterdiği" gerekçesi ile Lambdaİstanbul Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Travesti, Transseksüel (LGBTT) Dayanışma Derneği’ni kapatmaya kalkıyor. Ve bütün bu yöneticilerin yönettiği halk öyle ahlaklı ki, Sakarya'da kürekçilerin etrafını sarıp tayt giydikleri için bir güzel pataklıyor.

Yani sizin anlayacağınız öyle ahlaklı, öyle ahlaklıyız ki aklınız hayaliniz durur... Ama ahlakımız gerçekten ahlak mı, yoksa sadece laklakta mı ahlaklı geçiniyoruz, orası belli değil.

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons