31 Aralık 2010 Cuma

Sen Gittin Gideli İstanbul'a Hiç Kar Yağmadı Lhasa...


Sevgili Lhasa,


Bir yıl önce bugün, uzun geçen bir akşamın mahmurluğunu daha atamamış bir halde radyoyu açtığımda arka arkaya senin şarkılarının çaldığını duymuştum. Soğuk, ama karsız bir sabahtı. "Ne güzel, yeni yılın ilk gününe Lhasa'nın şarkılarıyla başlıyorum" diye düşündüğümü anımsıyorum. Derken, radyo programcısı "Lhasa De Sela Özel Yayını" olduğunu anons etti. Ben özel yayınlardan hep korkmuşumdur Lhasa. Genelde kaybedilenlerin ardından anma maksatlı yapılırlar çünkü. Ve işte o gün, elimde çayım, pencereden dışarıya bakarken radyodan duyduğumu anımsıyorum ölüm haberini. Radyodaki ses "Lhasa De Sela sesini bırakıp bu dünyadan göçtü" diyordu. Lhasa, sesini bırakıp bu dünyadan göçtü. Lhasa sesini bırakıp bu dünyadan... Lhasa sesini bırakıp... Lhasa ses... Lhasa... Bizi bırakıp gitmiştin Lhasa.



Bir konserinden bir görüntü kalmış aklımda. De Cara A La Pared'i söylüyorsun. Önce yaylıların sesi geliyor, sonra akustik gitarın... Sonra sen şarkıya giriyorsun. Sesin buğulu. Elini başına götürüyor, gözlerini kapatıyorsun. Gözünü açıp tekrar, seni dinleyenlere gülümsüyorsun. Sesin iyice boğuklaşıyor. Kesinlikle sadece gırtlaktan gelen bir ses değil senden yükselen. Buğulu bir lir sesi gibi, çok çok çok derinden ulaşıyor kulağa. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yok. Otuzlu yaşlarının olgunluğunda güzel bir kadın mikrofonu dudaklarına iyice yaklaştırmış halde soluksuz sevdiği aşkına ağıt yakıyor. O an şehir duruyor. Şehirler duruyor. Her şey duruyor, eminim bundan. O anda daha yolun yarısını yalnızca üç basamak geçmişken, senin bu kadar olgun, bu kadar güzel, bu kadar apansız gideceğini nereden bilebilirdik ki Lhasa?



Geçmiş zaman olur ki... Yine gecelerden bir gece... Onca müziğin, sesin arasında yine sen Lhasa. Senin My Name şarkın çalıyordu. İstanbul'da insanın içine işleyen bir soğuk... Ve bir türlü kara dönemeyen yağmur vardı. Yine o sesin Lhasa, sen bilirsin ya nasıl bir ses olduğunu ama yine de söyleyeyim ben, insanın içine işliyordu. Şarkının "...Why don’t you answer / why don’t you come save me / show me how to use /all these things / that you gave me / turn me inside out / so my bones can save me / turn me inside out..." bölümünde gökyüzüne, senin durduğunu tahmin ettiğim yere doğru baktım. Bize şarkılarını bırakmıştın Lhasa, ama bu denli iç kanırtıcı şarkılarla nasıl başedebileceğimizi anlatmadan çekip gitmiştin. Ne yapacağımı bilemediğim için her My Name çaldığında gözlerimin yanması, boğazımın gıcıklanması bundandı belki de. Halbuki Lhasa, sen yaşasaydın bu şarkı bana umut verebilirdi. Savaş sonrasında, bombalarla yıkılmış bir şehirde hayatta kalmak, hayata yeniden başlamak zorunda kalmak gibiydi My Name'in bendeki çağrışımı.



Ah Lhasa... Bize bıraktığın o son şarkıların neydi öyle? O Bells Are Ringing şarkısı mesela? Onca acının içinde, bilir gibi mutlu bir son olmayacağını... Ve I'm Going In. Sesin her zamankinden daha boğuk, karanlık bir yerlerden gelir gibi daha derin, benzetmek gibi olmasın ama ağıt gibi... Ölümünün acısıyla yüzleştiğimizde elimizde kalan tek rahatlatıcı şey senin yeniden doğacağına, içine hapsolduğun duvarların yıkılıp özgürlüğüne kavuşacağına dair umudundu. Umarım öyle olmuştur Lhasa. Umarım gittiğin yer güzel ve alabildiğince özgür bir yerdir.



Sen gittin gideli İstanbul'a tek damla kar düşmedi Lhasa. Ama dünyanın Kuzey yarımküresinin kalanında kar biteviye yağıyor. Yollar kapalı. İnsanlar kendi yarattıkları duvarların içinde hapis. Kimileri, senin özgür ruhunun ürünü şarkılarına tutunuyor. Her şarkın her defasında her kulakta başka anlamlara evriliyor. "Lhasa'nın şarkısı kısa sürdü" diyenlere inat, şarkıların dünya döndükçe dünyalıların benliklerinde varolmaya devam ediyor. Benim müzikçalarımda mesela, o veda gibi son albümünden çok, The Living Road dönüyor. En çok da Anywhere On This Road. Gideceğimiz daha ne kadar yol var bilmiyorum Lhasa ama duracak pek zamanımızın olmayacağını, buna izin vermeyeceklerini çoktan öğrendik.



Bu dünyada bıraktığın arkadaşın,



Ezgi



Sen Gittin Gideli İstanbul'a Hiç Kar Yağmadı Lhasa...


Sevgili Lhasa,


Bir yıl önce bugün, uzun geçen bir akşamın mahmurluğunu daha atamamış bir halde radyoyu açtığımda arka arkaya senin şarkılarının çaldığını duymuştum. Soğuk, ama karsız bir sabahtı. "Ne güzel, yeni yılın ilk gününe Lhasa'nın şarkılarıyla başlıyorum" diye düşündüğümü anımsıyorum. Derken, radyo programcısı "Lhasa De Sela Özel Yayını" olduğunu anons etti. Ben özel yayınlardan hep korkmuşumdur Lhasa. Genelde kaybedilenlerin ardından anma maksatlı yapılırlar çünkü. Ve işte o gün, elimde çayım, pencereden dışarıya bakarken radyodan duyduğumu anımsıyorum ölüm haberini. Radyodaki ses "Lhasa De Sela sesini bırakıp bu dünyadan göçtü" diyordu. Lhasa, sesini bırakıp bu dünyadan göçtü. Lhasa sesini bırakıp bu dünyadan... Lhasa sesini bırakıp... Lhasa ses... Lhasa... Bizi bırakıp gitmiştin Lhasa.



Bir konserinden bir görüntü kalmış aklımda. De Cara A La Pared'i söylüyorsun. Önce yaylıların sesi geliyor, sonra akustik gitarın... Sonra sen şarkıya giriyorsun. Sesin buğulu. Elini başına götürüyor, gözlerini kapatıyorsun. Gözünü açıp tekrar, seni dinleyenlere gülümsüyorsun. Sesin iyice boğuklaşıyor. Kesinlikle sadece gırtlaktan gelen bir ses değil senden yükselen. Buğulu bir lir sesi gibi, çok çok çok derinden ulaşıyor kulağa. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yok. Otuzlu yaşlarının olgunluğunda güzel bir kadın mikrofonu dudaklarına iyice yaklaştırmış halde soluksuz sevdiği aşkına ağıt yakıyor. O an şehir duruyor. Şehirler duruyor. Her şey duruyor, eminim bundan. O anda daha yolun yarısını yalnızca üç basamak geçmişken, senin bu kadar olgun, bu kadar güzel, bu kadar apansız gideceğini nereden bilebilirdik ki Lhasa?



Geçmiş zaman olur ki... Yine gecelerden bir gece... Onca müziğin, sesin arasında yine sen Lhasa. Senin My Name şarkın çalıyordu. İstanbul'da insanın içine işleyen bir soğuk... Ve bir türlü kara dönemeyen yağmur vardı. Yine o sesin Lhasa, sen bilirsin ya nasıl bir ses olduğunu ama yine de söyleyeyim ben, insanın içine işliyordu. Şarkının "...Why don’t you answer / why don’t you come save me / show me how to use /all these things / that you gave me / turn me inside out / so my bones can save me / turn me inside out..." bölümünde gökyüzüne, senin durduğunu tahmin ettiğim yere doğru baktım. Bize şarkılarını bırakmıştın Lhasa, ama bu denli iç kanırtıcı şarkılarla nasıl başedebileceğimizi anlatmadan çekip gitmiştin. Ne yapacağımı bilemediğim için her My Name çaldığında gözlerimin yanması, boğazımın gıcıklanması bundandı belki de. Halbuki Lhasa, sen yaşasaydın bu şarkı bana umut verebilirdi. Savaş sonrasında, bombalarla yıkılmış bir şehirde hayatta kalmak, hayata yeniden başlamak zorunda kalmak gibiydi My Name'in bendeki çağrışımı.



Ah Lhasa... Bize bıraktığın o son şarkıların neydi öyle? O Bells Are Ringing şarkısı mesela? Onca acının içinde, bilir gibi mutlu bir son olmayacağını... Ve I'm Going In. Sesin her zamankinden daha boğuk, karanlık bir yerlerden gelir gibi daha derin, benzetmek gibi olmasın ama ağıt gibi... Ölümünün acısıyla yüzleştiğimizde elimizde kalan tek rahatlatıcı şey senin yeniden doğacağına, içine hapsolduğun duvarların yıkılıp özgürlüğüne kavuşacağına dair umudundu. Umarım öyle olmuştur Lhasa. Umarım gittiğin yer güzel ve alabildiğince özgür bir yerdir.



Sen gittin gideli İstanbul'a tek damla kar düşmedi Lhasa. Ama dünyanın Kuzey yarımküresinin kalanında kar biteviye yağıyor. Yollar kapalı. İnsanlar kendi yarattıkları duvarların içinde hapis. Kimileri, senin özgür ruhunun ürünü şarkılarına tutunuyor. Her şarkın her defasında her kulakta başka anlamlara evriliyor. "Lhasa'nın şarkısı kısa sürdü" diyenlere inat, şarkıların dünya döndükçe dünyalıların benliklerinde varolmaya devam ediyor. Benim müzikçalarımda mesela, o veda gibi son albümünden çok, The Living Road dönüyor. En çok da Anywhere On This Road. Gideceğimiz daha ne kadar yol var bilmiyorum Lhasa ama duracak pek zamanımızın olmayacağını, buna izin vermeyeceklerini çoktan öğrendik.



Bu dünyada bıraktığın arkadaşın,



Ezgi



29 Aralık 2010 Çarşamba

Bu da Bizden Olsun:Alternatif-İstanbul ve C'est Ça!'dan Tatlı Yılbaşı Hediyesi



Yılbaşına çok az kala tatlı bir sürprizimiz var. C'est Ça! Kişiye Özel Tasarım Atölyesi'nin muhteşem yılbaşı kurabiye setlerinden kazanmak için yapmanız gereken http://cestcatasarimatolyesi.blogspot.com/ ve C'est Ça!'nın Facebook adreslerini ziyaret edip önce her ikisinde de takipçi olmak, sonra da aşağıdaki soruya doğru cevap vermek: "C'est Ça!, Fransızca'da ne anlama gelmektedir?"



Blog ve Facebook sayfasını takip eden ve ezgi@alternatif-istanbul.net adresine e-posta atarak soruya doğru cevap veren ilk iki kişi özel kutusunda yılbaşı temalı 10 kurabiyeden oluşan resimdeki hediye setinin sahibi olacak. E-postanızda adresinizi belirtmeyi unutmayın!


Not. Yukarıda belirtilen hediye kazanma şartlarından herhangi birini eksik bırakan okuyucularımızı dahil edemeyeceğimizi üzülerek belirtiyoruz.


Bu da Bizden Olsun:Alternatif-İstanbul ve C'est Ça!'dan Tatlı Yılbaşı Hediyesi



Yılbaşına çok az kala tatlı bir sürprizimiz var. C'est Ça! Kişiye Özel Tasarım Atölyesi'nin muhteşem yılbaşı kurabiye setlerinden kazanmak için yapmanız gereken http://cestcatasarimatolyesi.blogspot.com/ ve C'est Ça!'nın Facebook adreslerini ziyaret edip önce her ikisinde de takipçi olmak, sonra da aşağıdaki soruya doğru cevap vermek: "C'est Ça!, Fransızca'da ne anlama gelmektedir?"



Blog ve Facebook sayfasını takip eden ve ezgi@alternatif-istanbul.net adresine e-posta atarak soruya doğru cevap veren ilk iki kişi özel kutusunda yılbaşı temalı 10 kurabiyeden oluşan resimdeki hediye setinin sahibi olacak. E-postanızda adresinizi belirtmeyi unutmayın!


Not. Yukarıda belirtilen hediye kazanma şartlarından herhangi birini eksik bırakan okuyucularımızı dahil edemeyeceğimizi üzülerek belirtiyoruz.


26 Aralık 2010 Pazar

Fransa'nın İlham Veren Yeni Sesi: Juliette Noureddine


Bunca ana akımın arasında çok da haberdar olmadığınızı düşündüğümüz müzisyenlerle ilgili dinleme deneyimlerimizi paylaşacağımız yeni bir bölüm oluşturmaya karar verdik. Bu bölüm "Pazar Konseri" adını taşıyacak ve herhangi bir aksilik ve tıkanma yaşanmazsa her pazar günü burada farklı bir müzisyenle ilgili paylaşımlar yer alacak. İlk konuğumuz, Fransız şarkıcı ve besteci Juliette Noureddine.


Juliette Noureddine, bana hem fiziki görünüm, hem de ses tınısı bakımından bizde "Taş Plak Sesli" diye anılan Sema'yı anımsatıyor. Bu iki müzisyeni bu kadar benzeştirmemin nedeni, ikisinin de müziğin dijitale dönmediği zamanlardan kalmış gibi gelen sesleri. Zaten Juliette de katı bir eğitimin ardından adım attığı müzik kariyerinde Edith Piaf, Jaques Brel ve Fréhel şarkılarını yorumlayarak merdivenleri tırmanmaya başlayan bir müzisyen. "This evening I'm sleeping with Chopin" ile başlayan kendi müziğini yaratma süreci, ilk aşamada çalıştığı yerden kovulmasıyla sonuçlansa da Juliette pes etmiyor. 1991 yılında çıkardığı Que Tal? albümüyle müzik dünyasına sıkı bir debü armağan ediyor ve emeği 1994 yılındaki Victoires de la Musique ödüllerindeki bir adaylıkla taçlanıyor. Juliette bu ödülü o sene alamasa da, 1997 yılında "Yılın İlham Veren Müzisyeni" ödülünü cebine indiriyor.


Juliette kendine özgü müzisyenliğinin ödüllendirildiğini görünce, farklılığını sahnesine de taşıyor. Zeki bir kadın olarak şarkı sözlerine yansıttığı mizah anlayışını ve hayat görüşünü konserlerinde kurduğu diyalogla perçinliyor. Görselliğe haddinden fazla önem veren kurtlar sofrasında kavanoz dibi gibi kalın camlı gözlükleri ve fazla kilolarıyla kendine özgü bir tarz yaratıyor. Sahne kostümlerinden şatafatı, konserlerinden dans ve iyi müziği esirgemiyor ve henüz bizim cenahta pek tanınmasa da Fransa'da "Juliette" sahne adıyla hatırı sayılır bir üne kavuşuyor. Üstelik, aynı Beth Ditto gibi beden ırkçılığına ve elbette diğer bilimum ayrımcılıklara karşı bir kadın (Nereden biliyorsun nerseniz, Roll Dergisi'nde Ragıp Duran imzalı nefis bir yazıda okumuştum). Soyadından (Noureddine) anlayabileceğiniz üzere ayrımcı tavırlara maruz kalmaya çok müsait bir etnik kökenden gelmesi de (ki büyükbabası Cezayir Berberisi) cabası.


Juliette'in alamet-i farikası ne etnik kökeni, ne de fiziği aslında. Şarkılarındaki neşeli ton ve sözlerdeki özgünlük sizi derhal Juliette'in müziğinin içine alıveriyor. Örneğin; Maudite Clochette şarkısında hanımından nefret eden ve onu öldürme planları yapan bir hizmetçinin öyküsünü anlatıyor. Mémère dans les Orties şarkısı ise nişanlı bir çiftin kavgasına dair. Juliette yaşamın içinden öyküleri şarkıya çeviriyor ve hakkını veriyor.


Türkiye'deki müzikseverlerin Juliette Noureddine ile teşvik-i mesaisi ne yazık ki Youtube ve Fizy gibi paylaşım sitelerinde yayınlananlarla kısıtlı. On albümü olmasına, hatta Ocak 2011'de yeni albümü No Parano'yu çıkarmaya hazırlanmasına karşın, Türkiye'de albümleri dağıtılmayan müzisyenlerden biri Juliette. Hal böyleyken, yabancı alışveriş sitelerinden sipariş vererek ya da yurtdışına uzanan dostlara rica ederek yasal albümlerine ulaşılabiliyor ancak. Öte yandan, sabrı olmayan dinleyiciler için resmi websitesinde yeni albümden iki şarkıya yer vermiş.


Juliette'in adı bugün Fransız müziğine yeni soluk getiren isimler arasında sayılırken, bize de onun güzel albümlerinin Türkiye'de yayınlanacağı, hatta burada bir konser vereceği günleri beklemek kalıyor.


Kaynak


Dinleme Önerisi;


Sur L'oreiller


Les yeux d'or



Les souvenirs






Fransa'nın İlham Veren Yeni Sesi: Juliette Noureddine


Bunca ana akımın arasında çok da haberdar olmadığınızı düşündüğümüz müzisyenlerle ilgili dinleme deneyimlerimizi paylaşacağımız yeni bir bölüm oluşturmaya karar verdik. Bu bölüm "Pazar Konseri" adını taşıyacak ve herhangi bir aksilik ve tıkanma yaşanmazsa her pazar günü burada farklı bir müzisyenle ilgili paylaşımlar yer alacak. İlk konuğumuz, Fransız şarkıcı ve besteci Juliette Noureddine.


Juliette Noureddine, bana hem fiziki görünüm, hem de ses tınısı bakımından bizde "Taş Plak Sesli" diye anılan Sema'yı anımsatıyor. Bu iki müzisyeni bu kadar benzeştirmemin nedeni, ikisinin de müziğin dijitale dönmediği zamanlardan kalmış gibi gelen sesleri. Zaten Juliette de katı bir eğitimin ardından adım attığı müzik kariyerinde Edith Piaf, Jaques Brel ve Fréhel şarkılarını yorumlayarak merdivenleri tırmanmaya başlayan bir müzisyen. "This evening I'm sleeping with Chopin" ile başlayan kendi müziğini yaratma süreci, ilk aşamada çalıştığı yerden kovulmasıyla sonuçlansa da Juliette pes etmiyor. 1991 yılında çıkardığı Que Tal? albümüyle müzik dünyasına sıkı bir debü armağan ediyor ve emeği 1994 yılındaki Victoires de la Musique ödüllerindeki bir adaylıkla taçlanıyor. Juliette bu ödülü o sene alamasa da, 1997 yılında "Yılın İlham Veren Müzisyeni" ödülünü cebine indiriyor.


Juliette kendine özgü müzisyenliğinin ödüllendirildiğini görünce, farklılığını sahnesine de taşıyor. Zeki bir kadın olarak şarkı sözlerine yansıttığı mizah anlayışını ve hayat görüşünü konserlerinde kurduğu diyalogla perçinliyor. Görselliğe haddinden fazla önem veren kurtlar sofrasında kavanoz dibi gibi kalın camlı gözlükleri ve fazla kilolarıyla kendine özgü bir tarz yaratıyor. Sahne kostümlerinden şatafatı, konserlerinden dans ve iyi müziği esirgemiyor ve henüz bizim cenahta pek tanınmasa da Fransa'da "Juliette" sahne adıyla hatırı sayılır bir üne kavuşuyor. Üstelik, aynı Beth Ditto gibi beden ırkçılığına ve elbette diğer bilimum ayrımcılıklara karşı bir kadın (Nereden biliyorsun nerseniz, Roll Dergisi'nde Ragıp Duran imzalı nefis bir yazıda okumuştum). Soyadından (Noureddine) anlayabileceğiniz üzere ayrımcı tavırlara maruz kalmaya çok müsait bir etnik kökenden gelmesi de (ki büyükbabası Cezayir Berberisi) cabası.


Juliette'in alamet-i farikası ne etnik kökeni, ne de fiziği aslında. Şarkılarındaki neşeli ton ve sözlerdeki özgünlük sizi derhal Juliette'in müziğinin içine alıveriyor. Örneğin; Maudite Clochette şarkısında hanımından nefret eden ve onu öldürme planları yapan bir hizmetçinin öyküsünü anlatıyor. Mémère dans les Orties şarkısı ise nişanlı bir çiftin kavgasına dair. Juliette yaşamın içinden öyküleri şarkıya çeviriyor ve hakkını veriyor.


Türkiye'deki müzikseverlerin Juliette Noureddine ile teşvik-i mesaisi ne yazık ki Youtube ve Fizy gibi paylaşım sitelerinde yayınlananlarla kısıtlı. On albümü olmasına, hatta Ocak 2011'de yeni albümü No Parano'yu çıkarmaya hazırlanmasına karşın, Türkiye'de albümleri dağıtılmayan müzisyenlerden biri Juliette. Hal böyleyken, yabancı alışveriş sitelerinden sipariş vererek ya da yurtdışına uzanan dostlara rica ederek yasal albümlerine ulaşılabiliyor ancak. Öte yandan, sabrı olmayan dinleyiciler için resmi websitesinde yeni albümden iki şarkıya yer vermiş.


Juliette'in adı bugün Fransız müziğine yeni soluk getiren isimler arasında sayılırken, bize de onun güzel albümlerinin Türkiye'de yayınlanacağı, hatta burada bir konser vereceği günleri beklemek kalıyor.


Kaynak


Dinleme Önerisi;


Sur L'oreiller


Les yeux d'or



Les souvenirs






23 Aralık 2010 Perşembe

"Anneyiz Biz" Ama İnsan mıyız Acaba?




Dün gece e-posta kutuma bir ileti düştü. İleti, anneyiz.biz adlı Hürriyet'e bağlı bir websitesinde yer alan bir yazıdan bahsediyor ve sivil inisiyatiflerin bu yazıyla ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunuyordu. Hemen sözü edilen yazıyı açıp okudum ve insanların neden rencide olduğunu anladım. Yazıda "Anneler Dikkat" başlığı altında evde çocuk bakan yabancı yatılı yardımcılarla ilgili akıllara zarar önerilerde bulunuluyordu. Yazıda yer alan ayrımcı ifadelerden bazıları şunlardı;
  • Kadın göçmen ev işçilerinin “hemen pasaportuna el koyun,
  • Yabancı yatılı yardımcılara “maksimum 500 Lira” ödeyin,
  • İlk 3 ay maaşının yüzde 20’sine el koyun,
  • "Ülkemizde işsizlik varken başka ülkelere kaçan milli sermayemize kısmen engel olun.
Yazının neresinden tutup da eleştirmeli acaba? Toplumdaki ikinci sınıf rolünü unutarak hemcinsini parasıyla aşağılama hakkını kendinde görebilen elitist kadın kafasını mı? Yoksa "güvensizlik" kisvesi altında yanında çalışan insanları sömürme güdüsünü mü? Yanında çalışan insanların özlük haklarını engellemeye çalışmayı m? Yoksa son cümlede kendisini gösteren ve hangi ruh haliyle yazıldığını algılayamadığım buram buram ırkçılık kokan mantaliteyi mi? Açıkça söyleyeyim, bana kimse yukarıda yazanların mantığını "bebeğini ehil olmayan bakıcılardan korumak" olarak açıklayamaz.



Bugün gündelikçi kadınlar, kendilerinden çok daha ucuz ücretlere çalışarak işlerini kaybetmelerinin sorumlularından biri olarak gördükleri göçmen kadınların haklarını savunmak için yukarıda sözü geçen yazıyı yazan(lar) hakkında suç duyurusunda bulundu. Çünkü, bu çarpık sistemin sorumlusunun göçmen kadınlar olmadığının farkındaydılar. Emek sömürüsünün omuzlarına yüklediği ağır bedeli de biliyorlardı. Bildikleri bir diğer şey de, yaptıkları işin başkalarının kendilerini ezmesi anlamına gelmemesi gerektiğiydi. Gündelikçi kadınların yaptığı işin diğer mesaili işlerden asla bir farkı yoktu, aksine çoğu yönden tam bir psikolojik savaştı. Çünkü mesailerinin gidişatı yanında çalıştıkları kadının ruh haline göre değişiklik gösterebiliyordu. Hal böyleyken, göçmen kadınlara "yalnız değilsiniz" mesajı vermemek için bir nedenleri yoktu.


Geçtiğimiz günlerde Documentarist kapsamında gerçekleşen "Hangi İnsan Hakları?" etkinliğinde bir tiyatro oyunu izledik. Bilinen oyunlardan farkı tüm karakterlerin gerçek hayatta gündelikçi olarak çalışan kadınlardan oluşmasıydı. Aslında kadınlar kendilerini oynuyorlardı sahnede. Oyun "Forum Tiyatro" adı verilen teknikle sahneleniyor ve seyirciden oyuna düşünceleriyle ve eleştirileriyle, hatta çıkıp bizzat oynayarak "müdahale etmeleri" isteniyordu. Oyun bittiğinde gündelikçilik olarak tarif edilen bu meslek kolunun neredeyse yok sayıldığı, yasalarca tanınmadığı, haliyle iş güvenlik uygulamalarından yoksun olduğu, bütün bunlar yetmezmiş gibi işçi-işveren arasındaki ilişkinin tamamen kişilerin inisiyatifine kalmış olduğu gerçekleriyle yüzyüze kaldık (Bu oyunla ilgili bir yazım Amargi Dergi'da önümüzdeki ay yayınlanacak). Hepsinden öte, buram buram ayrımcılık ve vicdansızlık kokan kimi uygulamaların günlük yaşamımıza nasıl bu kadar sirayet etmiş olduğuydu ki, sanıyorum Gordion düğümünün çözülmesi bu sorunun yanıtını tam olarak bulabildiğimizde mümkün olacaktı.


Bunun içinse, katetmemiz gereken epeyce yol varmış gibi gözüküyor.


"Anneyiz Biz" Ama İnsan mıyız Acaba?




Dün gece e-posta kutuma bir ileti düştü. İleti, anneyiz.biz adlı Hürriyet'e bağlı bir websitesinde yer alan bir yazıdan bahsediyor ve sivil inisiyatiflerin bu yazıyla ilgili savcılığa suç duyurusunda bulunuyordu. Hemen sözü edilen yazıyı açıp okudum ve insanların neden rencide olduğunu anladım. Yazıda "Anneler Dikkat" başlığı altında evde çocuk bakan yabancı yatılı yardımcılarla ilgili akıllara zarar önerilerde bulunuluyordu. Yazıda yer alan ayrımcı ifadelerden bazıları şunlardı;
  • Kadın göçmen ev işçilerinin “hemen pasaportuna el koyun,
  • Yabancı yatılı yardımcılara “maksimum 500 Lira” ödeyin,
  • İlk 3 ay maaşının yüzde 20’sine el koyun,
  • "Ülkemizde işsizlik varken başka ülkelere kaçan milli sermayemize kısmen engel olun.
Yazının neresinden tutup da eleştirmeli acaba? Toplumdaki ikinci sınıf rolünü unutarak hemcinsini parasıyla aşağılama hakkını kendinde görebilen elitist kadın kafasını mı? Yoksa "güvensizlik" kisvesi altında yanında çalışan insanları sömürme güdüsünü mü? Yanında çalışan insanların özlük haklarını engellemeye çalışmayı m? Yoksa son cümlede kendisini gösteren ve hangi ruh haliyle yazıldığını algılayamadığım buram buram ırkçılık kokan mantaliteyi mi? Açıkça söyleyeyim, bana kimse yukarıda yazanların mantığını "bebeğini ehil olmayan bakıcılardan korumak" olarak açıklayamaz.



Bugün gündelikçi kadınlar, kendilerinden çok daha ucuz ücretlere çalışarak işlerini kaybetmelerinin sorumlularından biri olarak gördükleri göçmen kadınların haklarını savunmak için yukarıda sözü geçen yazıyı yazan(lar) hakkında suç duyurusunda bulundu. Çünkü, bu çarpık sistemin sorumlusunun göçmen kadınlar olmadığının farkındaydılar. Emek sömürüsünün omuzlarına yüklediği ağır bedeli de biliyorlardı. Bildikleri bir diğer şey de, yaptıkları işin başkalarının kendilerini ezmesi anlamına gelmemesi gerektiğiydi. Gündelikçi kadınların yaptığı işin diğer mesaili işlerden asla bir farkı yoktu, aksine çoğu yönden tam bir psikolojik savaştı. Çünkü mesailerinin gidişatı yanında çalıştıkları kadının ruh haline göre değişiklik gösterebiliyordu. Hal böyleyken, göçmen kadınlara "yalnız değilsiniz" mesajı vermemek için bir nedenleri yoktu.


Geçtiğimiz günlerde Documentarist kapsamında gerçekleşen "Hangi İnsan Hakları?" etkinliğinde bir tiyatro oyunu izledik. Bilinen oyunlardan farkı tüm karakterlerin gerçek hayatta gündelikçi olarak çalışan kadınlardan oluşmasıydı. Aslında kadınlar kendilerini oynuyorlardı sahnede. Oyun "Forum Tiyatro" adı verilen teknikle sahneleniyor ve seyirciden oyuna düşünceleriyle ve eleştirileriyle, hatta çıkıp bizzat oynayarak "müdahale etmeleri" isteniyordu. Oyun bittiğinde gündelikçilik olarak tarif edilen bu meslek kolunun neredeyse yok sayıldığı, yasalarca tanınmadığı, haliyle iş güvenlik uygulamalarından yoksun olduğu, bütün bunlar yetmezmiş gibi işçi-işveren arasındaki ilişkinin tamamen kişilerin inisiyatifine kalmış olduğu gerçekleriyle yüzyüze kaldık (Bu oyunla ilgili bir yazım Amargi Dergi'da önümüzdeki ay yayınlanacak). Hepsinden öte, buram buram ayrımcılık ve vicdansızlık kokan kimi uygulamaların günlük yaşamımıza nasıl bu kadar sirayet etmiş olduğuydu ki, sanıyorum Gordion düğümünün çözülmesi bu sorunun yanıtını tam olarak bulabildiğimizde mümkün olacaktı.


Bunun içinse, katetmemiz gereken epeyce yol varmış gibi gözüküyor.


20 Aralık 2010 Pazartesi

Öyle bir geçer ki haftasonu İstanbul'da


Öyle derli toplu, planlı programlı ; yediği içtiği belli biriyseniz baştan uyaralım, İstanbul feleğinizi şaşırtır. Nedensizce tıkanan trafik değildir insanı yalnızca çileden çıkaran, yolda yürürken dikkatinizi dağıtan herhangi bir kişi ya da performans , aldığınız bir e-mail ya da telefon yaptığınız onca planın bir anda alt-üst olmasına neden olabilir.

Hafta içinde ağırladığım misafirlerin ardından haftasonunu dinlenerek sessiz sakin geçirmeyi –Ezgiyle gidilen ve mest olunan İKSV Salon’daki Melissa auf der Maur konseri hariç- düşünürken, tıpkı az önce söylediğim gibi tek bir telefonla bütün planlar bir anda bambaşka bir seyir izledi.

Buna neden olan iki ana etkinlikten bahsedeceğim sizlere. Birincisi 16-19 Aralık tarihlerinde gerçekleşen 6. İstanbul Animasyon Festivali’ydi. 3 gün boyunca Pera Müzesi’nde gencecik bir ekip nefis bir işe imza attı. Arkadaşımın organizasyona destek veriyor olması nedeniyle ben de bir anda kendimi ekibin içinde buldum denebilir. Ve böylelikle birbirinden nefis animasyonlar izledim, yeri geldi salon boşalttım, yeri geldi fotoğraf çektim.. Ve filmlerden “Missing”in (http://www.missingshortfilm.com/) yönetmeni olan Filistin asıllı olup Ürdün-İngiltere arasında mekik dokuyan Tariq Rimawi İle tanışma ve vakit geçirme şansını yakaladım. –Galler’de animasyon yönetmenliği eğitimi alan Tarık’ın filmi gerçek bir hikayeden esinlenerek Filistin-İsrail savaşının yaşattıklarını kan ve çatışma sahneleri olmaksızın anlatıyor.

Animasyon festivaline ilişkin en çok beğendiğim filmleri yazının sonunda paylaşacağım..

Ondan önce haftasonumuzu şenlendiren diğer olaya değineyim. Babası İtalyan, annesi Şilili amma velakin kendisi Amsterdam’da yaşayan GianCarlo Pazzanese isimli genç sanatçı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinin son demlerinde İstiklal Caddesi’nde gerçekleştireceği performans için kendisine yardımcı olarak birilerine ihtiyaç duymuş, işin ucu bir şekilde bana dokundu ve bir anda kendimi olayın bir parçası olarak buldum.

Urban Cosmopolitans isimli Hollanda menşeili vakfın yürüttüğü "Exchange for a cosmopolitan future" projesi etkinlikleri kapsamında Giancarlo, Pazar günü öğle saatlerinde Atlas Pasajı önünde sergilediği “seksek” performansıyla bir hayli dikkat çekti. Unla -Dünyanın farklı kentlerinde normalde tebeşir tozuyla yapılıyor, burada un daha ucuz olduğu için tercih edildi- çizdiği karelere AB üyesi ülkeleri simgelemek amacıyla kartondan kesilmiş şablonlarla kısaltmaları yazan ve ardından Türkiye’yi de karelerden birine ekleyen GianCarlo, Avrupa’ya ilişkin hayali sınırları simgelemek istedi. Sonuçta herksin zihnindeki Avrupa imgesi ve haritası değişim gösteriyor. Çizimin ardından oynadığı seksekle bu hayali sınırlar üzerinde oynanan oyunu ve birbirine karışan un taneleriyle de sınırlardaki geçişkenliğe vurgu yaptı. GC’ye göre kendi sınırlarımızı aşarsak belleğimizi de değiştirebiliriz.

Sonuç olarak sokağın gürültüsüne eşlik eden bu etkinlik, sınırlar ve hafıza ile ilgili sorunları oyun bahçesine taşımış oldu. Daha doğrusu taşımaya çalıştı. İstanbul 2010 AKB etkinlikleri kapsamında olduğu için gerekli izinler alınmasına rağmen, performans esnasında kullanılan un başımıza bela oldu. Belediye ve zabıta görevlileri bir dizi sıkıntı çıkararak performansın durdurulmasını ve çizimlerin temizlenmesi için araç getirilmesini sağladı. Ve yaklaşık yarım saat süren ve gerçekten insanların dikkatini çeken bu etkinlik de hüsranla sonlanmış oldu. Sanatı anlamak, umursamak zorunda elbette değiliz ancak gerekli tüm yasal izinlere rağmen gösterimin bu şekilde sonlanması biraz canımızı sıktı.

Sen bu işin neresindeydin diye sorarsanız, performansın kameraya çekimi ve fotoğraflanmasında yardımcı oldum diye özetlerim.

Performansın eğlenceli kısmı, bütün o yarım saatlik süre boyunca hem GianCarlo’nun hem de ben ve çekim yapan diğer arkadaşımın insanların sorularına kayıtsız kalma çabalarımızdı. İnsanlar biz müdahale etmeden, açıklama yapmadan konuşsun, tepki versin istedik,ki bu da performansın bir parçasıydı. Nitekim de öyle oldu. Kimileri bu işin anlamsızlığından dem vururken, kimisi neden Türkiye’nin en son karede yer aldığını kafasına taktı. Kimisi “un”a atfettiği kutsallığı, dünyada ve Türkiye’de milyonlarca insan açken, unun sokağa savrulmasının yanlış olduğunu vurgulayıp durdu, kiminin derdi ise bu unun nasıl kim tarafından temizleneceği oldu.

Zabıta ve belediye görevlileriyle ilgilenmek de elbette GianCarlo’ya değil bizlere düştü. Temizlik aracı geldi, bir güzel temizliğini yaptı ve gitti.

GianCarlo yaşanan gerginliğe rağmen –sonradan gelen tepkileri kendisine aktarınca- oldukça memnun olduğunu söyledi. Hep birlikte performansı Türk sanatçılarla tartışmak üzere Mısır Apartmanı’ndaki Casa Del Arte’ye gittik, burada mini bir panel düzenlendi, çektiğimiz fotoğraflar eşliğinde performansın amacı ve yaşananlar konuşuldu. Performansın İstiklal’de değil de İstanbul’un başka bir semtinde yapılmasının , sanatçının erkek değil de kadın olmasının, yabancı değil de Türk olmasının ve malzeme olarak un yerine pudra kullanılmasının yaratabileceği tepkiler tartışıldı.

Bir hayli keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Olan bitenlere ilişkin daha fazla bilgi almak isterseniz urbancosmopolitans.com adresine bakabilirsiniz. Fotoğrafları ve videoyu GC onay vermeden paylaşmak istemedim açıkçası. GC ve yaptıklarına ilişkin ayrıntılı bilgi bu adreste:

http://18cm.nl/

Günün sonunda Animasyon Festivali’nin en iyilerini izlemek için yeniden Pera Müzesi’nin yolunu tuttuk. Ve 3 günlük programın ardından benim en iyilerim şu şekilde belirlendi:

-Logorama-Fransa

-The Cat Piano-Avustralya

-The King of the Island-İtalya

-Post-Almanya

-Hansel & Gretel: The true story- Makedonya

-Kidnap-ABD

Eğer herhangi birine bir şekilde denk gelirseniz lütfen durun ve izleyin. Bunlar sadece benim izleyebildiklerim arasından aklımda kalanlar. Daha fazlası için festivalin websitesine bir göz atın (http://www.iafistanbul.com/ ).

Bu dolu dolu geçen haftasonunun bitiminde payıma düşen, İstanbul’da plansız programsız yaşamanın zaman zaman ne denli keyifli olabildiğini anlamak oldu.

Ve elbette tanıştığım birbirinden renkli insanlar da bonus haneme eklendi.

Öyle bir geçer ki haftasonu İstanbul'da


Öyle derli toplu, planlı programlı ; yediği içtiği belli biriyseniz baştan uyaralım, İstanbul feleğinizi şaşırtır. Nedensizce tıkanan trafik değildir insanı yalnızca çileden çıkaran, yolda yürürken dikkatinizi dağıtan herhangi bir kişi ya da performans , aldığınız bir e-mail ya da telefon yaptığınız onca planın bir anda alt-üst olmasına neden olabilir.

Hafta içinde ağırladığım misafirlerin ardından haftasonunu dinlenerek sessiz sakin geçirmeyi –Ezgiyle gidilen ve mest olunan İKSV Salon’daki Melissa auf der Maur konseri hariç- düşünürken, tıpkı az önce söylediğim gibi tek bir telefonla bütün planlar bir anda bambaşka bir seyir izledi.

Buna neden olan iki ana etkinlikten bahsedeceğim sizlere. Birincisi 16-19 Aralık tarihlerinde gerçekleşen 6. İstanbul Animasyon Festivali’ydi. 3 gün boyunca Pera Müzesi’nde gencecik bir ekip nefis bir işe imza attı. Arkadaşımın organizasyona destek veriyor olması nedeniyle ben de bir anda kendimi ekibin içinde buldum denebilir. Ve böylelikle birbirinden nefis animasyonlar izledim, yeri geldi salon boşalttım, yeri geldi fotoğraf çektim.. Ve filmlerden “Missing”in (http://www.missingshortfilm.com/) yönetmeni olan Filistin asıllı olup Ürdün-İngiltere arasında mekik dokuyan Tariq Rimawi İle tanışma ve vakit geçirme şansını yakaladım. –Galler’de animasyon yönetmenliği eğitimi alan Tarık’ın filmi gerçek bir hikayeden esinlenerek Filistin-İsrail savaşının yaşattıklarını kan ve çatışma sahneleri olmaksızın anlatıyor.

Animasyon festivaline ilişkin en çok beğendiğim filmleri yazının sonunda paylaşacağım..

Ondan önce haftasonumuzu şenlendiren diğer olaya değineyim. Babası İtalyan, annesi Şilili amma velakin kendisi Amsterdam’da yaşayan GianCarlo Pazzanese isimli genç sanatçı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinin son demlerinde İstiklal Caddesi’nde gerçekleştireceği performans için kendisine yardımcı olarak birilerine ihtiyaç duymuş, işin ucu bir şekilde bana dokundu ve bir anda kendimi olayın bir parçası olarak buldum.

Urban Cosmopolitans isimli Hollanda menşeili vakfın yürüttüğü "Exchange for a cosmopolitan future" projesi etkinlikleri kapsamında Giancarlo, Pazar günü öğle saatlerinde Atlas Pasajı önünde sergilediği “seksek” performansıyla bir hayli dikkat çekti. Unla -Dünyanın farklı kentlerinde normalde tebeşir tozuyla yapılıyor, burada un daha ucuz olduğu için tercih edildi- çizdiği karelere AB üyesi ülkeleri simgelemek amacıyla kartondan kesilmiş şablonlarla kısaltmaları yazan ve ardından Türkiye’yi de karelerden birine ekleyen GianCarlo, Avrupa’ya ilişkin hayali sınırları simgelemek istedi. Sonuçta herksin zihnindeki Avrupa imgesi ve haritası değişim gösteriyor. Çizimin ardından oynadığı seksekle bu hayali sınırlar üzerinde oynanan oyunu ve birbirine karışan un taneleriyle de sınırlardaki geçişkenliğe vurgu yaptı. GC’ye göre kendi sınırlarımızı aşarsak belleğimizi de değiştirebiliriz.

Sonuç olarak sokağın gürültüsüne eşlik eden bu etkinlik, sınırlar ve hafıza ile ilgili sorunları oyun bahçesine taşımış oldu. Daha doğrusu taşımaya çalıştı. İstanbul 2010 AKB etkinlikleri kapsamında olduğu için gerekli izinler alınmasına rağmen, performans esnasında kullanılan un başımıza bela oldu. Belediye ve zabıta görevlileri bir dizi sıkıntı çıkararak performansın durdurulmasını ve çizimlerin temizlenmesi için araç getirilmesini sağladı. Ve yaklaşık yarım saat süren ve gerçekten insanların dikkatini çeken bu etkinlik de hüsranla sonlanmış oldu. Sanatı anlamak, umursamak zorunda elbette değiliz ancak gerekli tüm yasal izinlere rağmen gösterimin bu şekilde sonlanması biraz canımızı sıktı.

Sen bu işin neresindeydin diye sorarsanız, performansın kameraya çekimi ve fotoğraflanmasında yardımcı oldum diye özetlerim.

Performansın eğlenceli kısmı, bütün o yarım saatlik süre boyunca hem GianCarlo’nun hem de ben ve çekim yapan diğer arkadaşımın insanların sorularına kayıtsız kalma çabalarımızdı. İnsanlar biz müdahale etmeden, açıklama yapmadan konuşsun, tepki versin istedik,ki bu da performansın bir parçasıydı. Nitekim de öyle oldu. Kimileri bu işin anlamsızlığından dem vururken, kimisi neden Türkiye’nin en son karede yer aldığını kafasına taktı. Kimisi “un”a atfettiği kutsallığı, dünyada ve Türkiye’de milyonlarca insan açken, unun sokağa savrulmasının yanlış olduğunu vurgulayıp durdu, kiminin derdi ise bu unun nasıl kim tarafından temizleneceği oldu.

Zabıta ve belediye görevlileriyle ilgilenmek de elbette GianCarlo’ya değil bizlere düştü. Temizlik aracı geldi, bir güzel temizliğini yaptı ve gitti.

GianCarlo yaşanan gerginliğe rağmen –sonradan gelen tepkileri kendisine aktarınca- oldukça memnun olduğunu söyledi. Hep birlikte performansı Türk sanatçılarla tartışmak üzere Mısır Apartmanı’ndaki Casa Del Arte’ye gittik, burada mini bir panel düzenlendi, çektiğimiz fotoğraflar eşliğinde performansın amacı ve yaşananlar konuşuldu. Performansın İstiklal’de değil de İstanbul’un başka bir semtinde yapılmasının , sanatçının erkek değil de kadın olmasının, yabancı değil de Türk olmasının ve malzeme olarak un yerine pudra kullanılmasının yaratabileceği tepkiler tartışıldı.

Bir hayli keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Olan bitenlere ilişkin daha fazla bilgi almak isterseniz urbancosmopolitans.com adresine bakabilirsiniz. Fotoğrafları ve videoyu GC onay vermeden paylaşmak istemedim açıkçası. GC ve yaptıklarına ilişkin ayrıntılı bilgi bu adreste:

http://18cm.nl/

Günün sonunda Animasyon Festivali’nin en iyilerini izlemek için yeniden Pera Müzesi’nin yolunu tuttuk. Ve 3 günlük programın ardından benim en iyilerim şu şekilde belirlendi:

-Logorama-Fransa

-The Cat Piano-Avustralya

-The King of the Island-İtalya

-Post-Almanya

-Hansel & Gretel: The true story- Makedonya

-Kidnap-ABD

Eğer herhangi birine bir şekilde denk gelirseniz lütfen durun ve izleyin. Bunlar sadece benim izleyebildiklerim arasından aklımda kalanlar. Daha fazlası için festivalin websitesine bir göz atın (http://www.iafistanbul.com/ ).

Bu dolu dolu geçen haftasonunun bitiminde payıma düşen, İstanbul’da plansız programsız yaşamanın zaman zaman ne denli keyifli olabildiğini anlamak oldu.

Ve elbette tanıştığım birbirinden renkli insanlar da bonus haneme eklendi.

18 Aralık 2010 Cumartesi

İyi Müzik Şehirde


Fotoğraf: Gökşen Çalışkan


Aslında tüm enerjimizi dün gece Melissa Auf Der Maur'un sahnesinde bıraktık. Kulaklarımız katıksız, saf rock'n roll'a nasıl hasret kalmış, anladık. Melissa'nın ve saz arkadaşlarının bass'ını damarlarlarımıza kadar hissettik. Black Sabath'a ince ince gönderilen selama bir 'merhaba' da biz ekledik. Sonra bitti. Her güzel şey gibi. Sabah başı biraz fazla sallamaktan sebep hafif hafif ısıran boyun ağrısı. Artar da, doktor yolları gözükürse eğer, faturası Salon İKSV'ye. Bir tazminat da bana Lee Scratch Perry'i kaçırttıkları için. Aklım Babylon'da kaldı doğrusu.



Gün Cumartesi. Dün saçlarını savura savura danseden kız gitti, yerine poğaça pişiren, Eliane Elias'ın Bossa Nova Stories albümüne dalıp giden ve yeni başlangıçların neşesine kapılan sakin ruh geldi. Televizyonda bir Zeki Müren filmi. Takvimden bana doğru bakan notlarımı okuyorum. Bu akşam Mystery Jets Salon İKSV sahnesinde. Zaten diyorum ki, Salon bize kenarda bir yatak atsın. Eve gitmeye yorulmayalım. Bu kadar iyi konserle baş etmek zor yoksa. Bir fikir olarak sunuyorum, içimde kalmasın. Neyse. Suede ve Pulp dendi mi eski günlere dönenler bunu severler. Son albüm Serotonin adına yakışır lezzette doğrusu. Canlı dinlemesi de güzel olur. Suede'i anmışken sahi, bir de Suede gelse İstanbul sahnesine, ne harikulade olurdu. Bir neyse daha.


Dün sormuştuk ya, bu konser hareketliliği rüya mı, kabus mu diye? Bugün de peşimizi bırakmıyor bu soru. Richard Dorfmeister ve Rupert Huber'ın müşterek projesi Tosca Sirkeci Garı'nda olacak mesela. No Hassle albümünü canlı çalmanın yanı sıra, Sirkeci Garı'nın duvarlarına müzikle paralel görseller yansıyacak. Indie artık baydı, devir artık elektronik devri diyenlere seçenek.


Bu kalabalıkta açık söylemek gerekirse Bronx Pi Sahne'deki The Wedding Present konserinin Londra'da yağan kardan ötürü ertelenmesine memnunuz. Aksi taktirde, indie'nin eskisi ve yenisi arasında seçime zorlanacaktık. Daha boş bir takvimde gelsinler, aklımız bir yerlerde kalmadan dinleyelim.


Bakalım. Çalışmaktan gözbebeklerimiz büyümezse, lodos başımızı ağrıtmazsa, pijamanın sıcaklığı cumartesi gecesi ateşini söndürmezse birinden birindeyiz.

İyi Müzik Şehirde


Fotoğraf: Gökşen Çalışkan


Aslında tüm enerjimizi dün gece Melissa Auf Der Maur'un sahnesinde bıraktık. Kulaklarımız katıksız, saf rock'n roll'a nasıl hasret kalmış, anladık. Melissa'nın ve saz arkadaşlarının bass'ını damarlarlarımıza kadar hissettik. Black Sabath'a ince ince gönderilen selama bir 'merhaba' da biz ekledik. Sonra bitti. Her güzel şey gibi. Sabah başı biraz fazla sallamaktan sebep hafif hafif ısıran boyun ağrısı. Artar da, doktor yolları gözükürse eğer, faturası Salon İKSV'ye. Bir tazminat da bana Lee Scratch Perry'i kaçırttıkları için. Aklım Babylon'da kaldı doğrusu.



Gün Cumartesi. Dün saçlarını savura savura danseden kız gitti, yerine poğaça pişiren, Eliane Elias'ın Bossa Nova Stories albümüne dalıp giden ve yeni başlangıçların neşesine kapılan sakin ruh geldi. Televizyonda bir Zeki Müren filmi. Takvimden bana doğru bakan notlarımı okuyorum. Bu akşam Mystery Jets Salon İKSV sahnesinde. Zaten diyorum ki, Salon bize kenarda bir yatak atsın. Eve gitmeye yorulmayalım. Bu kadar iyi konserle baş etmek zor yoksa. Bir fikir olarak sunuyorum, içimde kalmasın. Neyse. Suede ve Pulp dendi mi eski günlere dönenler bunu severler. Son albüm Serotonin adına yakışır lezzette doğrusu. Canlı dinlemesi de güzel olur. Suede'i anmışken sahi, bir de Suede gelse İstanbul sahnesine, ne harikulade olurdu. Bir neyse daha.


Dün sormuştuk ya, bu konser hareketliliği rüya mı, kabus mu diye? Bugün de peşimizi bırakmıyor bu soru. Richard Dorfmeister ve Rupert Huber'ın müşterek projesi Tosca Sirkeci Garı'nda olacak mesela. No Hassle albümünü canlı çalmanın yanı sıra, Sirkeci Garı'nın duvarlarına müzikle paralel görseller yansıyacak. Indie artık baydı, devir artık elektronik devri diyenlere seçenek.


Bu kalabalıkta açık söylemek gerekirse Bronx Pi Sahne'deki The Wedding Present konserinin Londra'da yağan kardan ötürü ertelenmesine memnunuz. Aksi taktirde, indie'nin eskisi ve yenisi arasında seçime zorlanacaktık. Daha boş bir takvimde gelsinler, aklımız bir yerlerde kalmadan dinleyelim.


Bakalım. Çalışmaktan gözbebeklerimiz büyümezse, lodos başımızı ağrıtmazsa, pijamanın sıcaklığı cumartesi gecesi ateşini söndürmezse birinden birindeyiz.

16 Aralık 2010 Perşembe

17 Aralık Cuma: Rüya mı, Kabus mu?





Aşk mı, para mı? Bebek mi, kariyer mi? Ölüm mü, kalım mı? Avrupa Birliği mi, Ortadoğu Birliği mi? Güzellik mi, zeka mı? Demokrasi mi, oligarşi mi? Süper mi, dizel mi? Birinci Köprü mü, ikinci köprü mü? Vapur mu, metrobüs mü? Şemsiye taşımak mı, yağmurda ıslanmak mı? Sarışın mı, esmer mi? Ağlamak mı, gülmek mi? A şıkkı mı, E şıkkı mı? O fakülte mi, bu yüksekokul mu? İstifayı basmak mı, yoksa kalıp biraz daha dayanmak mı? O anlayışsız kadına/adama haddini bildirmek mi, susup sineye çekmek mi? Yumurta atmak mı, uzun eşek oynamak mı? Çarşaf liste mi, blok liste mi? Ak mı, kara mı? Sevmek mi, sevilmek mi? Türban mı, mini etek mi? Radyo mu, televizyon mu? Kıvanç Tatlıtuğ mu, Kenan İmirzalıoğlu mu? Gönül doldurmak mı, cep doldurmak mı? Güneş mi, kar mı? Acı mı, tatlı mı? Uzaylılar var mı, yok mu? Tanrı var mı, yok mu? İşi bilmek mi, işe gitmemek mi? Akıl mı, vicdan mı? Saz mı, caz mı? Etrafta gördüklerimiz madde mi, yoksa sadece birer mana mı?



Bırakın bunları düşünmeyi. Ya da şöyle diyeyim, bütün bunları düşünmeyi mesai saatlerine bırakın.


Saatler 18:30'u gösterdiğinde aklınızın iplerini serbest bırakın. Düşüneceğiniz tek şey müzik olsun.


Zira bu akşam İstanbul için hergünden biraz daha fazla müzikal bir akşam.

Bu akşam dertleri koyverin gitsin. Hergün zaten yüzyüze kaldığınız/kalacağınız tercihleri rafa kaldırın. Tek düşüneceğiniz müzik olsun. Reagge ve dub üstadı, 50 küsür yıllık büyük efsane Lee 'Scratch' Perry'le Babylon hasbıhali mi? Birbirinden lezzetli melodiler ve içe dokunan sözlerle tekrar tekrar dinlenilesi şarkılara imza atan ve bu akşam yine yeniden Ghetto'ya gelecek Beady Belle mi? Kendisini pek tanımayan İstanbul sahnesi'ne ilk adımı Salon İKSV'de atacak olan ve Hürriyet'ten Barış Akpolat'a verdiği röportajda çok sıcak ve ateşli bir gecenin dinleyiciyi beklediğini müjdeleyen Melissa Auf Der Maur mu? Ankara'nın İstanbul sahnesine en güzel armağanlarından biri olan, defalarca canlı dinlenseler bile şarkılarının güzelliği sayesinde asla bıktırmayan ve Bronx Pi'de sahne alacak olan Sakin mi? Kısa öykülerden güzel şarkılar yazan, canlı performansının güzelliğiyle akıllara kazınan, ilk debüsünden bu yana 10 yıllık bir zamanı deviren ve yeniden Hayal Kahvesi'ni şenlendirecek olan Aylin Aslım mı? Yaptıkları müziği 'şiirsel sözlü melodik pop' olarak tanımlayan, 'Buried Inside' şarkısı hala müzikçalarda yerini koruyan ve Roxy sahnesini ikinci ev belleyen Soaked mı?


İşimiz zor. Bu akşam yapacağımız tercihlerin özü özeti aslında şu olacak gibi: İstanbul'daki canlı performans mekanları arasındaki rekabet güzel bir rüya mı, yoksa bir kabus mu?



17 Aralık Cuma: Rüya mı, Kabus mu?





Aşk mı, para mı? Bebek mi, kariyer mi? Ölüm mü, kalım mı? Avrupa Birliği mi, Ortadoğu Birliği mi? Güzellik mi, zeka mı? Demokrasi mi, oligarşi mi? Süper mi, dizel mi? Birinci Köprü mü, ikinci köprü mü? Vapur mu, metrobüs mü? Şemsiye taşımak mı, yağmurda ıslanmak mı? Sarışın mı, esmer mi? Ağlamak mı, gülmek mi? A şıkkı mı, E şıkkı mı? O fakülte mi, bu yüksekokul mu? İstifayı basmak mı, yoksa kalıp biraz daha dayanmak mı? O anlayışsız kadına/adama haddini bildirmek mi, susup sineye çekmek mi? Yumurta atmak mı, uzun eşek oynamak mı? Çarşaf liste mi, blok liste mi? Ak mı, kara mı? Sevmek mi, sevilmek mi? Türban mı, mini etek mi? Radyo mu, televizyon mu? Kıvanç Tatlıtuğ mu, Kenan İmirzalıoğlu mu? Gönül doldurmak mı, cep doldurmak mı? Güneş mi, kar mı? Acı mı, tatlı mı? Uzaylılar var mı, yok mu? Tanrı var mı, yok mu? İşi bilmek mi, işe gitmemek mi? Akıl mı, vicdan mı? Saz mı, caz mı? Etrafta gördüklerimiz madde mi, yoksa sadece birer mana mı?



Bırakın bunları düşünmeyi. Ya da şöyle diyeyim, bütün bunları düşünmeyi mesai saatlerine bırakın.


Saatler 18:30'u gösterdiğinde aklınızın iplerini serbest bırakın. Düşüneceğiniz tek şey müzik olsun.


Zira bu akşam İstanbul için hergünden biraz daha fazla müzikal bir akşam.

Bu akşam dertleri koyverin gitsin. Hergün zaten yüzyüze kaldığınız/kalacağınız tercihleri rafa kaldırın. Tek düşüneceğiniz müzik olsun. Reagge ve dub üstadı, 50 küsür yıllık büyük efsane Lee 'Scratch' Perry'le Babylon hasbıhali mi? Birbirinden lezzetli melodiler ve içe dokunan sözlerle tekrar tekrar dinlenilesi şarkılara imza atan ve bu akşam yine yeniden Ghetto'ya gelecek Beady Belle mi? Kendisini pek tanımayan İstanbul sahnesi'ne ilk adımı Salon İKSV'de atacak olan ve Hürriyet'ten Barış Akpolat'a verdiği röportajda çok sıcak ve ateşli bir gecenin dinleyiciyi beklediğini müjdeleyen Melissa Auf Der Maur mu? Ankara'nın İstanbul sahnesine en güzel armağanlarından biri olan, defalarca canlı dinlenseler bile şarkılarının güzelliği sayesinde asla bıktırmayan ve Bronx Pi'de sahne alacak olan Sakin mi? Kısa öykülerden güzel şarkılar yazan, canlı performansının güzelliğiyle akıllara kazınan, ilk debüsünden bu yana 10 yıllık bir zamanı deviren ve yeniden Hayal Kahvesi'ni şenlendirecek olan Aylin Aslım mı? Yaptıkları müziği 'şiirsel sözlü melodik pop' olarak tanımlayan, 'Buried Inside' şarkısı hala müzikçalarda yerini koruyan ve Roxy sahnesini ikinci ev belleyen Soaked mı?


İşimiz zor. Bu akşam yapacağımız tercihlerin özü özeti aslında şu olacak gibi: İstanbul'daki canlı performans mekanları arasındaki rekabet güzel bir rüya mı, yoksa bir kabus mu?



14 Aralık 2010 Salı

İstanbul'da Kentsel Dönüşüm Bu Seminerlerde Konuşulacak




Duyduğum zaman tüylerimi diken diken eden kavramlardan biridir 'cazibe merkezi' dedikleri şey. Kentsel dönüşüm kavramı hayatımıza girdiğinden bu yana otorite tarafından en fazla dillendirilen sözcüklerden biri olmuştur. Mimarisiyle, tarihi değeriyle, yaşanmışlıklara kattığı öykülerle şehrin birer parçası olmuş her yapı en azından bir kere nasibini alır bu 'cazibe merkezi' mantalitesinden. Haydarpaşa Garı, Emek Sineması'nı da kapsayan güzelim
Cercle d'Orient kompleksi ve olağanüstü bir tarihin üzerine kurulmuş Sulukule de bu çapraşık ve ne idüğü belirsiz 'cazibe merkezi' tartışmalarından mahrum kalmadı elbette. Ne yazık ki hepsi sırayla bu ülkede garın gar, sinemanın sinema, mahallenin mahalle kalamayacağını acı bir şekilde deneyimlediler.


İstanbul'da bütün bu olup bitenler çok kitlesel olmasa da bir sivil tepkiyi beraberinde getirdi. Sorular peşpeşe soruldu: Sulukule'de Koruma Kurulu kararına rağmen inşaatlar neden devam ediyor? Topkapı Sarayı'nın surları neden çatladı? Haliç Metro Geçişi Süleymaniye'yi nasıl etkiler? Cercle d'Orient'in olduğu gibi korunması mümkün değil mi? Haydarpaşa Garı'nın küllerinden ne doğacak? Bütün bu sorulara yerel ve genel yönetiminden doyurucu yanıtlar gelmeyince, iş sivil inisiyatiflerin konuyu ele almasına düştü.

Bu haftanın takvimine eklemenizi önerdiğimiz iki seminer var. İlki; bugün (15 Aralık) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi tarafından düzenlenen Çarşamba Seminerleri' kapsamındaki "Kentsel Dönüşüm, Küreselleşme ve Türkiye" başlıklı seminer. Fuat Keyman'ın konuşmacı olarak katılacağı seminerde küreselleşme ve Türkiye bağlamında kentsel dönüşüm konusu ele alınacak. Seminer, üniversitenin Fındıklı Kampüsü'ndeki Mimarlık Fakültesi Video Konferans Salonu'nda gerçekleşecek ve saat 11:00'da başlayacak.


Yarın (16 Aralık) ise; İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde 'Haydarpaşa Yandı! Küllerinden Ne Doğacak?' başlıklı bir konferans düzenlenecek. Konferansta hepimizin merak ettiği sorulara yanıt aranacak. Yangının nedeni açıklandıktan sonra bölgenin ‘cazibe merkezi' olarak yeniden düzenlenmesi yeniden gündeme geldi, cazibe merkezinden kastedilen ne? Marmaray projesi Haydarpaşa Tren Garını ekarte etmek için mi yapıldı? Gar ve çevresinin yaşayan haliyle iyileştirilmesi mi yoksa müze olması mı gerekir? İstanbul'da insanları evsiz bırakacak, yerine plazalar, villa kentler inşa edecek olan Kentsel Dönüşüm projelerine nasıl bakmalıyız? 3. Boğaz Köprüsü Projesi kapsamında su havzaları ve yaban hayatıyla birlikte İstanbul'un Kuzey ormanlarının ve Marmara bölgesindeki tarım alanlarının yok edilmesi ne uğruna ‘göze alınıyor'? gibi sorular konferansta tartışılacak konular arasında yer alıyor. İTÜ Taşkışla Kampüsü'nde gerçekleşecek konferansın başlama saati 12:30.


Biz İstanbullular sorularımızın yanıtlarını ısrarla aramadıkça, kimsenin gerçekleri açıklayacağı yok. O nedenle, İstanbul'da kentsel dönüşüm namına olup bitenler ne kadar konuşulur ve dillendirilirse, o kadar iyi.

İstanbul'da Kentsel Dönüşüm Bu Seminerlerde Konuşulacak




Duyduğum zaman tüylerimi diken diken eden kavramlardan biridir 'cazibe merkezi' dedikleri şey. Kentsel dönüşüm kavramı hayatımıza girdiğinden bu yana otorite tarafından en fazla dillendirilen sözcüklerden biri olmuştur. Mimarisiyle, tarihi değeriyle, yaşanmışlıklara kattığı öykülerle şehrin birer parçası olmuş her yapı en azından bir kere nasibini alır bu 'cazibe merkezi' mantalitesinden. Haydarpaşa Garı, Emek Sineması'nı da kapsayan güzelim
Cercle d'Orient kompleksi ve olağanüstü bir tarihin üzerine kurulmuş Sulukule de bu çapraşık ve ne idüğü belirsiz 'cazibe merkezi' tartışmalarından mahrum kalmadı elbette. Ne yazık ki hepsi sırayla bu ülkede garın gar, sinemanın sinema, mahallenin mahalle kalamayacağını acı bir şekilde deneyimlediler.


İstanbul'da bütün bu olup bitenler çok kitlesel olmasa da bir sivil tepkiyi beraberinde getirdi. Sorular peşpeşe soruldu: Sulukule'de Koruma Kurulu kararına rağmen inşaatlar neden devam ediyor? Topkapı Sarayı'nın surları neden çatladı? Haliç Metro Geçişi Süleymaniye'yi nasıl etkiler? Cercle d'Orient'in olduğu gibi korunması mümkün değil mi? Haydarpaşa Garı'nın küllerinden ne doğacak? Bütün bu sorulara yerel ve genel yönetiminden doyurucu yanıtlar gelmeyince, iş sivil inisiyatiflerin konuyu ele almasına düştü.

Bu haftanın takvimine eklemenizi önerdiğimiz iki seminer var. İlki; bugün (15 Aralık) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi tarafından düzenlenen Çarşamba Seminerleri' kapsamındaki "Kentsel Dönüşüm, Küreselleşme ve Türkiye" başlıklı seminer. Fuat Keyman'ın konuşmacı olarak katılacağı seminerde küreselleşme ve Türkiye bağlamında kentsel dönüşüm konusu ele alınacak. Seminer, üniversitenin Fındıklı Kampüsü'ndeki Mimarlık Fakültesi Video Konferans Salonu'nda gerçekleşecek ve saat 11:00'da başlayacak.


Yarın (16 Aralık) ise; İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde 'Haydarpaşa Yandı! Küllerinden Ne Doğacak?' başlıklı bir konferans düzenlenecek. Konferansta hepimizin merak ettiği sorulara yanıt aranacak. Yangının nedeni açıklandıktan sonra bölgenin ‘cazibe merkezi' olarak yeniden düzenlenmesi yeniden gündeme geldi, cazibe merkezinden kastedilen ne? Marmaray projesi Haydarpaşa Tren Garını ekarte etmek için mi yapıldı? Gar ve çevresinin yaşayan haliyle iyileştirilmesi mi yoksa müze olması mı gerekir? İstanbul'da insanları evsiz bırakacak, yerine plazalar, villa kentler inşa edecek olan Kentsel Dönüşüm projelerine nasıl bakmalıyız? 3. Boğaz Köprüsü Projesi kapsamında su havzaları ve yaban hayatıyla birlikte İstanbul'un Kuzey ormanlarının ve Marmara bölgesindeki tarım alanlarının yok edilmesi ne uğruna ‘göze alınıyor'? gibi sorular konferansta tartışılacak konular arasında yer alıyor. İTÜ Taşkışla Kampüsü'nde gerçekleşecek konferansın başlama saati 12:30.


Biz İstanbullular sorularımızın yanıtlarını ısrarla aramadıkça, kimsenin gerçekleri açıklayacağı yok. O nedenle, İstanbul'da kentsel dönüşüm namına olup bitenler ne kadar konuşulur ve dillendirilirse, o kadar iyi.

7 Aralık 2010 Salı

İstanbul'un Saklı Nüfusu Mustafa




Dün akşam Documentarist tarafından düzenlediği 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğinin açılışı dolayısıyla birkaç kısa filmi önceden izledim.


Bu filmlerden biri de, Amsterdam merkezli HUMAN adlı sivil toplum örgütü tarafından gerçekleştirilen “Çocuk Hakları” serisi için Ayfer Ergün tarafından çekilen 'Mustafa' adlı filmdi.


Mustafa, 18 yaşında bir genç delikanlı. Ailesi Tanzanya'dan İstanbul'a göç etmiş. Mustafa, burada doğmuş ve büyümüş. Türkçeyi çok iyi konuşuyor. İstanbul'un eski mahallelerin birinde küçük bir evde yaşıyorlar. Fakat Mustafa yaşıtlarından farklı olarak eğitim alamıyor, her sokağa çıkışında korkuya mahkum oluyor.


Çünkü Mustafa'nın bir kimliği yok.


Filmde Mustafa'nın ağzından günlerinin nasıl geçtiğini öğreniyoruz. Hayatının ufacık bir odada karlı bir televizyon ekrarına bakarak geçtiğini anlatıyor. Yaşamın onun için ne kadar zor olduğunu, kimliksizlik yüzünden eğitim alamadığını, gitmek istediği yerlere gidemediğini anlatıyor.


Film 3 dakikada Mustafa ile bizi tanıştırıp bitiyor. Işıklar yandığında Mustafa'nın da izleyiciler arasında olduğunu farkediyoruz.


Öykünün gerisini Mustafa'dan dinlemek için sohbete başlıyoruz.


18 yaşındaki Mustafa'nın buradaki ailesi 4 kişilik. Bir de Tanzanya'da hiç yüzünü görmediği, videolarla haberleştiği bir ablası var. Babası tekstil işinde çalışıyor, ailede tek çalışan kişi. Mustafa hasta annesiyle ilgileniyor. İstanbul'un içine kapalı, biraz da tutucu bir mahallesinde yaşıyorlar.


Mustafa Türkçe'yi çok akıcı konuşuyor. İçine doğduğu dil bu ne de olsa. Anadilini ne yazık ki çoktan unuttuğunu biraz da çekinerek anlatıyor. Ve Mustafa, 18 yaşında ve anadili Türkçe olan yaşıtlarının aksine çok ama çok güzel bir diksiyon ve nezaketle konuşuyor.


Kimliksiz olmanın zorluklarından söz ediyor Mustafa. Babasının buraya göç etmesinin sebeplerini bilmiyor. Hangi nedenlerle Türk vatandaşı sayılmadığını da. Göçmenlik, evsiz yurtsuz olmak, kimliksiz yaşamak kavramlarının üzerinde uzun uzadıya tartışacak bilgisi de yok. Yine de en basit haliyle kimlikli insanı bile yutan bir şehirde 'saklı nüfus' olmanın dayanılmaz ağırlığından söz ediyor.


Mustafa, bir kilisenin yardım okuluna giderek okuma yazmayı öğrenmiş. Fakat okul bir sebeple kapanınca kimliği olmadığı için eğitim alamaz olmuş. Bu durum O'nu epeyce üzüyor. 'Ben istemez miyim eğitim alıp daha farklı şeyler öğrenmek?' diyor.


Mustafa yaşadığı mahallede onu derisinin rengi yüzünden aşağıladıklarını ve bunun O'nu çok kırdığını ve umutsuzluğa ittiğini anlatıyor. O'na 'kimi insanlar kendilerinden farklı gördükleri herkese küçümseyerek yaklaşırlar Mustafa, bu senin hayata umutlu bakmanı engellemesin' diyorum. Yanımdaki arkadaşım 'bu onların ego savaşı' diye ekliyor. 'Dünyada hem iyi insanlar var, hem kötü, biliyorum.' diye yanıtlıyor beni. 'Ben belki kapalı bir mahallede yaşadığım için böyle. Zaten bana bunu diyenler tinercisi, balicisi. Belki başka yerlerde böyle olmaz.' diyor. Mustafa, hem kimliksiz, hem siyahi, ayrımcılığı ve otorite tarafından tanınmamayı aynı şiddetle yaşarken yaşıtlarından çok daha ötede bir farkındalığa ulaşıyor. Bunu ister miydi? Bilinmez.


'Mustafa' diyorum, 'belki filmin gösterildikten sonra birileri sana ulaşır ve sorununu çözer, ne dersin?' 'Zaten burada birkaç kişiyle konuştum. Bir tanesi avukattı ve yardım edeceğini söyledi.' diye yanıtlıyor beni ve ekliyor: 'Tabi yarın sabah kalktığında anımsarsa. Kafası güzeldi de...' Gülüyoruz. Mustafa'da çok gelişmiş bir 'sense of humor' olduğu açık. İnsanların verdikleri sözleri tutamayabileceğini, kendi hayatlarına döndüklerinde O'nu unutabileceklerini biliyor. İçimden 'keşke tersi olsa, ama işler istediği gibi gitmezse en azından kalbi çok kırılmayacak.' diye geçiriyorum.


'Mustafa, ben seninle arkadaş olmak istiyorum' diyorum. Facebook adresini veriyor. 'Lütfen eklemem gecikirse unuttum ya da vazgeçtim sanma, bilgisayarım yok benim, zaman alabilir internete girmem' diyor. 'Tamam Mustafa, sen ne zaman uygunsan o zaman ekle' diyorum.


Elim çantamdaki kimliğime gidiyor. Düşünüyorum: Kaç defa sorguladım acaba bana bu kimliği veren ülkeyi? Polis dış görünüşümden dolayı beni hayat kadını sandığında ve çok kabaca kimliğimi görmek istediğinde nasıl sinirli bir şekilde avucuna bırakmıştım? Kaç defa kimliğimin üzerinde yazan din ve medeni hal ifadeleri nedeniyle ifrit olmuştum? Bu ülkenin vatandaşı olmanın sancılarını, acılarını ve güzelliklerini nasıl sorgulamıştım? Peki ya bütün bunları yapamamak, içine doğduğun ülke tarafından yok sayılmak, en basit temel haklarını bile kullamamadan yaşamak nasıl bir şey biliyor muydum?


Mustafa, yani benim yeni arkadaşım bana biraz olsun anlattı.


Siz de Documentarist'in 'Hangi İnsan Hakları?' etkinliğine gidin. Kimliği olmayan Mustafa'yı, elinde bomba patlayan küçük kız çocuğunu, yaşı büyütülerek evlendiren kızları görün.


Onların aslında sizden çok da uzakta bir yerde yaşamadığını da göreceksiniz çünkü.


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons