Sevgili Lhasa,
Bir yıl önce bugün, uzun geçen bir akşamın mahmurluğunu daha atamamış bir halde radyoyu açtığımda arka arkaya senin şarkılarının çaldığını duymuştum. Soğuk, ama karsız bir sabahtı. "Ne güzel, yeni yılın ilk gününe Lhasa'nın şarkılarıyla başlıyorum" diye düşündüğümü anımsıyorum. Derken, radyo programcısı "Lhasa De Sela Özel Yayını" olduğunu anons etti. Ben özel yayınlardan hep korkmuşumdur Lhasa. Genelde kaybedilenlerin ardından anma maksatlı yapılırlar çünkü. Ve işte o gün, elimde çayım, pencereden dışarıya bakarken radyodan duyduğumu anımsıyorum ölüm haberini. Radyodaki ses "Lhasa De Sela sesini bırakıp bu dünyadan göçtü" diyordu. Lhasa, sesini bırakıp bu dünyadan göçtü. Lhasa sesini bırakıp bu dünyadan... Lhasa sesini bırakıp... Lhasa ses... Lhasa... Bizi bırakıp gitmiştin Lhasa.
Bir konserinden bir görüntü kalmış aklımda. De Cara A La Pared'i söylüyorsun. Önce yaylıların sesi geliyor, sonra akustik gitarın... Sonra sen şarkıya giriyorsun. Sesin buğulu. Elini başına götürüyor, gözlerini kapatıyorsun. Gözünü açıp tekrar, seni dinleyenlere gülümsüyorsun. Sesin iyice boğuklaşıyor. Kesinlikle sadece gırtlaktan gelen bir ses değil senden yükselen. Buğulu bir lir sesi gibi, çok çok çok derinden ulaşıyor kulağa. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yok. Otuzlu yaşlarının olgunluğunda güzel bir kadın mikrofonu dudaklarına iyice yaklaştırmış halde soluksuz sevdiği aşkına ağıt yakıyor. O an şehir duruyor. Şehirler duruyor. Her şey duruyor, eminim bundan. O anda daha yolun yarısını yalnızca üç basamak geçmişken, senin bu kadar olgun, bu kadar güzel, bu kadar apansız gideceğini nereden bilebilirdik ki Lhasa?
Geçmiş zaman olur ki... Yine gecelerden bir gece... Onca müziğin, sesin arasında yine sen Lhasa. Senin My Name şarkın çalıyordu. İstanbul'da insanın içine işleyen bir soğuk... Ve bir türlü kara dönemeyen yağmur vardı. Yine o sesin Lhasa, sen bilirsin ya nasıl bir ses olduğunu ama yine de söyleyeyim ben, insanın içine işliyordu. Şarkının "...Why don’t you answer / why don’t you come save me / show me how to use /all these things / that you gave me / turn me inside out / so my bones can save me / turn me inside out..." bölümünde gökyüzüne, senin durduğunu tahmin ettiğim yere doğru baktım. Bize şarkılarını bırakmıştın Lhasa, ama bu denli iç kanırtıcı şarkılarla nasıl başedebileceğimizi anlatmadan çekip gitmiştin. Ne yapacağımı bilemediğim için her My Name çaldığında gözlerimin yanması, boğazımın gıcıklanması bundandı belki de. Halbuki Lhasa, sen yaşasaydın bu şarkı bana umut verebilirdi. Savaş sonrasında, bombalarla yıkılmış bir şehirde hayatta kalmak, hayata yeniden başlamak zorunda kalmak gibiydi My Name'in bendeki çağrışımı.
Ah Lhasa... Bize bıraktığın o son şarkıların neydi öyle? O Bells Are Ringing şarkısı mesela? Onca acının içinde, bilir gibi mutlu bir son olmayacağını... Ve I'm Going In. Sesin her zamankinden daha boğuk, karanlık bir yerlerden gelir gibi daha derin, benzetmek gibi olmasın ama ağıt gibi... Ölümünün acısıyla yüzleştiğimizde elimizde kalan tek rahatlatıcı şey senin yeniden doğacağına, içine hapsolduğun duvarların yıkılıp özgürlüğüne kavuşacağına dair umudundu. Umarım öyle olmuştur Lhasa. Umarım gittiğin yer güzel ve alabildiğince özgür bir yerdir.
Sen gittin gideli İstanbul'a tek damla kar düşmedi Lhasa. Ama dünyanın Kuzey yarımküresinin kalanında kar biteviye yağıyor. Yollar kapalı. İnsanlar kendi yarattıkları duvarların içinde hapis. Kimileri, senin özgür ruhunun ürünü şarkılarına tutunuyor. Her şarkın her defasında her kulakta başka anlamlara evriliyor. "Lhasa'nın şarkısı kısa sürdü" diyenlere inat, şarkıların dünya döndükçe dünyalıların benliklerinde varolmaya devam ediyor. Benim müzikçalarımda mesela, o veda gibi son albümünden çok, The Living Road dönüyor. En çok da Anywhere On This Road. Gideceğimiz daha ne kadar yol var bilmiyorum Lhasa ama duracak pek zamanımızın olmayacağını, buna izin vermeyeceklerini çoktan öğrendik.
Bu dünyada bıraktığın arkadaşın,
Ezgi