12 Temmuz 2010 Pazartesi

Rumuz: İronik Fraulayn

Fuck The Borders

Yüzümde kocaman bir gülümseme, gözüm ekranda. Kulağımda Sezen Aksu, saat gece yarısı 1. Bir jenerik akıyor gözbebeklerimden ki, uzun süredir böyle leziz bir film izlememişim. Ben içimden Ferzan Özpetek'e bu denli güzel yürekli bir öykü anlatıcısı olduğu için sarılır, yanaklarından bir daha, bir daha öperken, pencerenin dışından bir ses. Belediyenin büyük, sarı iş makinalarından biri, bir vidanjör. Mahalledeki evlerin perdeleri tek tek aralanır, sokağın sessizliğine küfürler karışırken elimde Mine Vaganti'nin DVD'si, kucağımda kedi.


Aklıma yine düşünceler üşüştü. Birisinin zamanın birinde "Ezgi Sen Yaşamsın" dediği geldi aklıma. Beynime kazınmış. "Ezgi Sen Yaşamsın" bana edilmiş en güzel laflardan biriydi hani. Sonra tam da bugünden bir enstantene geldi gözümün önüne. Günün bir anında pencerenizden akan eski sokakları, ahşap evleri, kıçı başı açıkta koşan çocukları az sonra yazacağınız öyküye katmanın hazırlığını yaparken, aynı gün, hemen beş dakika sonra "beni kazıkladı" kuruntusuna kapılıp bir taksiciye çemkiriyorsunuz. Üstüne adam bir de taksimetreyi açmayı unutmuş olmasın mı? Buyrunuz işte, kandırılmış hissetmenize bir neden daha! Tuhaf da bir şey aslında. Zamanın birinde biri size "yaşam" olduğunuzu söylerken, zamanın bir başka biriminde tartıştığınız adam beddua okuyor!
Birine göre yaşam, öbürüne göre ömür törpüsü!


Gecenin bir yarısı aklına gelen şu şeylere bak demeyin. Daha beteri de var. Mesela bir hafta önce Kadıköy'deki o izbe barda yanıma gelen herifi de düşündüm. "Çok sertsin, bu kadar sert olma!" demişti bana. Halbuki söylediği o şeyler bana göre çok saçma ve ima doluydu ve ben de kıssadan "şakayla karışık, Sadri Alışık" hissesi çıkarmıştım. O bir anda edinilen "loser" edaları, kasım kasım kasılmalar. Derken alınganlığın bini bin para! Ayık olsam, yahu kırdım galiba? der, bir an düşünürdüm. Değildim ve ironime baktım. Kapıdan çıkmak üzereyken neden bunu yaptığımı filan sordu. Yine ayık olsam, karşında olayları Ti'ye alabilen, zeka parıltısı saçan - bu hususta mütevazi olamayacağım doğrusu - bir hatun var, tadını çıkarsana! derdim. Değildim ve sızmak üzere eve yollandım.


Hooop, filmi ileri sarıyorum. Şimdi. Burada. Çiçekli kanepe. Buz dolu bardak. Kedi. Mine Vaganti. Filmi izlerken Luciana karakterine gözümü dikip düşünüyorum. İşte geleceğim muhtemelen bu kadın... İroniden, gözdeki o şeytani parıltıdan anlamayanlarla dolu yaşam ya da daha da beteri sürekli kendini ifade etmeye çalışıyor olduğun birileriyle bir gelecek! En kötü kabuslarımdan da tüyler ürpertici bu durumdansa gece eve gizli gizli hırsız (!) alan alımlı evde kalmış, üstelik kedilisinden olmak tercihindeyim. Değerli psikanalistler, benim de en korktuğum şey "anlaşılamamak" olabilir mi? (bir de anlaşılmamayı dert edinmeyenler var tabi, hepsine saygılar!)



Hu, huuu! Ben sert değilim. Ömür törpüsü hiç değilim. Tek istediğim, ben mık derken sen zırt anlama. Ali Cengiz oyunlarıyla gelme. Diplomasi bekleme. Bunları yapmazsan, çok acayip "yaşam" olur benden.


Rumuz: İronik Fraulayn.


Dip Sos: İyi ki doğdun Sezen! Kış Masalı, İstanbul Hatırası, Davet gibi şarkıları yaşamıma kattığın için bile benim için değerlisin, gözlerinden öperim.


0 yorum:

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons