26 Temmuz 2010 Pazartesi

İstanbul Delik Deşik



Üsküdar, 50. metre.







Üsküdar, 100. metre.





Üsküdar, 200. metre.





Üsküdar, 300. metre.






Üsküdar, Artık metrelerin önemi var mı?



Üsküdar'daki bu caddeye havan topu filan düşmüş değil.

Olayın aslı astarı şu: Belediye kaldırım yeniliyor.


Müsahipzade Celal Sahnesi önündeki yola insan boyu kadar taşlar yığılmış.


Araçlar bu yığının yanından dolanarak geçiyor.


Elektrik kabloları açıkta.


Çukurlar üzerinde suntalar güvenli (!) geçişi sağlıyor.


Gazeteler 600 liralık papuçların haberlerini veredursun, yolların hali ahvali böyleyken böyle.


İnsan düşünmüyor değil, ne kadar kaldırım taşı, 12 Eylül'de o kadar oy mu diye hesaplanmakta?


Diyeceksiniz ki, sadece Üsküdar mı böyle delik deşik?


Bunu bana değil, ilgili mercisine iletin diyeceğim ben de size.


Ahmet Vardar'ı karikatürize eden popüler kültür utansın.


Adamın yıllar boyu yazdığı şeyler bunlara benzer şeylerdi.


Yaşasaydı, hala yazacağı şeyler de bunlar olacakmış demek ki.


Kendi kendinizin Ahmet Vardar'ı olun diye kulağınıza kar suyu kaçırmaya hakkım var sanırım.




İstanbul Delik Deşik



Üsküdar, 50. metre.







Üsküdar, 100. metre.





Üsküdar, 200. metre.





Üsküdar, 300. metre.






Üsküdar, Artık metrelerin önemi var mı?



Üsküdar'daki bu caddeye havan topu filan düşmüş değil.

Olayın aslı astarı şu: Belediye kaldırım yeniliyor.


Müsahipzade Celal Sahnesi önündeki yola insan boyu kadar taşlar yığılmış.


Araçlar bu yığının yanından dolanarak geçiyor.


Elektrik kabloları açıkta.


Çukurlar üzerinde suntalar güvenli (!) geçişi sağlıyor.


Gazeteler 600 liralık papuçların haberlerini veredursun, yolların hali ahvali böyleyken böyle.


İnsan düşünmüyor değil, ne kadar kaldırım taşı, 12 Eylül'de o kadar oy mu diye hesaplanmakta?


Diyeceksiniz ki, sadece Üsküdar mı böyle delik deşik?


Bunu bana değil, ilgili mercisine iletin diyeceğim ben de size.


Ahmet Vardar'ı karikatürize eden popüler kültür utansın.


Adamın yıllar boyu yazdığı şeyler bunlara benzer şeylerdi.


Yaşasaydı, hala yazacağı şeyler de bunlar olacakmış demek ki.


Kendi kendinizin Ahmet Vardar'ı olun diye kulağınıza kar suyu kaçırmaya hakkım var sanırım.




21 Temmuz 2010 Çarşamba

Unut-ma

Aslında bu yazıya yıllar önce yazdığım bir paragrafla başlayacaktım. Başkası tarafından yazılmış bir filmde bana biçilen rolü oynadığımı, ama filmimin soundtrack'ini tamamen benim belirlediğimi anlatan bir paragraftı. Tabi anlatım dili bu denli sığ değil. Nereye yazdığımı unutmasaydım, su yüzüne çıkaracaktım. Haliyle adına yazı diyemeyeceğim bu paylaşıma unutkanlığımı anlatarak başlıyorum.


Az önce uyumak için odaya gittim. Açık pencereden karşı komşunun radyosunun sesi geldi. Sezen Aksu'dan bir şarkı, geçmişle ilgili. Sözleri az önce aklımdaydı, şimdi uçup gitti. Halbuki, benim hayat soundtrack'im ile ilgili paragraf, o şarkı ve bu gecenin sıkıntısı bir olup küçük bir öykünün bir parçacığını oluşturabilirdi. Oysa ben size oturmuş unutkanlıklarımdan bahsediyorum. Son günlerde unutmak istediklerimi unutamazken, unutmamalıyım dediklerim bir an sonra aklımdan çıkıverdiğini anlatarak sızlanıyorum.



Ne diyordum? Hah, karşı komşunun radyosunda adını anımsamadığım Sezen Aksu şarkısı. 'Sezen Aksu', 'geçmiş' sözcükleriyle güdük bir arama motoru araştırması. 'Lale Devri' çıkıyor ama benim duyduğum değil. Aklım öyle çok bir şeylerden uzaklaşmak istiyor ki, o şarkıyı bulmak için çabalamak bana iyi gelebilir.


Geçen gün küçük ve eski bir sokaktan geçerken mezar taşlarına bakan bir evin penceresi açıktı, perdeleri uçuşuyordu ve içeriden Müzeyyen Senar'ın sesi geliyordu usul usul. Şimdi geceyarısı, yine pencere açık ve Sezen Aksu'nun adını bilmediğim, ama fena halde içinde bulunduğum hali anlatan şarkısı. Şarkıdan bir sözcük daha işte: 'çerçeve'.



'Sezen Aksu', 'geçmiş' ve 'çerçeve' sözcüklerini bir arada yazınca çıkıyor şarkım: 'Eskidendi Çok Eskiden'. '
Hani erken inerdi karanlık / Hani yağmur yağardı inceden / Hani okuldan, işten dönerken / Işıklar yanardı evlerde / Hani ay herkese gülümserken / Mevsimler kimseyi dinlemezken / Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken / Hani herkes arkadaş /Hani oyunlar sürerken / Hani çerçeveler boş / Hani körkütük sarhoş gençliğimizden / Hani şarkılar bizi hanüz bu kadar incitmezken / Eskidendi, eskidendi, çok eskiden...


Hani şarkılar bizi hanüz bu kadar incitmezken. Beynimiz kimi anıları unutmak isteyecek kadar ağır yüklerin altına girmemişken. Eskiden.



Son noktayı koymadan önce tekrarlayayım; asıl yazmak istediğim bu değildi.

Unut-ma

Aslında bu yazıya yıllar önce yazdığım bir paragrafla başlayacaktım. Başkası tarafından yazılmış bir filmde bana biçilen rolü oynadığımı, ama filmimin soundtrack'ini tamamen benim belirlediğimi anlatan bir paragraftı. Tabi anlatım dili bu denli sığ değil. Nereye yazdığımı unutmasaydım, su yüzüne çıkaracaktım. Haliyle adına yazı diyemeyeceğim bu paylaşıma unutkanlığımı anlatarak başlıyorum.


Az önce uyumak için odaya gittim. Açık pencereden karşı komşunun radyosunun sesi geldi. Sezen Aksu'dan bir şarkı, geçmişle ilgili. Sözleri az önce aklımdaydı, şimdi uçup gitti. Halbuki, benim hayat soundtrack'im ile ilgili paragraf, o şarkı ve bu gecenin sıkıntısı bir olup küçük bir öykünün bir parçacığını oluşturabilirdi. Oysa ben size oturmuş unutkanlıklarımdan bahsediyorum. Son günlerde unutmak istediklerimi unutamazken, unutmamalıyım dediklerim bir an sonra aklımdan çıkıverdiğini anlatarak sızlanıyorum.



Ne diyordum? Hah, karşı komşunun radyosunda adını anımsamadığım Sezen Aksu şarkısı. 'Sezen Aksu', 'geçmiş' sözcükleriyle güdük bir arama motoru araştırması. 'Lale Devri' çıkıyor ama benim duyduğum değil. Aklım öyle çok bir şeylerden uzaklaşmak istiyor ki, o şarkıyı bulmak için çabalamak bana iyi gelebilir.


Geçen gün küçük ve eski bir sokaktan geçerken mezar taşlarına bakan bir evin penceresi açıktı, perdeleri uçuşuyordu ve içeriden Müzeyyen Senar'ın sesi geliyordu usul usul. Şimdi geceyarısı, yine pencere açık ve Sezen Aksu'nun adını bilmediğim, ama fena halde içinde bulunduğum hali anlatan şarkısı. Şarkıdan bir sözcük daha işte: 'çerçeve'.



'Sezen Aksu', 'geçmiş' ve 'çerçeve' sözcüklerini bir arada yazınca çıkıyor şarkım: 'Eskidendi Çok Eskiden'. '
Hani erken inerdi karanlık / Hani yağmur yağardı inceden / Hani okuldan, işten dönerken / Işıklar yanardı evlerde / Hani ay herkese gülümserken / Mevsimler kimseyi dinlemezken / Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken / Hani herkes arkadaş /Hani oyunlar sürerken / Hani çerçeveler boş / Hani körkütük sarhoş gençliğimizden / Hani şarkılar bizi hanüz bu kadar incitmezken / Eskidendi, eskidendi, çok eskiden...


Hani şarkılar bizi hanüz bu kadar incitmezken. Beynimiz kimi anıları unutmak isteyecek kadar ağır yüklerin altına girmemişken. Eskiden.



Son noktayı koymadan önce tekrarlayayım; asıl yazmak istediğim bu değildi.

20 Temmuz 2010 Salı

İstanbul İçin Kaygı Duyanlar Bugün Mimar Sinan Üniversitesi'nde Buluşuyor


İstanbul’un mevcut plansız yapılaşma sürecinde, içinde UNESCO Dünya Miras Listesi kapsamındaki alanlar da dahil olmak üzere, yapısal ve sosyal dokusunun kaybolma tehdidi altında kalmasından kaygılanan İstanbul S.O.S girişimi, dikkatleri bu konuya çekmek için bir imza kampanyası yürütüyor.


Girişim, İstanbul’da özellikle UNESCO Dünya Miras Listesi alanları ile ilgili bugüne dek yapılmış tüm çalışma, dayanışma ve bilgi birikimini bir araya getirecek geniş katılımlı bir oluşumla çalışmalarımızı sürdürmeyi hedefliyor. Bu amaçla konuyla ilgilenen tüm STK'ları ve bireyleri 21 Temmuz Çarşamba günü saat 18:00’da Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Video Konferans Salonu’nda yapılacak 'İstanbul Alarm Veriyor' başlıklı toplantıya davet ediyorlar.


Toplantıya katılmak isteyenler, istanbulsosgirisimi@gmail.com adresinden Hande Akarca ile iletişime geçebilir.


Konuyla ilgili Gazete Sabun'da yayınlanan bir yazıma bu linkten ulaşabilirsiniz.

İstanbul İçin Kaygı Duyanlar Bugün Mimar Sinan Üniversitesi'nde Buluşuyor


İstanbul’un mevcut plansız yapılaşma sürecinde, içinde UNESCO Dünya Miras Listesi kapsamındaki alanlar da dahil olmak üzere, yapısal ve sosyal dokusunun kaybolma tehdidi altında kalmasından kaygılanan İstanbul S.O.S girişimi, dikkatleri bu konuya çekmek için bir imza kampanyası yürütüyor.


Girişim, İstanbul’da özellikle UNESCO Dünya Miras Listesi alanları ile ilgili bugüne dek yapılmış tüm çalışma, dayanışma ve bilgi birikimini bir araya getirecek geniş katılımlı bir oluşumla çalışmalarımızı sürdürmeyi hedefliyor. Bu amaçla konuyla ilgilenen tüm STK'ları ve bireyleri 21 Temmuz Çarşamba günü saat 18:00’da Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Video Konferans Salonu’nda yapılacak 'İstanbul Alarm Veriyor' başlıklı toplantıya davet ediyorlar.


Toplantıya katılmak isteyenler, istanbulsosgirisimi@gmail.com adresinden Hande Akarca ile iletişime geçebilir.


Konuyla ilgili Gazete Sabun'da yayınlanan bir yazıma bu linkten ulaşabilirsiniz.

Bihter Ölmedi, Salı Pazarı'nda Yaşıyor

Kör İğnesiHayalet İp


Salı Pazarı'na parçası 1 liraya kumaş eşelemek, bazen de ucuz tarafından mevsimlik dolap düzmek için gidiyoruz ya, gitmişken de kör iğnesi, dikildiği kumaşın rengini alan iplik, Bülent Ersoy yelpazeleri, kokoş gözlükleri, altın pullarla kaplı gece elbiseleri ve incecik pazenden dikilme paçalı don benzeri pijama altlarını görüp de kendimizi eğlemiyoruz desek yalan olur.


Rahmetli Bihter-2




Biz bu ironik ve kaotik ortamda kahkahamız burnumuzda dolanırken ikindi namazını müteakip cenazesini kaldırdığımız ve helvasını kavurduğumuz aşk mağduresi Bihter'in biz zavallı fanilerin dimağlarına armağan ettiği stilinin Salı Pazarı'nda yaşamaya devam ettiğini görmek pek tabi kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor.




Rahat uyu Bihter, yüce emanetin olan dantelli taytlar adını sonsuza dek yaşatacak.


Dip Sos. Gazetelerin galerileri, forumlar, şunlar bunlar. Fotoğraflarımı izinsiz kullanmanızı katiyen tasvip etmiyorum. Sakın!

Bihter Ölmedi, Salı Pazarı'nda Yaşıyor

Kör İğnesiHayalet İp


Salı Pazarı'na parçası 1 liraya kumaş eşelemek, bazen de ucuz tarafından mevsimlik dolap düzmek için gidiyoruz ya, gitmişken de kör iğnesi, dikildiği kumaşın rengini alan iplik, Bülent Ersoy yelpazeleri, kokoş gözlükleri, altın pullarla kaplı gece elbiseleri ve incecik pazenden dikilme paçalı don benzeri pijama altlarını görüp de kendimizi eğlemiyoruz desek yalan olur.


Rahmetli Bihter-2




Biz bu ironik ve kaotik ortamda kahkahamız burnumuzda dolanırken ikindi namazını müteakip cenazesini kaldırdığımız ve helvasını kavurduğumuz aşk mağduresi Bihter'in biz zavallı fanilerin dimağlarına armağan ettiği stilinin Salı Pazarı'nda yaşamaya devam ettiğini görmek pek tabi kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor.




Rahat uyu Bihter, yüce emanetin olan dantelli taytlar adını sonsuza dek yaşatacak.


Dip Sos. Gazetelerin galerileri, forumlar, şunlar bunlar. Fotoğraflarımı izinsiz kullanmanızı katiyen tasvip etmiyorum. Sakın!

18 Temmuz 2010 Pazar

When Ezgi Meet Faithless


Dünya gözüyle Maxi Jazz.


Dün akşam Faithless konserinde Maxi Jazz'ın göbek kaslarına hayranlık dolu bakışlar attığım, Sister Bliss'in sempatikliğine şaştığım, bass'ını ensesinde, göbeğinde, bacağında konuşturdukça konuşturan Dave'e (okuyucu burada beni kafasından kocaman kalpler çıkan ve baygın bakışlı bir Piyale Madra çizgiliği olarak hayal edebilir) çarpılıp fotoğraf makinamın objektifini sürekli O'na doğrulttuğum, Insomnia'da papuçları bir kenara atıp çıplak ayaklı kontes misali dans ettiğim, Maxi Jazz'ın düşük bel pantolonu aşağıya doğru kaydıkça bir "kaza" oluvermesini umud ettiğim, Maxi Jazz "Not Going Home, Come with me!" diye seslenince "Bekle geliyorum!" diye çığırdığım, eve dönünce de konser biletimi üzerine "Faithless vücudumdaki tüm hücreleri nefis müziğiyle doldurdu, üstelik yüzümün kızardığına bakılırsa kanımdaki oksijen miktarı da artmış olmalı!" notunu düşüp en sevdiğim not defterimin bir sayfasına yapıştırdığım söyleniyor. Hayal meyal hatırlıyorum ama tüm bunlar elbette doğrudur. Aslında Dave'e fena çarpıldığımı pekala hatırlıyorum.


İşte bu da Dave. (kalpler, kalpler, kalpler...)



Dün geceye dair kesin olarak hatırladıklarımsa, 6 sene sonra İstanbul sahnesine dönen Faithless'ın sisler içinden çıkarak konser alanını daha ilk şarkıdan itibaren ateşe verdikleri, dinleyicinin ayak tırnağından tepesindeki saç kılına kadar müzikle sarmalandığı, Happy, God is a DJ, Insomnia, Mass Destruction, What About Love, Salva Mea, Not Going Home'un birbiri ardına sıralandığı, hemen yanı başımda "
Float like a butterfly, sting like a bee" yazan t-shirt giymiş bir dinleyici görmem, akabinde de Faithless'ın Muhammad Ali'yi çalarak tesadüfün dibine vurması, gecenin sonunda We Come 1 çalarken istinasız herkesin işaret parmaklarını havaya kaldırıp "yok aslında birbirimizden farkımız" dercesine sessiz, ama aslında çok güçlü bir sesle bağırması, konser alanında son zamanlarda gördüğüm en nefis dinleyici kitlesinin Faithless'ın 7. üyesi olarak 17 Temmuz 2010 Faithless İstanbul Konseri'ne damgasını vurmasıydı.



Uzun lafın kısası,
Faithless İstanbul'da "ay bir eğlendik, bir eğlendik"in ötesinde bir dinleti sundu orada bulunanlara. Öyle ki, bir başka konser hakkında yorum yapılırken Faithless'ın damakta bıraktığı rayiha bir nevi standart olarak kabul edilecek ve ister istemez kıyaslama yapılacak.


Dip Sos: Bu yazıyı sabah okuyanların Harry diye birine aşık olduğumu gördükleri doğrudur. Faithless'ın blogunda benim adamın adının Dave olduğunu gördüm. When Ezgi meet Harry esprim yalan oldu, o film romantikliği uçtu gitti. Yine de Dave...(kalpler, kalpler, kalpler...)

When Ezgi Meet Faithless


Dünya gözüyle Maxi Jazz.


Dün akşam Faithless konserinde Maxi Jazz'ın göbek kaslarına hayranlık dolu bakışlar attığım, Sister Bliss'in sempatikliğine şaştığım, bass'ını ensesinde, göbeğinde, bacağında konuşturdukça konuşturan Dave'e (okuyucu burada beni kafasından kocaman kalpler çıkan ve baygın bakışlı bir Piyale Madra çizgiliği olarak hayal edebilir) çarpılıp fotoğraf makinamın objektifini sürekli O'na doğrulttuğum, Insomnia'da papuçları bir kenara atıp çıplak ayaklı kontes misali dans ettiğim, Maxi Jazz'ın düşük bel pantolonu aşağıya doğru kaydıkça bir "kaza" oluvermesini umud ettiğim, Maxi Jazz "Not Going Home, Come with me!" diye seslenince "Bekle geliyorum!" diye çığırdığım, eve dönünce de konser biletimi üzerine "Faithless vücudumdaki tüm hücreleri nefis müziğiyle doldurdu, üstelik yüzümün kızardığına bakılırsa kanımdaki oksijen miktarı da artmış olmalı!" notunu düşüp en sevdiğim not defterimin bir sayfasına yapıştırdığım söyleniyor. Hayal meyal hatırlıyorum ama tüm bunlar elbette doğrudur. Aslında Dave'e fena çarpıldığımı pekala hatırlıyorum.


İşte bu da Dave. (kalpler, kalpler, kalpler...)



Dün geceye dair kesin olarak hatırladıklarımsa, 6 sene sonra İstanbul sahnesine dönen Faithless'ın sisler içinden çıkarak konser alanını daha ilk şarkıdan itibaren ateşe verdikleri, dinleyicinin ayak tırnağından tepesindeki saç kılına kadar müzikle sarmalandığı, Happy, God is a DJ, Insomnia, Mass Destruction, What About Love, Salva Mea, Not Going Home'un birbiri ardına sıralandığı, hemen yanı başımda "
Float like a butterfly, sting like a bee" yazan t-shirt giymiş bir dinleyici görmem, akabinde de Faithless'ın Muhammad Ali'yi çalarak tesadüfün dibine vurması, gecenin sonunda We Come 1 çalarken istinasız herkesin işaret parmaklarını havaya kaldırıp "yok aslında birbirimizden farkımız" dercesine sessiz, ama aslında çok güçlü bir sesle bağırması, konser alanında son zamanlarda gördüğüm en nefis dinleyici kitlesinin Faithless'ın 7. üyesi olarak 17 Temmuz 2010 Faithless İstanbul Konseri'ne damgasını vurmasıydı.



Uzun lafın kısası,
Faithless İstanbul'da "ay bir eğlendik, bir eğlendik"in ötesinde bir dinleti sundu orada bulunanlara. Öyle ki, bir başka konser hakkında yorum yapılırken Faithless'ın damakta bıraktığı rayiha bir nevi standart olarak kabul edilecek ve ister istemez kıyaslama yapılacak.


Dip Sos: Bu yazıyı sabah okuyanların Harry diye birine aşık olduğumu gördükleri doğrudur. Faithless'ın blogunda benim adamın adının Dave olduğunu gördüm. When Ezgi meet Harry esprim yalan oldu, o film romantikliği uçtu gitti. Yine de Dave...(kalpler, kalpler, kalpler...)

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Rumuz: İronik Fraulayn

Fuck The Borders

Yüzümde kocaman bir gülümseme, gözüm ekranda. Kulağımda Sezen Aksu, saat gece yarısı 1. Bir jenerik akıyor gözbebeklerimden ki, uzun süredir böyle leziz bir film izlememişim. Ben içimden Ferzan Özpetek'e bu denli güzel yürekli bir öykü anlatıcısı olduğu için sarılır, yanaklarından bir daha, bir daha öperken, pencerenin dışından bir ses. Belediyenin büyük, sarı iş makinalarından biri, bir vidanjör. Mahalledeki evlerin perdeleri tek tek aralanır, sokağın sessizliğine küfürler karışırken elimde Mine Vaganti'nin DVD'si, kucağımda kedi.


Aklıma yine düşünceler üşüştü. Birisinin zamanın birinde "Ezgi Sen Yaşamsın" dediği geldi aklıma. Beynime kazınmış. "Ezgi Sen Yaşamsın" bana edilmiş en güzel laflardan biriydi hani. Sonra tam da bugünden bir enstantene geldi gözümün önüne. Günün bir anında pencerenizden akan eski sokakları, ahşap evleri, kıçı başı açıkta koşan çocukları az sonra yazacağınız öyküye katmanın hazırlığını yaparken, aynı gün, hemen beş dakika sonra "beni kazıkladı" kuruntusuna kapılıp bir taksiciye çemkiriyorsunuz. Üstüne adam bir de taksimetreyi açmayı unutmuş olmasın mı? Buyrunuz işte, kandırılmış hissetmenize bir neden daha! Tuhaf da bir şey aslında. Zamanın birinde biri size "yaşam" olduğunuzu söylerken, zamanın bir başka biriminde tartıştığınız adam beddua okuyor!
Birine göre yaşam, öbürüne göre ömür törpüsü!


Gecenin bir yarısı aklına gelen şu şeylere bak demeyin. Daha beteri de var. Mesela bir hafta önce Kadıköy'deki o izbe barda yanıma gelen herifi de düşündüm. "Çok sertsin, bu kadar sert olma!" demişti bana. Halbuki söylediği o şeyler bana göre çok saçma ve ima doluydu ve ben de kıssadan "şakayla karışık, Sadri Alışık" hissesi çıkarmıştım. O bir anda edinilen "loser" edaları, kasım kasım kasılmalar. Derken alınganlığın bini bin para! Ayık olsam, yahu kırdım galiba? der, bir an düşünürdüm. Değildim ve ironime baktım. Kapıdan çıkmak üzereyken neden bunu yaptığımı filan sordu. Yine ayık olsam, karşında olayları Ti'ye alabilen, zeka parıltısı saçan - bu hususta mütevazi olamayacağım doğrusu - bir hatun var, tadını çıkarsana! derdim. Değildim ve sızmak üzere eve yollandım.


Hooop, filmi ileri sarıyorum. Şimdi. Burada. Çiçekli kanepe. Buz dolu bardak. Kedi. Mine Vaganti. Filmi izlerken Luciana karakterine gözümü dikip düşünüyorum. İşte geleceğim muhtemelen bu kadın... İroniden, gözdeki o şeytani parıltıdan anlamayanlarla dolu yaşam ya da daha da beteri sürekli kendini ifade etmeye çalışıyor olduğun birileriyle bir gelecek! En kötü kabuslarımdan da tüyler ürpertici bu durumdansa gece eve gizli gizli hırsız (!) alan alımlı evde kalmış, üstelik kedilisinden olmak tercihindeyim. Değerli psikanalistler, benim de en korktuğum şey "anlaşılamamak" olabilir mi? (bir de anlaşılmamayı dert edinmeyenler var tabi, hepsine saygılar!)



Hu, huuu! Ben sert değilim. Ömür törpüsü hiç değilim. Tek istediğim, ben mık derken sen zırt anlama. Ali Cengiz oyunlarıyla gelme. Diplomasi bekleme. Bunları yapmazsan, çok acayip "yaşam" olur benden.


Rumuz: İronik Fraulayn.


Dip Sos: İyi ki doğdun Sezen! Kış Masalı, İstanbul Hatırası, Davet gibi şarkıları yaşamıma kattığın için bile benim için değerlisin, gözlerinden öperim.


Rumuz: İronik Fraulayn

Fuck The Borders

Yüzümde kocaman bir gülümseme, gözüm ekranda. Kulağımda Sezen Aksu, saat gece yarısı 1. Bir jenerik akıyor gözbebeklerimden ki, uzun süredir böyle leziz bir film izlememişim. Ben içimden Ferzan Özpetek'e bu denli güzel yürekli bir öykü anlatıcısı olduğu için sarılır, yanaklarından bir daha, bir daha öperken, pencerenin dışından bir ses. Belediyenin büyük, sarı iş makinalarından biri, bir vidanjör. Mahalledeki evlerin perdeleri tek tek aralanır, sokağın sessizliğine küfürler karışırken elimde Mine Vaganti'nin DVD'si, kucağımda kedi.


Aklıma yine düşünceler üşüştü. Birisinin zamanın birinde "Ezgi Sen Yaşamsın" dediği geldi aklıma. Beynime kazınmış. "Ezgi Sen Yaşamsın" bana edilmiş en güzel laflardan biriydi hani. Sonra tam da bugünden bir enstantene geldi gözümün önüne. Günün bir anında pencerenizden akan eski sokakları, ahşap evleri, kıçı başı açıkta koşan çocukları az sonra yazacağınız öyküye katmanın hazırlığını yaparken, aynı gün, hemen beş dakika sonra "beni kazıkladı" kuruntusuna kapılıp bir taksiciye çemkiriyorsunuz. Üstüne adam bir de taksimetreyi açmayı unutmuş olmasın mı? Buyrunuz işte, kandırılmış hissetmenize bir neden daha! Tuhaf da bir şey aslında. Zamanın birinde biri size "yaşam" olduğunuzu söylerken, zamanın bir başka biriminde tartıştığınız adam beddua okuyor!
Birine göre yaşam, öbürüne göre ömür törpüsü!


Gecenin bir yarısı aklına gelen şu şeylere bak demeyin. Daha beteri de var. Mesela bir hafta önce Kadıköy'deki o izbe barda yanıma gelen herifi de düşündüm. "Çok sertsin, bu kadar sert olma!" demişti bana. Halbuki söylediği o şeyler bana göre çok saçma ve ima doluydu ve ben de kıssadan "şakayla karışık, Sadri Alışık" hissesi çıkarmıştım. O bir anda edinilen "loser" edaları, kasım kasım kasılmalar. Derken alınganlığın bini bin para! Ayık olsam, yahu kırdım galiba? der, bir an düşünürdüm. Değildim ve ironime baktım. Kapıdan çıkmak üzereyken neden bunu yaptığımı filan sordu. Yine ayık olsam, karşında olayları Ti'ye alabilen, zeka parıltısı saçan - bu hususta mütevazi olamayacağım doğrusu - bir hatun var, tadını çıkarsana! derdim. Değildim ve sızmak üzere eve yollandım.


Hooop, filmi ileri sarıyorum. Şimdi. Burada. Çiçekli kanepe. Buz dolu bardak. Kedi. Mine Vaganti. Filmi izlerken Luciana karakterine gözümü dikip düşünüyorum. İşte geleceğim muhtemelen bu kadın... İroniden, gözdeki o şeytani parıltıdan anlamayanlarla dolu yaşam ya da daha da beteri sürekli kendini ifade etmeye çalışıyor olduğun birileriyle bir gelecek! En kötü kabuslarımdan da tüyler ürpertici bu durumdansa gece eve gizli gizli hırsız (!) alan alımlı evde kalmış, üstelik kedilisinden olmak tercihindeyim. Değerli psikanalistler, benim de en korktuğum şey "anlaşılamamak" olabilir mi? (bir de anlaşılmamayı dert edinmeyenler var tabi, hepsine saygılar!)



Hu, huuu! Ben sert değilim. Ömür törpüsü hiç değilim. Tek istediğim, ben mık derken sen zırt anlama. Ali Cengiz oyunlarıyla gelme. Diplomasi bekleme. Bunları yapmazsan, çok acayip "yaşam" olur benden.


Rumuz: İronik Fraulayn.


Dip Sos: İyi ki doğdun Sezen! Kış Masalı, İstanbul Hatırası, Davet gibi şarkıları yaşamıma kattığın için bile benim için değerlisin, gözlerinden öperim.


Türk Ekibi 15 Bin Euro Yüzünden World Choir Games'e Katılamayabilir

Nilay (Tezsay) Facebook'ta yazmış.


80 ülkeden 500 koronun yarışacağı World Choir Games'de Türkiye'yi temsil edecek ekibin masrafları için sponsor bulamadığı için çekilmesi söz konusuymuş.


Eksik miktar, 15 bin Euro. Çoğu şahıs ve kurum için devede kulak bir miktar.


Türk ekibi, bugün (12 Temmuz Pazartesi) öğlene kadar bu parayı bulamaz ise, World Choir Games'e katılamayacak.


Detaylı bilgi için Nilay'a ulaştım.



Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Caz Korosu, her iki yılda bir dünyanın çeşitli büyük kentlerinde düzenlenen ve bu yıl da Çin'de düzenlenecek olan, uluslararası alandaki en büyük çaplı ve en prestijli koral müzik etkinliği olarak gösterilen koro olimpiyatları "WORLD CHOIR GAMES - Shaoxing 2010" a katılmaya hak kazanmış.


Nilay, BÜMK Caz Korosu'nun Türkiye adına çok önemli bir temsil için hazırlık sürecindeyken bir takım olumsuzluklardan dolayı olimpiyatlara gidememek gibi büyük bir sorunla başbaşa kaldığını iletti.


Önemli makamlardan gelecek olan paranın umuduyla kıyafet, katılım ücreti, önceden alınamayan 3 uçak bileti, ayakkabı, vize, plaket, teşekkür belgeleri ve harçlık masrafları için borca girmişler.



Bu makamların süre gelen cevapsızlığı son 2 gün kalan yolculuğun yapılamayacağı sinyallerini vermeye başlamış.


Nilay, 1000 Euro'dan 15.000 Euro'ya kadar en küçük yardımın bile işlerine yarayacağını söylüyor.


Yardımcı olacak kişi ve kurumlar Okan Bayülgen'in Disko Kralı programında anons edilecekmiş.


İlgilenenler, Nilay'a 0535 962 85 57 no'lu telefondan ulaşabilir.


Tuhaf ve üzücü. Öyle bir ülke ki, sponsorsuzluk yüzünden milli buz patencisi sporu bırakıyor.



Uluslararası bir müzik etkinliğine katılamıyoruz.



Biz kaynaklarımızı kaldırım taşı dışında nereye harcıyoruz allasen?


Türk Ekibi 15 Bin Euro Yüzünden World Choir Games'e Katılamayabilir

Nilay (Tezsay) Facebook'ta yazmış.


80 ülkeden 500 koronun yarışacağı World Choir Games'de Türkiye'yi temsil edecek ekibin masrafları için sponsor bulamadığı için çekilmesi söz konusuymuş.


Eksik miktar, 15 bin Euro. Çoğu şahıs ve kurum için devede kulak bir miktar.


Türk ekibi, bugün (12 Temmuz Pazartesi) öğlene kadar bu parayı bulamaz ise, World Choir Games'e katılamayacak.


Detaylı bilgi için Nilay'a ulaştım.



Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Caz Korosu, her iki yılda bir dünyanın çeşitli büyük kentlerinde düzenlenen ve bu yıl da Çin'de düzenlenecek olan, uluslararası alandaki en büyük çaplı ve en prestijli koral müzik etkinliği olarak gösterilen koro olimpiyatları "WORLD CHOIR GAMES - Shaoxing 2010" a katılmaya hak kazanmış.


Nilay, BÜMK Caz Korosu'nun Türkiye adına çok önemli bir temsil için hazırlık sürecindeyken bir takım olumsuzluklardan dolayı olimpiyatlara gidememek gibi büyük bir sorunla başbaşa kaldığını iletti.


Önemli makamlardan gelecek olan paranın umuduyla kıyafet, katılım ücreti, önceden alınamayan 3 uçak bileti, ayakkabı, vize, plaket, teşekkür belgeleri ve harçlık masrafları için borca girmişler.



Bu makamların süre gelen cevapsızlığı son 2 gün kalan yolculuğun yapılamayacağı sinyallerini vermeye başlamış.


Nilay, 1000 Euro'dan 15.000 Euro'ya kadar en küçük yardımın bile işlerine yarayacağını söylüyor.


Yardımcı olacak kişi ve kurumlar Okan Bayülgen'in Disko Kralı programında anons edilecekmiş.


İlgilenenler, Nilay'a 0535 962 85 57 no'lu telefondan ulaşabilir.


Tuhaf ve üzücü. Öyle bir ülke ki, sponsorsuzluk yüzünden milli buz patencisi sporu bırakıyor.



Uluslararası bir müzik etkinliğine katılamıyoruz.



Biz kaynaklarımızı kaldırım taşı dışında nereye harcıyoruz allasen?


10 Temmuz 2010 Cumartesi

Fişne Benu Fişfukleme...

Fişne Reçeli

Suyunu koyvermesi için her katı şekere bulanmış güzelim vişnelerin karşısına geçip kuruldum. İstanbul'da yağmur varmış, trafik azmış, insanlar çıldırmış, o konser kaçmış... Unuttum. İstanbul'dan yalnızca iki saatlik mesafe kadar uzak olsam da, zamanı durdurdum.


Durdurdum ama, Dünya Kupası tahminleriyle "kahin" mertebesine erişen Ahtapot Paul'ün gördüğü itibar neticesiyle bizim evde cazibesi artan Ahtapot Octavius'a sormadan edemedim: Hani şimdi yeni bir hafta ya, takvimler 13 Temmuz'u gösterince soluğu Lisa Ekdahl'ı dinlemek için Esma Sultan Yalısı'nda mı almalı, yoksa o korkunç ses düzenini görmezden gelip son albüm Heligoland ile müşerref olmak için Kuruçeşme Arena'da Massive Attack'la mı buluşmalı? Ahtapot Octavius, öyle kuru kuruya kahinlik yapmam ben dediği için müzikçalara bir Lisa Ekdahl albümü attık, güne Massive Attack'la devam ederiz ve 13 Temmuz Salı'nın akıbetine karar veririz dedik.


Gazete Sabun yazılarına devam. Bu hafta İstanbul'un UNESCO Kültür Mirası listesi'nden çıkarılabileceği konusuna değindim. Son birkaç ay içinde bu şehirde olup bitenlere dikkat çekmek istedim. Özetle, gelecekte İstanbul'a ağlamaktan kızarmış gözlerle bakıp geçmişin hayaletleriyle avunmayalım diye Sulukule'de, Tarihi Yarımada'da, Ataköy Sahili'nde, Boğaz kıyılarında, Beyoğlu'nda olup bitenlere kayıtsız kalmayalım istedim.


Vişne reçelleri, güneye gitme hayalleri, deniz kıyısı konserleri, akşamüstü rakıları, ikindi kahveleri, envai çeşit ruh beslemeleri iyi güzel ama, İstanbul, bu canım şehir bir cadı kazanı misali kaynarken, yaz sıcağının rehavetine kapılıp, kendimizi kızağa çekmeyelim dedim.



Aktivist fişne beni fişfikledi mi, ne?



Dip Sos: İyi ki doğdun Susanne Vega!

Fişne Benu Fişfukleme...

Fişne Reçeli

Suyunu koyvermesi için her katı şekere bulanmış güzelim vişnelerin karşısına geçip kuruldum. İstanbul'da yağmur varmış, trafik azmış, insanlar çıldırmış, o konser kaçmış... Unuttum. İstanbul'dan yalnızca iki saatlik mesafe kadar uzak olsam da, zamanı durdurdum.


Durdurdum ama, Dünya Kupası tahminleriyle "kahin" mertebesine erişen Ahtapot Paul'ün gördüğü itibar neticesiyle bizim evde cazibesi artan Ahtapot Octavius'a sormadan edemedim: Hani şimdi yeni bir hafta ya, takvimler 13 Temmuz'u gösterince soluğu Lisa Ekdahl'ı dinlemek için Esma Sultan Yalısı'nda mı almalı, yoksa o korkunç ses düzenini görmezden gelip son albüm Heligoland ile müşerref olmak için Kuruçeşme Arena'da Massive Attack'la mı buluşmalı? Ahtapot Octavius, öyle kuru kuruya kahinlik yapmam ben dediği için müzikçalara bir Lisa Ekdahl albümü attık, güne Massive Attack'la devam ederiz ve 13 Temmuz Salı'nın akıbetine karar veririz dedik.


Gazete Sabun yazılarına devam. Bu hafta İstanbul'un UNESCO Kültür Mirası listesi'nden çıkarılabileceği konusuna değindim. Son birkaç ay içinde bu şehirde olup bitenlere dikkat çekmek istedim. Özetle, gelecekte İstanbul'a ağlamaktan kızarmış gözlerle bakıp geçmişin hayaletleriyle avunmayalım diye Sulukule'de, Tarihi Yarımada'da, Ataköy Sahili'nde, Boğaz kıyılarında, Beyoğlu'nda olup bitenlere kayıtsız kalmayalım istedim.


Vişne reçelleri, güneye gitme hayalleri, deniz kıyısı konserleri, akşamüstü rakıları, ikindi kahveleri, envai çeşit ruh beslemeleri iyi güzel ama, İstanbul, bu canım şehir bir cadı kazanı misali kaynarken, yaz sıcağının rehavetine kapılıp, kendimizi kızağa çekmeyelim dedim.



Aktivist fişne beni fişfikledi mi, ne?



Dip Sos: İyi ki doğdun Susanne Vega!

4 Temmuz 2010 Pazar

Ve Temmuz Yeni Başlangıçlarla Gelir...

Benim Sinemalarım

Cumartesi hızla geçti. Güneş batmadan önce, Füruzan'ın o canım "Benim Sinemalarım" öyküsüne daldım. Gün geceye kavuşunca da Bi Büyük Fest'te uzun zamandan sonra ilk kez Yeni Türkü'yü canlı dinledim. Şarkılardan fal tuttum, şansıma "Vira Vira" çıktı. "Vardır elbet evrenin bir mesajı..." deyip şarkıya eşlik ettim. Boğaz kıyısında "Biz Çamlıca'nın 3 Gülüyüz" ile başlayan gün, Kadıköy'de ufak bir barda "Under The Bridge Downtown" dinleyerek sona erdi.



Ayların yenisi Temmuz, bana yeni bir başlangıçla geldi. E-posta kutuma bir mesaj düştü geceden. Diyordu ki kısaca, "Gazete Sabun'da gönlünden ne geçiyorsa yazabileceğin bir yer ayırdık sana... İster misin?" Elbette isterdim, deli misin? Hemen yerime ad düşündüm. Ezgi'nin Yeri? Yok, uymadı. Huysuzun İstanbul Rehberi? Cık, Alternatif-İstanbul Rehberi dururken olmaz. Alternatif-İstanbul Rehberi? E, o zaten var ve işte tam burası! Hmmm, peki AKBİL? AKBİL? Neden AKBİL? Çünkü AKBİL'leri seviyorum. Yakın zamanda kaldırılacak olmalarına üzülüyorum. Hem kısa ve akılda kalıyor. Tamam öyleyse, ben Ezgi, Gazete Sabun'da, yani gerçekleri köpürten dört köşe keyif gazetesi'nde her cumartesi AKBİL'imi dolduruyorum! Darısı basılı bir dergide bendeniz cennet kuşunu okumak. (Ara Not: İşte bu da ilk yazım.)




Peki. Temmuz'un ilk haftasonusu yeniliklerle, güzelliklerle başladı ama geçmişte yaşayacak değiliz. Önümüzdeki günlere bakalım. Hazır Caz Festivali şehri sarmışken, 6 Temmuz'daki Martha Wainwright Sings Piaf, 7 Temmuz'daki Chick Corea & The Freedom Band ve 8 Temmuz'daki Stanley Clarke Band Ft. Hiromi konserlerini ajandamıza yazalım. Bugün saat 18.00 civarında Kadıköy'de, Karaköy ve Beşiktaş iskelelerine yolumuz düşerse he Panorama Jazz Band ile sokak konseri karşımıza çıkabilir, şaşı bakıp şaşırmayalım. Arkeoloji Müzesi'ne müze olarak gitmiyoruz madem, 5 Temmuz akşamı Tuluyhan Uğurlu dinletisi için gidebileceğimizi unutmayalım. Yine 5 Temmuz'da ezeli ve ebedi dostumuz Pink Martini'nin Kuruçeşme Arena'da yine yeniden sahne alacağını notlarımıza ekleyelim. Fransız Kültür Merkezi, 7 Temmuz'dan 13 Eylül'e kadar Angoulême Çizgi Roman Festivali'nde yer almış olan YÜZDE YÜZ isimli sergiden bir seçkiyi çizgi roman meraklılarıyla buluşturacakmış, gözden kaçırmayalım.


Daha da önemlisi, eski yaşanmışlıklara içten bir "güle güle", yeni başlangıçlara yürekten bir "merhaba" çakalım ve yürüyelim gitsin.


Ve Temmuz Yeni Başlangıçlarla Gelir...

Benim Sinemalarım

Cumartesi hızla geçti. Güneş batmadan önce, Füruzan'ın o canım "Benim Sinemalarım" öyküsüne daldım. Gün geceye kavuşunca da Bi Büyük Fest'te uzun zamandan sonra ilk kez Yeni Türkü'yü canlı dinledim. Şarkılardan fal tuttum, şansıma "Vira Vira" çıktı. "Vardır elbet evrenin bir mesajı..." deyip şarkıya eşlik ettim. Boğaz kıyısında "Biz Çamlıca'nın 3 Gülüyüz" ile başlayan gün, Kadıköy'de ufak bir barda "Under The Bridge Downtown" dinleyerek sona erdi.



Ayların yenisi Temmuz, bana yeni bir başlangıçla geldi. E-posta kutuma bir mesaj düştü geceden. Diyordu ki kısaca, "Gazete Sabun'da gönlünden ne geçiyorsa yazabileceğin bir yer ayırdık sana... İster misin?" Elbette isterdim, deli misin? Hemen yerime ad düşündüm. Ezgi'nin Yeri? Yok, uymadı. Huysuzun İstanbul Rehberi? Cık, Alternatif-İstanbul Rehberi dururken olmaz. Alternatif-İstanbul Rehberi? E, o zaten var ve işte tam burası! Hmmm, peki AKBİL? AKBİL? Neden AKBİL? Çünkü AKBİL'leri seviyorum. Yakın zamanda kaldırılacak olmalarına üzülüyorum. Hem kısa ve akılda kalıyor. Tamam öyleyse, ben Ezgi, Gazete Sabun'da, yani gerçekleri köpürten dört köşe keyif gazetesi'nde her cumartesi AKBİL'imi dolduruyorum! Darısı basılı bir dergide bendeniz cennet kuşunu okumak. (Ara Not: İşte bu da ilk yazım.)




Peki. Temmuz'un ilk haftasonusu yeniliklerle, güzelliklerle başladı ama geçmişte yaşayacak değiliz. Önümüzdeki günlere bakalım. Hazır Caz Festivali şehri sarmışken, 6 Temmuz'daki Martha Wainwright Sings Piaf, 7 Temmuz'daki Chick Corea & The Freedom Band ve 8 Temmuz'daki Stanley Clarke Band Ft. Hiromi konserlerini ajandamıza yazalım. Bugün saat 18.00 civarında Kadıköy'de, Karaköy ve Beşiktaş iskelelerine yolumuz düşerse he Panorama Jazz Band ile sokak konseri karşımıza çıkabilir, şaşı bakıp şaşırmayalım. Arkeoloji Müzesi'ne müze olarak gitmiyoruz madem, 5 Temmuz akşamı Tuluyhan Uğurlu dinletisi için gidebileceğimizi unutmayalım. Yine 5 Temmuz'da ezeli ve ebedi dostumuz Pink Martini'nin Kuruçeşme Arena'da yine yeniden sahne alacağını notlarımıza ekleyelim. Fransız Kültür Merkezi, 7 Temmuz'dan 13 Eylül'e kadar Angoulême Çizgi Roman Festivali'nde yer almış olan YÜZDE YÜZ isimli sergiden bir seçkiyi çizgi roman meraklılarıyla buluşturacakmış, gözden kaçırmayalım.


Daha da önemlisi, eski yaşanmışlıklara içten bir "güle güle", yeni başlangıçlara yürekten bir "merhaba" çakalım ve yürüyelim gitsin.


1 Temmuz 2010 Perşembe

Hayat Ne Tuhaf... Vapursuzluk Filan...

Haliç Tersanesi

Sene 2010. İstanbul "Avrupa Kültür Başkenti" olmuş. 555 yıldan beri yaşamımızda olan Haliç Tersanesi'nde DAAU konserine gidip enfes müzikler dinlemişiz. Başımızın üzerinden uçan kırlangıçlara, martılara bakıp "iyi ki bu şehirde yaşıyoruz" demişiz. DAAU, "Requem For A Dream"i çalarak son noktayı koyduğunda akşam karanlığı çökmüş...


Dilimizde "Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun, işte oldu akşam" dizeleriyle Galata Köprüsü'nde buz gibi biramızı yudumlamışız. Akşam geceye kavuşmuş. Evimize gitmek üzere vapur iskelesine yürümüşüz.



Ne olduysa bundan sonra olmuş. Bir yaz günü, saat 12'yi yeni vurmuşken iskelenin kapı duvar olduğunu görmüşüz. Motor bulamamışız. Tramwaya binmek isterken, 2 dakika önce önümüzden kıvrıla kıvrıla geçenin sonuncu olduğuna hayretle bakmışız. Bir yaz günü için, kendine "kültür başkenti" diyen bir şehir için çok da acayip olmayan bir saatte Karaköy'e yürümüş, burada da inlerin cinlerin çift kale maç yaptığını görmüşüz. Pes edip, bir taksiye atlayarak Beşiktaş'a kendimizi dar atmışız.


Hata bizde. IDO'nun websitesine girip Eminönü'den kalkan son vapurun 21:10'da, Karaköy'den kalkanın 00:00'da olduğunu öğrenmeden evden çıkmışız. Tam 555 yaşında bir tersanesi olan bir canım şehirde deniz yolunun içler acısına söylenmeden nefis bir akşam geçirmişiz. Ayağımız bir aracın çelik tabanına değil, vapurun ahşap tabanına bassın istemişiz. Heyhat! Artık son vapurlar çoktan demir almış limandan da, arkasından mendil sallayanı bile kalmamış.


Yıl 2010'muş. İstanbul, Avrupa'nın Kültür Başkenti olmuş. 555 yaşında bir tersanesi olan şehirde Eminönü'nden, Sirkeci'den en son vapur 9'da, Karaköy'den ise 12'de kalkarmış. Boğaz hattının durumu içler acısıymış. IDO, vapurların azaltılmasıyla ilgili sorulara "ama binen yok" gibi trajikomik bir yanıt verir olmuş. Şehirliye ulaşım hizmeti sunmakla yükümlü olduklarını unutmuş, müşteri yerine koymuşlar. Heralde insanlara 12'den önce evinize gidip, kırın bacağınızı oturun demek istemişler.


Öyle yağma yok değerli yerel ve genel yönetimler. Pek sayın işletmeciler. Siz İstanbul'un güzelim mekanlarını kültürel etkinliklere tahsis ediyorsanız, daha da önemlisi eğer biz bir deniz kentinde yaşıyorsak, siz vapurları bizden alıp korkunç vergiler aldığınız karayoluna mahkum edemezsiniz.


İzin vermiyoruz buna. Vapurlarımızı talep ediyoruz.


Hayat Ne Tuhaf... Vapursuzluk Filan...

Haliç Tersanesi

Sene 2010. İstanbul "Avrupa Kültür Başkenti" olmuş. 555 yıldan beri yaşamımızda olan Haliç Tersanesi'nde DAAU konserine gidip enfes müzikler dinlemişiz. Başımızın üzerinden uçan kırlangıçlara, martılara bakıp "iyi ki bu şehirde yaşıyoruz" demişiz. DAAU, "Requem For A Dream"i çalarak son noktayı koyduğunda akşam karanlığı çökmüş...


Dilimizde "Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun, işte oldu akşam" dizeleriyle Galata Köprüsü'nde buz gibi biramızı yudumlamışız. Akşam geceye kavuşmuş. Evimize gitmek üzere vapur iskelesine yürümüşüz.



Ne olduysa bundan sonra olmuş. Bir yaz günü, saat 12'yi yeni vurmuşken iskelenin kapı duvar olduğunu görmüşüz. Motor bulamamışız. Tramwaya binmek isterken, 2 dakika önce önümüzden kıvrıla kıvrıla geçenin sonuncu olduğuna hayretle bakmışız. Bir yaz günü için, kendine "kültür başkenti" diyen bir şehir için çok da acayip olmayan bir saatte Karaköy'e yürümüş, burada da inlerin cinlerin çift kale maç yaptığını görmüşüz. Pes edip, bir taksiye atlayarak Beşiktaş'a kendimizi dar atmışız.


Hata bizde. IDO'nun websitesine girip Eminönü'den kalkan son vapurun 21:10'da, Karaköy'den kalkanın 00:00'da olduğunu öğrenmeden evden çıkmışız. Tam 555 yaşında bir tersanesi olan bir canım şehirde deniz yolunun içler acısına söylenmeden nefis bir akşam geçirmişiz. Ayağımız bir aracın çelik tabanına değil, vapurun ahşap tabanına bassın istemişiz. Heyhat! Artık son vapurlar çoktan demir almış limandan da, arkasından mendil sallayanı bile kalmamış.


Yıl 2010'muş. İstanbul, Avrupa'nın Kültür Başkenti olmuş. 555 yaşında bir tersanesi olan şehirde Eminönü'nden, Sirkeci'den en son vapur 9'da, Karaköy'den ise 12'de kalkarmış. Boğaz hattının durumu içler acısıymış. IDO, vapurların azaltılmasıyla ilgili sorulara "ama binen yok" gibi trajikomik bir yanıt verir olmuş. Şehirliye ulaşım hizmeti sunmakla yükümlü olduklarını unutmuş, müşteri yerine koymuşlar. Heralde insanlara 12'den önce evinize gidip, kırın bacağınızı oturun demek istemişler.


Öyle yağma yok değerli yerel ve genel yönetimler. Pek sayın işletmeciler. Siz İstanbul'un güzelim mekanlarını kültürel etkinliklere tahsis ediyorsanız, daha da önemlisi eğer biz bir deniz kentinde yaşıyorsak, siz vapurları bizden alıp korkunç vergiler aldığınız karayoluna mahkum edemezsiniz.


İzin vermiyoruz buna. Vapurlarımızı talep ediyoruz.


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Best Web Hosting Coupons